6 entry daha
  • sonda söylemem gereken şeyi başta söylüyorum (elimden gelenin en iyisi bu dostum, kızma) ben açıkçası bu filmin sınıfsal bir derdinin olduğuna inanamıyorum. inançsızlığımın temelinde sonlara doğru robert'in suskun babasına günah çıkardığı ve özür dilediği sahnede yer alan "ben çok dolaşırım bir şey aradığımdan değil, bir yerde uzunca bir süre kalınca bozulan durumlardan dolayı." deyişi yatıyor. bu öyle bir deyiş ki, 1969 yapımı easy rider'ı da dahil ediniz, 70'lerdeki neredeyse tüm jack nicholson filmlerine sirayet eden "küçük adamın, insanlık için küçük kendisi için büyük kayboluşu" şeklinde adlandırabileceğim o müthiş yalnızlığın tam ortasına kazığı yerleştiriveriyor. bu yüzden grapes of butcher'ın sınıfsal sıkıntının dile getirilişi ile stalker'ın kahramanın tabiata isyanı temalı tespitlerinden taşıp, bireyin kendisinin de anlamlandıramadığı yalnızlık durumunun ne denli "tek kişilik" olduğuna vurgu yapıldığını söylemek istiyorum.

    tamam, h. m. benshoff ve s. griffin'in america on film: representing race, class, gender, and sexuality at the movies adlı eserinde (p.187, wiley-blackwell, 2004) bu film, kapitalizminin işe yaramazlığına ve amerikan rüyasına kapılıp giden insanların ne denli sıkıntılı durumlara düştüğüne ilişkin eleştirel yapımlar arasında sayılmış (filmleri kitaplardaki özetlere ve açıklamalara bakıp yorumlamak da ne pis bir şeymiş; alın işte filmdeki sevişme sahnelerini eşcinsellik açısından değerlendiren bile çıkmış: http://books.google.com/…_4zqepk0iqw6vf4aps3q&w=800). ama yine de aslolan, amerikan rüyasının ya da kapitalizmin içi boşluğundan ziyade, insanın "artık susmuş olan" (eski idealist) babası karşısındaki hezimete uğramış/uğratmış oğulluğudur. bu film bunu yüze tokat vurur gibi değil, hayalara tekme atar gibi veriyor. haya diyorum bakın, yine eril. çünkü bahsi geçen ikili, baba ve oğul. anneye neredeyse hiç vurgu yok, o kadar sevişme ya da kadın-erkek ilişkisi üzerine başka türden sahne var idiyse de. temelde yalnızlıksa konu edilen, o da erkeğin yalnızlığı olmuş filmde.

    aslına bakarsanız buradaki yalnızlık teması, robert'i merkez edinmiş gibi dursa da, her biri yaşam bataklığına farklı farklı imkânlar dahilinde "kendince" batmış karakterleri sarıyor. rayette dipesto'yu o alt sınıf bataklığından alıp, biraz yukarı çıkardığınızda en entelektüel saldırganlığın ortasında "burada televizyon var mı? bazen televizyonda güzel şeyler gösteriliyor" deyiveriyor. bataklık değişiyor ama bireyin iç kazıntısı devam ediyor. altta ya da üstte olmak fark etmiyor, yanlış insanla sevişiyorsanız. yanlış insanla sevişiyorsanız, yanlış insanla sevişmiş oluyorsunuz. filmin sınıfsal iç huzursuzluklarla ilgili bir derdinin olmadığını, neredeyse her karaktere bir cehennem hayatı atamasından anlıyorum. bu cehennem hayatının herbirinin kendince nedenleri elbette vardır ama film bize bu nedenlere dair en ufak bir ipucu vermiyor, verse de bunu kısık sesle dile getirdiği için, onu daha da belirli kılacak eklemeleri biz yapmak durumunda kalıyoruz. bu sefer yorumlarımız sırıtmaya başlıyor. o sırıtan yorumlardan birini yapayım; örneğin ben robert'in, yol-üstü lokantasında önceden hazırlanmış olan/deterministik menünün dışına çıkamayan garson karşısındaki hak arayışını ve belirli/işe yarar katı kuralların dışına çıkmak isteyişini one flew over the cuckoo's nest'in (1975) tümüne sızmış olan, işe yarar kuralların da pörsüyebildiğine, bu yüzden esne(til)mek zorunda kalabildiğine dair yapılmış eleştiriyi yeniden gördüm. ama bu eleştiri sadece o sahnedeydi, sonra biz hayatın pisliklerle dolu olduğuna ve bu yüzden en temiz yer olduğunu düşündüğü alaska'ya gitmek isteyen saplantılı karakterin aktivist söylemlerine geri döndük.

    kamera öylesine robert'in penceresinden bakıyor ki, o da bir yalnız olan aktivist bayanımız konuştukça, hiçbirimiz onun derdine yanmadık. aksine onu yolda bıraktığımızda bile, "acaba gerçekten de aradığı mutluluğu/temizliği alaska'da bulabilecek mi?" diye düşünmedik. filmin sonunda, hamile olduğu söylenen rayette dipesto'nun robert olmadan ne bok yiyeceğini aklımıza getirmedik. partita dupea, acaba piyano tınılarının eksik olmadığı bu akıl hastanesinde tümüyle aklî yetilerini kaybeder mi diye tasalanmadık. herkesin müthiş yalnızlığında kahrolmaya yani çürümeye bırakıldığı bir yaşama alanında, robert'in cekedini bile almadan nereye gittiğini bile bilmediği bir kamyona atlayıp, yersizliğe yurtsuzluğa yelken açışını önemsediğimiz anda film bitti. klâsik bir söz ama tekrarı iyi gelir: ben ormana değil, ormanı oluşturan ağaçlara bakıyorum. the last detail'i (1973) izleyenler bilir, üç adamlık küçük bir film iken, büyük yalnızlığımıza ilişkin önemli tüyolar verir. bu filmde de böyle; her karakter öbüründen daha beter durumda; jack nicholson'ın 70'lerdeki filmlerinde bulunan neredeyse her karakter bir şekilde çıldırmaya bırakılmış gibidir. ya suçludur, ya kurbandır, ya akıl hastasıdır, ya ezilmiştir, ya aşırı fakirdir, ya kimsesizdir, ya alkoliktir, ya cinsî sapkınlıkları vardır. liste uzayıp gider. herbiri farklı kimlikler altında olmasına rağmen, felâket ölçüde tek kişiliği yaşamaya bırakılmıştır. umut deseniz yoktur. five easy pieces, işte olmayan bu umudun en sağlam itiraflarından biri gibi duruyor; sonunda o kamyona atlayıp, bir şey aramadan ortalıktan kaybolmayı marifet bilmeniz gerekiyor.

    benim için de tam cuk oturdu bu film. neden derseniz, detaylarını veremem. o kamyona binip gitmek ya da bir sabah sahil kenarında yerde yatarken uyanmak, üşümek, feribotla yalova'ya geçmek, belki geri dönmek belki dönmemek... bütün bunlar benim şu an için ne kadar anlamlı olduğunu tam ölçemediğim, karar veremediğim şeyler. robert'in de aynı şekilde karışık bir zihinle uzaklara kaçmak istediğini düşünüyorum. film bunu o jack nicholson deliliğiyle veriyor. ama vermeseydi de, olurdu; ama verdi, iyi oldu; bu konuda verebileceğimiz bir örneğimiz, ukalalık yaparken adını zikredeceğimiz bir filmimiz oldu. okumadığım için bir ahbabımın bahsettiği kadarıyla bildiğim, salman rushdie'nin öfke'sinde de benzer bir "erkek kaçışı" konusu işleniyormuş; onu bunu, her şeyi bırak kaç. arkanda bıraktıkların mutlu bir yaşama atılmış gibi düşünerek bırak kaç, bırak git; arkanda bıraktığın her şeydeki bozulmanın sorumlusu senmişsin, beyindeki ur senmişsin gibi bırak kaç. catherine van oost'un önem verdiği ne varsa, hepsini bırak kaç. çünkü bulunduğun her nokta, bir süre sonra tımarhaneye, eşin dostun da en büyük hücre arkadaşına dönüşüyor. çözüm mü? günah çıkaracağınız idealist kişinin susması, artık konuşamayacak ölçüde susması. işte film bunu veriyor.

    ben bu filme 10 üzerinden bir puan veremeyeceğim, kusura bakmayın. izlemeyen izlesin, kaçmadan önce izlesin, kaçmayı düşünüyorsa ama yapamıyorsa yine izlesin. yerinden memnunsa yine izlesin.
25 entry daha
hesabın var mı? giriş yap