13 entry daha
  • yassıada duruşmaları esnasında hakkında iddia olunan suçlamalara karşı savunmasını yapmak amacıyla kaleme aldığı fakat mahkeme huzurunda yaptırılmayan son yazılı savunması şu şekildedir;

    "2.8.1961
    çok muhterem başkan,
    çok muhterem hakimler,
    müdafiler müşterek ve münferit müdafaalarda, davanın hukuki cephesini büyük bir vukufla ve bütün teferruatıyla sizlere arz ve izah etmiş bulunuyorlar.
    müdafilerim de ayrıca müdafaalarda bulundular.
    bütün bu müdafilere, hayatım boyunca daima minnettar olacağım ve müdafaaların hepsine iştirak ediyorum.
    idam talebiyle huzurunuzda bulunduğum halde 26. 7. 1961 günü müdafaamı serbestçe ve sözlü olarak yapma imkanını bulamamış olmama daima üzüleceğim. 27. 7. 1961 günü, müdafaa hususunda yapılan davete, bir gün önceki vaziyete yeniden düşmemek mülahazasıyla icabet edemedim. müdafaamı yazılı olarak vermeyi tercih eyledim.
    hakkında, hem de ikinci defa ölüm cezası talep edilen bir siyaset adamının adalet huzurunda, her türlü müdahaleden uzak, müdafaasını serbestçe yapabilecek bir morale sahip olarak bulunması gerekeceğini takdir buyuracağınızdan eminim.

    muhterem başkan,
    bir iktidar, devlet reisi, hükümet reisi, vekilleri, meclis reisi, reis vekilleri, mebuslarıyla topyekun suçlandırılarak, huzurunuza getirilmiştir.
    türkiye değil, dünya tarihinde bu ölçüde bir dava ilk defa cereyan etmektedir. gelecekte hukuk anlayışı gerilemeyeceğine göre, bundan sonra da böyle bir davanın cereyan etmeyeceğini düşünebilirim.
    içinde bulunduğum bu kalabalık heyet, anayasa'yı tebdil, tağyir ve ilga etmekle, dikta rejimine gidişle suçlanmaktadır.
    isnat ve ithamın izahı ne şekilde yapılırsa yapılsın, bu davada vicdani kanaatler, inanışlar suçlandırılmaya çalışılmakta, ceza olarak da ölüm talep edilmektedir.
    çok eski çağlarda, vicdani kanaatlerin, inanışların suç sayılmasından dolayı insanların ateşlerde yakılarak cezalandırıldıklarının birçok misali vardır. fakat zamanımızda artık bu misallere rastlamak şöyle dursun, bu vakalar, insanlık tarihinin pek de yakın olmayan devirlerinde görülen hadiseler olarak kalmış bulunmaktadır.
    bu davada kastımız tespit olunmuş değil, bize maksatlar atfolunmaktadır: "c. halk partisi mallarının hazine'ye iadesi kanunu'nu tasvip etmekten maksadınız, muhalefeti yok etmekteir. kırşehir kanunu'nu kabulden maksadınız, muhalefete rey verenleri bir tecziyedir. emekli sandığı kanunu'nun 39 uncu maddesini tadilden maksadınız, hakim teminatını ortadan kaldırmaktır, esas maksadınız da anayasa'yı ilga ve diktaya gidiştir, siz de diktaya gidişe yardımcı oldunuz" diyerek sadece irade ve kastımın değil, hayallerimin ve rüyalarımın bile dışında bir cürümle beni itham etmek ve ölüm cezasına çarptırılmamı istemek hukuki değil, en hafif tabiriyle batıni bir izahtır, hukuki değil siyasi bir ithamdır. cezai değil, olsa olsa siyasi bir mesuliyetten dolayı huzurunuzda bulunuyoruz. bir yıldan beri devam eden bir davalar serisinden sonra tarih huzuruna bu şekilde çıkılmaması uygun olurdu.
    mamafih kararnamede ve iddianamede "yeni yeni vergi kanunları çıkartmak, vergi nispetlerini artırmak, vergi usul kanunu'nda tadilat yaparak cezaları ağırlaştırmak suretiyle muhalefete mensup vergi mükellefleri üzerinde baskı yapmak istediniz, bu suretle muhalefete mensup vergi mükelleflerini yok etmeye teşebbüs ettiniz, bu dahi diktaya gidiş sayılır" denmemiş olmasından dolayı da müteşekkirim.
    diktaya gidiş vahimesine ve isnadına delil olarak gösterilen, c. halk partisi mallarının hazine'ye iadesi kanunu'nu teklif eden, meclis kürsüsünde müdafaasını yapan bazı mebuslar bugün, bu davanın müsebbiplerinden olan c. halk partisi safında bulunduğu için, suçlular arasında görünmüyor. 1950'den 28 nisan 1960 tarihine kadar on yıl mebusluk yapan ve 27 mayıs'tan bir ay önce istifa edenler de suçlular arasında değil. o halde itham edilmemizin, suçlu görülmemizin hakiki sebebini, diktaya gidişe delil diye gösterilen bazı kanunları kabul etmek değil, 27 mayıs 1960 günü demokrat parti iktidarının kadrosu veya hükümeti içinde bulunmuş olmamız teşkil ediyor.
    geri cemiyetlerdeki kabile mücadelelerinde galip gelen tarafın, mağlup kabilenin efradını topyekun cezalandırması ve bir kabile intikamı alınması gibi; iki partinin mücadelesi sonunda, 27 mayıs günü iktidar ve hükümet içinde bulunmamızdan dolayı toptan tecziyemiz talep edilmiş bulunuyor.

    kararname ve sayın iddia makamı, "mademki 27 mayıs 1960 tarihinde büyük millet meclisi'nde iktidar mebusu olarak bulunuyordunuz ve hükümetin içinde idiniz, kastınız ve zihniyetiniz ne olursa olsun suçlusunuz ve cezanız ölüm cezasıdır diyor" diyor. 107 kişilik bir kafilenin vatana ihanet, diktaya gidiş suçuyla ölüm cezasına çarptırılmasını, 295 mebusun da fer'i şerik sıfatıyla beş yıldan başlayan hapis cezasına çarptırılmasını istemiş olmanın başka türlü izahı mümkün değildir.
    1950 ile 1960 arasında, anayasa'nın tebdil, tağyir ve ilga edildiğini iddia etmek, diktaya gidildiğini ileri sürmek kavli müerredde bir iddia olmaktan ileri geçemez.
    bazı kanunlar diktaya gidişin mesnedi olarak gösteriliyor. anayasa'nın kabulü tarihi olan 1924'den 1950'ye kadar çıkarılan kanunlarla anayasa'nın fevkalade zedelendiği çeyrek asırlık bir devir, tarihe gömülüp, unutulacak kadar uzak değildir.
    hepsi de 1950'den önce türkiye büyük millet meclisi'nce kabul edilmiş olan istiklal mahkemeleri, takriri sükun, tunceli, mecburi iskan, varlık vergisi, milli korunma kanunu gibi kanunlar anayasa'yı tebdil, tağyir ve ilga etmiyor da; bu kanunlar diktayı tesis diye alınmıyor da; c. halk partisi mallarının hazine'ye iadesi, kırşehir kanunu, emekli sandığı kanunu'nun 39'uncu maddesinin değiştirilmesi, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, salahiyet kanunu, anayasa'yı ilga ve diktaya gidişi temin eden kanunlar diye anılıyor.
    takriri sükun, istiklal mahkemeleri, tunceli, mecburi iskan, varlık vergisi kanunlarını, taşıdıkları mana, ruh ve ihtiva ettikleri salahiyet bakımından anayasa karşısında, 1950'den sonra çıkarılan, adı geçen beş altı kanunla mukayese etmeye imkan var mı?
    milli iradeyi açıkta iptal eden, anayasa'yı hiçe sayan ve türk milletinin vicdanında hüküm giyen 1946 seçimlerini, normal seçim diye kabul etmeye imkan var mı? şahadet için amerika'dan getirtilen, tam bir sabahtan akşama kadar konuşma imkanını bulan ve şahadet yerine hakkımızda hükümler ve kararlar da ileri süren sayın ord. prof. hüseyin naili kabula dahi 1946 seçimlerinin meşru ve makbul olduğunu ileri sürememiş, mazur göstermeye ve mazeret sebepleri bulmaya çalışmıştır. böyle bir seçimin ve böyle bir seçimi yapanların anayasa'yı ne hale getirdiğinin takdirini yüksek heyetinize bırakıyorum.
    kararnamede ve iddianamede, 1950'den önce çıkarılan kanunların ve 1946 seçiminin hüviyeti gözden uzak tutulduğuna göre anlaşılıyor ki, 14 mayıs 1950'de bir hudut taşı konmakta; 1950'den önceki devirlerde seçimler ne şekilde cereyan ederse etsin, ne gibi kanunlar çıkarılırsa çıkarılsın, bunlar birer suç sayılmakta, üzerinde durulmamakta, anayasa karşısındaki durumları tetkike lüzum görülmemektedir. fakat 1950'den bu yana çıkarılan altı kanun için, memleket şartlarının o günkü icabı ve zarureti ne olursa olsun, kanunları teklif edenlerin, kanunlara rey verenlerin olsun, yine bu maksatları ve niyetleri diktaya gidiş gibi bir düşünceden ne kadar uzak bulunursa bulunsun, bu kanunların teklifi ve kabulü muhalefeti yok etme kastına verilmekte, anayasa'yı ilga telakki olunmakta ve diktaya gidiş diye kabul olunmaktadır. böyle bir tefrik ve tutum hakkındaki hükmü tarih elbet verecektir.
    "diktaya gidiş, 1950'de iktidara gelince başladı" deniyor. diktatörlerin hususiyetlerinden birisi de sabırsız olmalarıdır. bu nasıl bir diktaya gidiştir ki, 1950'den 1960'a kadar bir hazreti eyüb sabrı gösterilmiş, bir sabır taşı haline gelinmiş... bu derece sabırlı diktatör örnekleri belki efsanelerde, hayali ülkelerde görülebilir, fakat yaşayan ve yaşanan bir dünyada görülmez.
    basın susturuldu, deniyor; fakat bugün davanın müsebbiplerinden olan bir partinin parti meclisi üyesi muammer aksoy, hakkımızda açılan davanın kararnamesine pek ziyade benzeyen ve sayın başsavcı tarafından yüksek huzurunuzda boy boy okunan makalelerini, gerek 1959'dan önce, gerek diktaya gidişin hızlandığı bildirilen 1959 ve 1960 yıllarında dilediği gibi yazıp, neşrettirebiliyor ve hakkında hiçbir makam tarafından bir defa olsun takibat yapılmıyor.
    doçent muammer aksoy'un her yazıları diktaya gidişin delili olarak ileri sürülecek misaller değildir. zira, bu misaller, bu yazıları, neşrolunabilen ve yazı sahibi hakkında da tatbikat yapılmayan bir ülkede, ancak ve ancak mevcut olan müsamahanın delili olabilirler. halbuki, dikta ile müsamaha bağdaşamaz.
    basının baskı altında bulundurulduğundan iddianamede bol bol bahsedilmektedir. türkiye'de yüksek tirajlı gazeteler ve büyük rotatifler ya 1950'den sonra doğmuş veya 1950'den sonra ancak bugünkü seviyelerine gelmişlerdir. basının sureti umumiyede baskı altında tutulmadığının delili, büyük totatifleri, yüksek tirajlara ulaşacak kağıdı, mürekkebi ve diğer maddeleri alabilmiş ve 27. 5. 1960 tarihindeki seviyesine gelebilmiş olmasıdır.
    mayıs 1960'daki serbest ve büyük basını ne sahip oldukları matbaalar, ne tiraj, ne de elde ettikleri ve gelir beyannamelerinde gösterdikleri kazanç, ne teşkilat ne de yazar kadroları bakımından 1950 sevisiyle mukayese etmeye imkan yoktur. bu iki tarih arasındaki muazzam fark, büyük inkişaf, baskı altında tutulduğu ileri sürülen bir devrede meydana gelmiştir.

    çok muhterem hakimler,
    kararname ve iddianamenin, diktaya gidiş ve dikta rejimini tesis iddiasını ortaya atmalarına rağmen görülen manzara bu iddiaya uygun mudur? bu noktayı gözden geçirelim:
    on binden fazla talebe mevcudu bulunan istanbul üniversitesi'nde talebenin 18 nisan 1960 günü nümayiş yapacağı istanbul valiliği'nce önceden öğreniliyor. üniversite bahçesinde heykel etrafında toplanan talebeyi dağıtmak için, bir cip içinde dört polis memuru gidiyor ve sonra da bu polisler oradan kaçıyorlar. hadisenin takdim şekli ile polis ekibi arasındaki gülünç hal meydanda. böyle dikta polisi mi olur?
    profesör hüseyin naili kubalı, üç gün arka arkaya evine gelen polislerin kendisini alıp götüremediklerini huzurunuzda mağrurane bir edayla anlattı. böyle dikta idaresi olur mu?
    birinci menderes hükümetinden başlamak üzere, on yıl içinde kurulan hükümetlere, demokrat parti grubunda ve meclis'te, bir kısım iktidar mebusları tarafından daima aleyhte oy verilebilmiştir. böyle diktatörlük olur mu?
    parti grubu 1955'te hükümeti istifaya mecbur bırakıyor ve hükümet düşüyor. böyle dikta hükümeti mi olur?
    muhalefet partisi, ayaklanma metotlarıyla çalışabiliyor, muhalefet partisi lideri evinde, yirmi beş emekli generalle toplantılar yaparak bunu matbuata aksettirebiliyor ve meclis kürsüsünde ordunun, polisin, jandarmanın iktidarla beraber olmadığını da sözlerine ilave etmek suretiyle ihtilalden ve ihtilalin meşruyetinden bahsederek konuşmalar yapabiliyor, bütün bir vatanı sathı, bir miting sahası haline gelebiliyor, iktidara karşı açıkça tebliğler neşrolunabiliyor. böyle bir memlekette diktadan bahis olunabilir mi?
    basın en ağır neşriyatı dilediği gibi yapabiliyor, gazete ve mecmuaların bütün sayfaları sadece iktidarı hırpalamaya, ezmeye, iktidarı devirmeye hasrolunabiliyor. basının baskı altında bulunduğu ileri sürülen 1959 yılında yazılan ve iktidara ateş püsküren yazılar yüksek huzurunuzda vesikalar diye okundu.
    basının bu tarzda çalışabileceği bir yerde dikta vardır denir mi?

    üniversite muhiti, muhalif partilerin faaliyet sahası oluyor, muhalefetin gençlik kolu teşkilatı öğrenciler arasına kol salıyor, muhalefete mensup kadınlar kolu teşkilatı, evleri, sokakları, mahalleleri içine alarak teşkilatlanabiliyor.
    muhalefetin bu militan kuvvetleri, kongreleri, kapalı ve açık yer toplantılarıyla diledikleri gibi çalışabiliyor ve bu partizan gençliğin masum hissiyatını dilediği gibi teşvik ve tahrik edebiliyor, olaylar yaratabiliyor.
    böyle bir memlekette diktatörlükten, diktaya gidişten bahsolunabilir mi?
    profesör, okullara din dersleri konuldu diye maarif vekaleti aleyhine dava açabiliyor. prefesörler, kürsülerinde ilmi tetkik ve siyasi iktidar olayını izah namı altında hükümet, iktidar ve meclis aleyhinde konuşabiliyorlar, matbuata dilediği beyanatı verebiliyorlar, gazetelere, mecmualara diledikleri aleyhte yazıları yazabiliyorlar, muhalefet partisinde mebus iken seçilemeyip, açıkta kalan prefesörler tekrar kürsülerine dönüp, oturabiliyorlar.
    böyle bir memlekette diktidan, diktaya gidişten bahsolunabilir mi?
    parti grubunda kürsüden konuşan bir mebusa müdahale eden başvekil, diğer bir mebusun "sus da oturup dinle!" diye bağırarak başvekili susturabildiği, diktaya gidişin had safhası telakki olunan 1960'da, parti grubunda mebusları acı ve sert konuşmalarına dayanamayan başvekilin istifa ettiğini bildirerek kürsüden inip, salonu terk ettiği bir grup içinde diktaya gidişi desteklemekten, diktatörden bahsolunabilir mi?
    1950'de serbest seçimlerle işbaşına gelen, 1954'te ve 1957'de serbest seçimlerle iktidarda kalan, seçimleri daima kanunu müddetinden öne alan, seçim neticelerini ve mazbataların tasdikini hakimlerin kontrolüne bırakan bir iktidarın bulunduğu yerde diktaya gidiş kavli müceredde bir iddia olmaktan ileri geçebilir mi?
    bir memlekette iktidarın parti grubu, kendi içinde ve hükümete karşı mücadele halinde olursa, büyük millet meclisi kürsüsü, basını, siyasi partileri iktidarla ve hükümetle mücadele halinde olursa, o memlekette diktadan, diktaya gidişten bahsolunmaması lazımdır.
    iddianamede isimleri sayılmak suretiyle bahsolunan ankara'da kömür tevzi ve satış müessesesi'ndeki küçük bir memur hamit fendoğlu'nu, pavyon sahibi gazi avşar'ı, istanbul'da polis memuru bumin yamanoğlu'nu, sayın iddia makamının tavsif ettiği şekilde tenkil kuvveti, kıta kumandanı diye kabul eden, bunlara dayanarak dikta kurmaya teşebbüs eden bir idare olur mu?
    dikta, kelimesi ile şu isimleri sayılan kadro bir arada gülünç bir sahneyi temsil etmiyor mu?

    muhterem hakimler,
    türkiye'nin on yıl içindeki rejimi, atmosferi, manzarası ne diktadır, ne de diktaya gidiştir.
    dikta rejimi ezici, yok edicidir, müsamahasızdır, sabırsızdır. insanlar onu bazen kendi peşlerinde gölge, bazen de karşılarında yumruk ve namlu olarak görürler.
    o rejimde insanlar, kendi evlerinin içinde konuşmaya korkarlar, kendi aile fertlerine bile itimat etmezler, inkarlar biribirini kovalar, kimse o jurnalların ve ihbarların hakikat derecesiyle alakalı değildir. ihbar olunan alınıp, götürülür. maddi ve manevi tazyikler altında yapılan soruşturmalar, insanları hayattan bıktırır.
    ihanetler insalığı öldürür, eski dostlar, kendilerine yıllar yılı iyilik edilen insanlar, ellerinden tutulup yükseltilenler o rejim içinde, eski dostlarının, eski arkadaşlarının karşısında birer cellat kesilirler ve itham edici şahit rolünde karşılarına dikirler.
    dikta rejiminde ve diktatör karşısında yaşayabilmek için ya o rejimin lehine konuşulur ve yazılır yahut ağızlar susar, kalem elden bırakılır.
    o rejimde iktidar, hükümet ve meclis aleyhine toplantı yapmak hayaldir. kürsülerde ihtilal konuşmaları değil, rejim aleyhinde nazik bir tenkit dahi muhaldir.
    o rejimde askeri bir disiplin hakimdir, muhalefet yoktur. iktidar mebusları, hükümet programına itimat mevzuunda kırmızı oy veremezler, lidere karşı gelemezler, grup toplantıları için takrirler imzanamaz, kulülerde hükümet devirmek için toplantılar yapılmaz.
    dikta rejimini benimsemeyenlerin yeri toplama kamplarıdır.
    dikta ideolojisi vardır. o ideoloji ilim, sanat ve eğidim de dahil olmak üzere bütün sahalara şamildir.
    dikta idaresinde ilim adamı, rejim aleyhinde beyanat veremez, matbuatta rejim aleyhinde yıllar yılı yazı yazamaz. ilim adamı diktayı medh etmediği zaman, vatanını terk mecburiyetinde kalır.
    diktalar itimada ve iyi niyete güvenerek yaşamazlar, ya tamamen askeri kuvveti yahut hem askeri kuvvete, hem de askeri teşikatlandırılmış sivil kudrete dayanırlar.

    ey insaflı ve vicdanlı hakimler,
    şu tasvir ettiğim rejim, dikta rejimi, türkiye'de 1950'den sonraki on yıllık rejim midir? hayır, bin kere hayır.
    ben iddia makamı gibi sizleri ikna için gayret sarf etmeyeceğim. zira ben, vicdanlarınızın, 1950 ile 1960 arasındaki rejimi, dikta veya diktaya gidiş demeyeceğine eminim. onun için ben, mehabet temsil eden, fakat hareketsiz ve sakin yüzlerinize değil, adaleti temsil eden vicdanlarınıza hitap ediyorum: sayılan beş altı kanunu çıkarmak suretiyle dikta rejimi nasıl kurulabilir? bu kanunların bir kısmına rey vermekle, diktaya gidişe yardımcı olma kastı bulunduğu nasıl iddia olunabilir?
    sayın başsavcı iddianamesinde diyor ki: "1960 yılı seçim yılı olacaktı. fakat halk partisi kapatılmış, neşir yasakları her tarafı sarmış, vatandaş derin bir korkuya düşürülmüş, basın susturulmuş, halk partililer hususi mahkemelere sevk edilmiş, belki de yok edilmiş, hakimlerin akıbeti de, iktidarın elinde olduğuna göre geliniz de siz bu seçime inanınız."

    ey insaflı ve vicdanlı hakimler,
    sayın başsavcının tasvir ettiği bu manzara bir demirperde gerisi memleket manzarasına benzemiyor mu? 1960'ta halk partisi kapatılacakmış. halk partililer hususi mahkemeye sevk edilecekmiş, belki de yok edilecekmiş, vatandaş derin bir korkuya düşürülecekmiş...
    işte diktaya gidiş de sayın başsavcının bu tahmin ve tasavvurları kadar hayaldir. hakikatle alakası olmayan bir dikta, on yıl içinde çıkarılan beş altı kanuna bağlanan bir diktaya gidiş, nihayet biraz önce arz ettiğim şekilde halk partisi'nink apatılması, halk partililerin yok edilmesi, vatandaşın derin bir korkuya düşürülmesi gibi 1960 yılında yapılacak hayali icraat... ceza olarak hakkımızda ölüm istenen "anayasa davası" işte budur.

    muhterem başkan,
    sayın iddia makamı iddianamesinde, bakanlar kurulu'nu toptan itham ederken, vatan cephesi'nin kuruluşuna, "istimlak davası"na, uşak, demokrat izmir, geyikli, kayseri, topkapı olaylarına da temas etmekte ve bunlardan dolayı da bir mesuliyet payı çıkarmaya çalışmaktadır.
    bu sayılan hadiselerin her biri, müstakil birer dava mevzuu olarak yüksek divan'a intikal etmiş, kararlara bağlanmıştır. bu hadiselerden dolayı suçlu bulunsa idim, benim de davaya dahil edilmem ve yüksek huzurunuza sevk edilmem lazım gelirdi.
    bu davaların mevzularıyla alakasız bulunuşum ve suçsuz oluşum, adı geçen davalarda sanık sıfatıyla sevk edilmeyişimle sabit iken, dahil olmadığım davalardan dolayı itham edilmem, müdafaaya davet edilmem hukuki bir yol değildir.
    yine sayın başsavcı, muhalefetin, meclis tahkikat önergelerinin galiz ve müstehcen kelimeler ihtiva ettiği iddiasıyla reddedilmesine göz yumulduğunu ileri sürmek suretiyle de vekilleri suçlu bulmaya çalışmaktadır.
    ben, büyük millet meclisi reisi miyim ki, muhterem iddia makamı bu mevzuda beni suçlu bulmaya çalışıyor.
    muhalefetin vermiş olduğu tahkikat önergelerinin içtüzük hükümlerine uygun olup olmadığını tetkik edecek, önergeler galiz ve müstehcen kelimeleri ihtiva ediyorsa, reddecek olan ve reddeden makam büyük millet meclisi riyaset makamıdır.
    ister iktidara, ister muhalefete mensup olsun, mebuslar tarafından verilen bir tahkikat önergesinin, riyaset makamınca, tüzük hükümlerine uygun görülerek kabul veya uygun görülmeyerek reddedilmesinden bir vekilin malumatı dahi olmaz ve malumatım olmamıştır. tahkikat önergelerini reddeden meclis riyaset makamı, bu hususta önceden bana bilgi mi vermiştir? yoksa muvakafati mi istihsal etmiştir ki, bu retlere göz yumduğumuz ileri sürülmekte ve itham edilmekteyiz. böyle bir itham her türlü mesnetten mahrum bir ithamdır.

    muhterem hakimler,
    sayın başsavcı, iddianamesinde, hakkımda esaslı iddialar ve delliler ortaya koyabilmiş değildir.
    sayın iddia makamı, tahkikat encümeni kurulması hakkındaki kararla, bu tahkikat encümeni'ne salahiyet verilmesi hakkındaki kanuna müspet rey vermiş olduğumun kesin olarak tespit edilemediğini, fakat anayasa'yı ihlal edici mahiyette bulunan kanunlara rey verdiğimi bildiriyor.
    sayın başsavcı, tahkikat encümeni'ne ve salahiyet kanunu'na rey vermiş olduğumun tespit edilemediğini ifade etmekle, rey vermemiş olduğumu söylemiş oluyorlar.
    muvzubahis olan altı kanun anayasa'yı tebdil, tağyir ve ilgayla uzaktan veya yakından alakalı değildir. anayasa'ya aykırılık ile anayasa'yı tebdil, tağyir ve ilga ayrı ayrı mefhumlardır.
    huzurunuzda şahit sıfatıyla konuşan profesör bahri savcı'nın bir suale cevap olarak ifade ettiği gibi, bir kanunun anayasaya aykırı telakki edilip edilmediği, her memlekette, her zaman, salahiyetliler ve müellifler arasında münakaşa konusu olmuştur ve olagelmektedir. fakat münakaşa konusu olan kanunun anayasa'ya aykırı olmadığını iddia edenlerin veya bu kanunu kabul edenlerin vatana ihanet, anayasa'yı ilga, dikta rejimini tesis suçlarıyla suçlandırıldıkları görülmemiştir. akademik münakaşalara sebep olan bir mevzudan dolayı da ceza kanunu'nun harekete getirildiği, hele ölüm cezasıyla cezalandırılmasının talep edildiği, hukuk ve adalet dünyasında görülmemiştir.
    başka başka meclisler tarafından müzakere ve kabul edilen mevzubahis kanunlardan rey verdiklerim mevcuttur. fakat iddia makamı, desteklediğimi de söylüyor. desteklemek, kanun lehinde neşriyat yapmak, meclis kürsüsünde konuşmak, kanuna müspet oy verilmesi lehinde mebuslar arasında gayret sarf etmek suretiyle olur. bahsi geçen kanunların hiçbirisini desteklemiş değilim.
    rey verdiklerime, o günün şartlarına, zaruretlerine ve icaplarına uygun olduğuna inandığım, amme haklarına aykırı bulmadığım için, vicdani inanışla rey verdim. tahakküme, adaletsizliğe ve arzulara ram olarak rey vermiş değilim.
    bahsi geçen kanunların diktayi tesis maksadıyla çıkarılmış olması varit değildir. her kanunun mucip sebebi, gayesi, maksadı ve mevzuu ayrıdır.
    salahiyet kanunu hariç olmak üzere, diğer beş kanunun kabulünden sonra seçimler yapılmış, kanunlar da tatbikatı da, hatası ve sevabıyla milli iradeye arz olunmuş, mutlak bir ekseriyetle seçimler kazanılarak tasvip görmüştür.
    1- bahsi geçen kanunlardan halkevleri ve halk partisi mallarının hazine'ye iadesi hakkındaki kanun tekliflerinin gerekçelerinde, durum bütün teferruat ve rakamlarıyla izah olunmuştur.
    halkevleri ve halk partisi için, tek parti devrinin sultasına dayanılarak amme bütçelerinden 57 milyon lira tahsisat alınmış, bir siyasi partinin ihtiyaç duyabileceği miktarlarla kabili telif olmayacak nispette gayrimenkul iktisap olunmuş ve bütün bunlar şekle uydurulmuştur. bu bakımdan kazai bir mercide bir ihtilaf mevzuu olarak meselenin halline imkan yoktur. ancak bir kanunla hallolunabilirdi.
    halkevleri'nin hazine'ye devri kanunu'nun üzerinden dokuz yıl, halk partisi mallarının hazine'ye devri kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra aradan altı yıl geçmiş, muhalefet yok olmak şöyle dursun, her gün biraz daha kuvvetlenmiştir. realite bu iken, bu kanunları kabul etmekten maksat, muhalefeti yok etmektir, iddiası varit olamaz.
    2- kırşehir'in kaza haline getirilmesi hakkındaki kanun, mucip sebepleri bildirilerek dahiliye vekaleti tarafından hükümete teklif olunmuş ve bu mucip sebepler hükümetçe uygun görülmüştür. mucip sebeplerde hakikate ayrkırılık var mıdır tarzında bir tekikat, hükümet içinde mutat değildir.
    kanun çıktıktan sonra, gerek muhalefette, gerek umumi efkarda beliren, bu kanunun çıkarılmasının siyasi bir maksada matuf bulunduğu yolundaki görüşlere ve iddialara itibar gösterilerek, buna samimiyetle iltihak olunmuş ve kırşehir, hali sabıkına irca olunmuştur.
    bir hükümet azası olarak bu kanunu kabul ederken, muhalefete rey verenleri tecziye etmek anayasa'nın tebdil, tağyir ve ilgası, diktaya gidiş gibi maksatlar hayalimden dahi geçmemiştir.
    3- emekli sandığı kanunu'nun 39'uncu maddesinin değiştirilmesinde, adliye ve maarif vekaletleri tarafından ehliyetsizliğin tasfiyesi maksadı ileri sürülmüştür.
    hükümetçe müzakeresinde ve kabulünde hakimleri baskı altında tutmak ve hakim teminatını zedelemek gibi bir maksat hakim olmamıştır.
    maliye vekili olarak şahsen emekli sandığı'nın mali durumunun sarsılmasını önlemek, tecrübe kazanmış ve bilgili memurların devlet hizmetinde daha fazla bulunmasını temin etmek bakımından emeklilik müddetinin azaltılmasına daima aleyhtar oldum. nitekim bilahare, teşebbüs ve tekliflerim hükümetçe de kabul olunduğu içindir ki, emeklilik müddeti tekrar bir kanunla otuz yıla çıkarılmıştır.
    39'uncu maddenin adliye vekaleti'ndeki tatbikatının ne şekilde tecelli ettiği keyfiyeti ancak alakalı vekaleti ilgilendirir.
    4- toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu'nun anayasa'ya aykırı olduğu iddia olunmamış, ancak tatbikattaki aksaklıklar mucibi muaheze bulunmuştur.
    ben, maliye vekili olarak, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu'nu tatbikle mükellef değilim. kanunun eşit tatbik olunmaması hususunda da bir hükümet kararı yoktur. teknik bir vekalete mensup olarak, kanunun tatbikatındaki aksaklıkların bana siyareti üzerinde durmayı zaid addederim.
    5- seçim kanunu'nda yapılan tadilata gelince, bu tadilat, muhalefet partisini hedef tutmuş değildir. bu tadilat, seçimin ahlaki cephesini hazırlamaya matuf olan bir kanundur. hadiselerin ilcaatı ve telkiniyle ele alınmış bir kanundur.
    kanundaki hükümler bütün partilere şamildir. bir mahzur varsa, iktidar partisi için de, muhalefet partisi için de mevcuttur. bir fayda mevcut ise, hem iktidar, hem de muhalefet için mevcuttur. kanun, vatandaşın müstakil olarak namzetliğini koymayı men etmiş de değildir.
    6- tahkikat komisyonu kurulması kararı ile bu komisyona salahiyet verilmesi hakkındaki kanunun kabulünde reylerim yoktur. komisyon kurulması ve kanun teklifi hükümetten gelmediği gibi, daha önce hükümette de müzakere edilmemiş ve hükümeti noktai nazarı tespit edilmemiştir.
    komisyon ve kanun hakkında müdafiler, geniş ve etraflı müdafaalarda bulundular. ben burada, sadece bir iki noktaya temas edeceğim:
    sayın iddia makamı, salahiyet kanunu'nun anayasa'yı tebdil, tağyir ve ilga edeceğini, doçent muammer aksoy ulus gazetesinde, profesör hüseyin naili kubalı demokrat izmir gazetesinde yazdılar, diyor ve muammer aksoy'dan pafta pafta yazılar alıyor.
    babası da chp mensubu olan, seçimlerde chp'nin antalya mebus namzedi olarak seçimleri kaybeden, chp'nin en yüksek parti kademesi parti meclisinde üye bulunan doçent muammer aksoy'un, ilim adamı sıfatının yanında militan bir partici olduğunun da nazara alınacağına eminim.
    iddia makamının kaydettiği ikinci zat, huzurunuzda birgün sabahtan akşama kadar sekiz saat konuşan, dp iktidarından çok çile çekmiş olduğunu ifade ederek söze başlayan, şahit sıfatı altında bilirkişilerden de ileri, adeta savcı rolünde bulunan prof. h. n. kubalı ise şahitlikle kabili telif olmayan noktai nazarlar ileri sürdü.
    hukuku da, usul kanunlarını da rencide eden bu iki hukuk aliminin tutumu ve davranışları hakkındaki hükmü amme vicdanı ve tarih verecektir.

    sayın başsavcı, türkiye büyük millet meclisi'nde içtüzük hükümlerine göre, 7468 sayılı salahiyet kanunu'nun kabul edilmemesi lazım gelirken, kabul edilmiş olduğunu bir itham olarak ileri sürmektedir. salahiyet kanunu'nun tbmm'de kabul olunuş şekli, bugün, yassıada'da bir mevzu ve mesele olmaktadır. kanunun reye konulması ve bir ceza atmosferi içinde, rey sayısının yeniden gözden geçirilmesi neticesinde, kanunun müzakere ve kabul şeklinin içtüzük hükümlerine aykırı olduğu ileri sürülmek suretiyle, umumi olarak itham edilmem her şeyden önce hukuki bir yol değildir. ben büyük millet meclisi reisi veya reis vekili değilim, hükümet azasıyım. kaldı ki, kabul anında salonda da bulunmamakta idim.
    sayın iddia makamı, tahkikat encümeni ile salahiyet kanunu'na müspet oy verdiğimin tespit edilememiş olduğunu, fakat tatbikine bakanlar kurulu memur edilen bir kanunun, vekiller heyeti tarafından tatbik edildiğini, tahkikat encümeni'nin tedbir ve kararlarının bu encümen tarafından tatbik edilmesine cevaz verilmiş olduğunu ileri sürmektedir.
    vekiller heyeti, kanunun yürütülmesine memurdur. tahkikat komisyonu kanun hükümlerine göre vazife gördüğü sırada, icrasına lüzum hissetiği hususları, elbet hükümetin alakalı vekaletlerine aksettirecek, talep olunan husus, kanun hükümleri dairesinde ise, alakalı vekaletlerce icra edilecektir. tahkikat komisyonu kanunu'nun hükümet bakımından yürütülmesiyle alakalı vekaletler de adliye ve dahiliye vekaletleridir. bu iki vekaletin icra sahasına düşen bir işi de, bütün vekaletler bir arada yürütmezler.
    sayın başsavcının iddiaları bu bakımdan, varit değildir.
    murakabe mevzuuna temas edeceğim:
    30. 11. 1955 - 30. 11. 1956 devresi müstesna, dokuz yıl vekillik yaptığım için ben, murakabe eden değil, murakabe edilen mevkiinde bulundum. bununla beraber murakabeyi, icrasına memur olduğum kanunları, vazıı kanunun ruh ve maksadına uygun olarak, dikkat ve basiretle tatbik etmek suretiyle yerine getirmiş bulunuyorum. bu tatbikat ve icraata, anayasa nizamına ve kanunların hükümlerine aykırı bir tek cephe yoktur ve olmadığı, iddia edilmemesiyle de sabittir.
    murakabe edilenlerin vekaletine taalluk eden mevzularda vermiş oldukları sözlü ve yazılı sorular daima müddeti içinde cevaplandırılmıştır. bu sahada, murakabe vazifelerinin güçleştirildiği yolunda, iktidar veya muhalefet mebuslarından bir tek tenkide, tarize ve serzenişe maruz kalmadığımı açıkça beyan edebilirim.

    muhterem başkan,
    muhterem hakimler,
    sayın başsavcı benim dokuz yıl maliye vekilliği yaptığımı hatırına bile getirmeden, birtakım küçük menfaat meseleleri ileri sürerek, diktaya gidişi tasvip etmiş olduğumu iddiaya teşebbüs ediyor.
    mülkiye'de maliye hocamız rahmetli ibrahim fazıl pelin, "maliye vekaleti, devlet gemisinin makine dairesidir" derdi. işte ben, devlet gemisinin bu makine dairesini dokuz yıl idare ettim.
    birçok vazifeleri arasında birinci derecede, milletin hayati ihtiyaçlarına, devlet masraflarına gelir temin etmek, tahsisat yetiştirmekle vazifeli, devlet teşkilatındaki bütün dairelerin kendisinden mutlaka talepte bulunduğu ve bu yüzden faaliyeti bir mücadele halinde saat ve zaman ölçüsüyle kayıtlı olmadan devam eden bir vekaletin başında bulundum.
    söylemek mecburiyetindeyim ki, bu dokuz yıllık vekilliğim esnasında, hükümetimizin iktisadi muvaffakiyeti, iktisaden geri kalmış olan memleketimizin kalkınması, milletimize bu sahalarda müstesna hizmetler ifası için geceli gündüzlü çalıştım.
    yine söylemek mecburiyetindeyim ki, 1946'dan 27. 5. 1960 tarihine kadar mebus ve vekil olarak bulunduğum müddet zarfında, memleketimizde serbest ve muhalif gazete ve mecmualarda, yabancı meleketlerdeki basında, lehimde sayısız yazı intişar etti. bugün içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla bunları toplayıp, bir dosya halinde takdim etmek imkanına malik değilim.
    dokuz yıl müddetle devlet bütçelerini hazırladım. bu bütçeleri tatbik ve icra ettim. bu dokuz yıl içinde 30 milyar liralık devlet gelirleri, 30 milyar liralık devlet masrafları, 15 milyar liralık döviz tahsis ve tediyeleri, milyarlar ve milyarlarca liralık hazine muameleleri, 10 milyarlarca liralık mukavele tetkik ve tasdikleri, yüzlerce milyon liralık devlet emvali, yüzlerce milyon liralık hazine ihtilafları elimden geçti.
    on yıl içinde türkiye'de toplam 93 milyar liralık yatırımlara para ve döviz temin ederek alın teri ve göz nuru döktüm. 93 milyar liralık yatırıma para, döviz, imkan temin etmek diye kolayca ifade ediliverecen bir mevzuun ne demek olduğunu takdirlerinize bırakıyorum.
    türkiye'nin dış borçları, çeşitli beynelmilel teşekküllerden türkiye'nin aldığı dış yardımlar, amerika'dan temin olunan çeşitli nakdi ve ayni yardımlar üzerinde pek çok müzakerelerde bulundum.
    4 ağustos 1958'de tarihimizin en büyük para ameliyesini maliye vekili olarak yaptım ve idare ettim. milyarların bir anda oynadığı para ayarlaması gibi bir mevzuu en ufak bir dedikodu olmadan şerefle neticelendirdim.

    dokuz yıl müddetle içinde bulunduğum ve bir dağ gibi olan bu muazzam para işlerinin yanında şimdi bakınız sayın başsavcı iddianamesinde benim için ne diyor: "yassıada'da görülen birçok davalar sırasında, hasan polatkan'ın, diktanın tahakkukunu ne sebeple arzu ettiği tezahür etmiştir."
    yassıada'da bugüne kadar görülen davalar arasında, benim dahil bulunduklarım vinylex, barbara, ipar, istanbul ve ankara olayları davalarıdır.
    yüksek divan'da uzun celseler tetkik ve rüyet olunan bu davalardan hiçbirisinin diktaya gitmeme ve diktayı desteklememe sebep ve amil olamayacağı aşikardır. sayın iddia makamı, bir türlü mesnet bulamadığı dikta iddiası için bu davalardan meder ummaktadır.
    yirmi yıldan fazla olan bir tanışıklığın verdiği laubalilik havası içinde yazılan ve bir kısmını görüp, okuduğumu dahi hatırlamadığım bir takım yazılara dayanan "vinylex davası"nda, dava dosyasını göremeden, avukatlarımla görüşmek imkanını bulamadan, bu hususta dilekçe de vermiş olmama rağmen bir netice alamadan davanın başlayıp, bitmiş olması bir tarafa, ragıp sipahi'nin ifadelerinin soruşturma sırasında, o günlerin atmosferi içinde, ne gibi vaziyetlerle alındığını, necati dölay'ın tabutluklara kapatıldığını duruşmalar sırasında açıklanınca öğrendik.
    rapıg sipahi ifadelerinde bana verildiği ileri sürülen standard şirketi hisse senetlerini, iş bankası'nda kiraladığı kasaya koyduğunu, bilahare şirketin yıllık umumi heyet toplantısı yapılacağı zaman ticaret vekaleti murakıbının hisse senetlerini görmeyi arzu edeceği düşünülerek iş bankası'ndaki kiralık kasadan alınarak, şirket hesabına konduğunu söylemiş bulunuyor.
    iddianamede, 110 000 liralık diye bahsi geçen, şirket sermayesinin dörtte birinin ödenmiş olmasından dolayı hakikati halde itibari kıymeti 27 500 liradan ibaret bulunan bu hisse senetleri, aramalarda, bende değil, diğer hisse senetleriyle birlikte şirketin kendi kasalarında zuhur etmiştir.
    dava karara bağlandıktan beş altı ay sonra avukatlarım şu delili tespit etmişlerdir: iş bankası'nda, rapıg sipahi'ye ait kiralık kasa, kiralandığı 1958 yılından, ihtilali müteakip açılıncaya kadar bir tek defa olsun açılıp, kapanmamıştır. bu nokta iş bankası defterleri üzerinde mahkemece yapılan tespiti delaille sabit olmuştur.
    davadan sonra tespit olunabilen ve başlı başına bir iadei muhakeme delili olabilecek olan bu hususları heyeti celileniz elbette ki, kararın tefhiminden önce nazara alacaktır.
    "vinylex davası"nda ben suçlu değilim. bunu, vicdanımın derinliklerinden gelen bir sesle daima haykıracağım.
    allah'ın önünde, şaşmaz ve yanılmaz bir hakim olan vicdanım önünde dün de, bugün de tertemiz durmaktayım.
    bir maliye vekilinin ne demek olduğunu, hangi imkanlara malik olduğunu, nasıl bir kudret temsil ettiğini bilmeyen kimseler ancak bir davadan menfaat isnasında bulunabilirler.
    ben böyle bir dava mevzuundan dolayı mı, yoksa, 1950'den önce de maliye vekillerinin her zaman ve her devirde haiz oldukları takdir hakkı kullanılmak suretiyle tahsis olunduğu halde maalesef bilirkişi tamamen hatalı ve maksatlı bir görüş ve izahına dayanılarak görevimi kullanmakla itham edildiğim, mevzuu 4 500 liralık dövizden, yani 500 dolardan ibaret olan "barbara davası"ndan dolayı mı, yoksa bir suçum olmadığı yüksek adalet divanı'nca da tespit olunan ve dava sonunda hakkımdaki tevkif tezkeresi geri alınmış olan "ipar davası"ndan dolayı mı diktaya gidişi ve diktanın tahakkukunu arzu etmiş olacağım?
    refik koraltan'ın barbara isimli mürebbiyeyi almanya'dan getirmesi veya getirmemesiyle ne alakam olabilir ki, bundan dolayı diktaya gidişi arzu edeyim?
    dokuz yıl maliye vekilliği yapan insan, ben, hakiki değeri 27 500 liradan ibaret vinylex, mevzuu 500 dolardan ibaret barbara davalarından dolayı mı diktanın tahakkukunu arzu etmiş olacağım?
    diktanın tahakkuku gibi korkunç bir mevzuda gösterilen mesnetlere hukuki bir iddia diyebilmek mümkün değildir.

    muhterem başkan,
    sayın başsavcı iddianamesinde benim için, ethem menderes'in 21. 8. 1959 tarihli hatıra defterinde kendisinin her fırsattan istifadeyle suiistimallere giriştiğini, yazdığını ve diktayı bu sebeple arzu ettiğimi bildiriyor.
    ethem menderes'in hatıra defterindeki bu esassız, bu çirkin iftirayı, buna istinaden yapılan isnadı şiddetle reddederim.
    önce ethem menderes'in hatıra defterinin 21. 8. 1959 tarihli sayfasındaki yazıyı aynen okuyorum:
    "tukyu, fuat bayramoğlu ırak'a birlikte gitmişler. kasım, ethem menderes'e çok kıymet veriyor, demiş. hükümete mi, sualine, hayır şahsına, demiş. o da bundan istifade etmeli, diyormuş.
    tayyar emre, bütçe mali kontrol müşaviri. polatkan her fırsattan istifadeyle istismar ediyor. zorlu da müştereklerindenmiş. kayseri nato hava meydanı ihalesini telmihle...
    1940-41 ingiltere'nin 30 milyonluk kredisini sefir aras ile ataşe erdelhun mukavaleye verilen malzemeye itiraz hakkımızı koydurmak suretiyle istismar etmişler. tukyu o zaman mali ataşe imiş."
    üç paragraftan ibaret olan yazı, deftere, aynı kalemle, fasılasız olarak bir defada yazılmıştır.
    açıkça görülüyor ki, yukarıdaki sözleri ethem menderes'e söyleyen tukyu'dur. selahaddin tukyu eskiden sağlık vekaleti'nde hususi kalem müdür iken oradan uzaklaştırılmış, serbest çalışmaya, dairelerde iş takipçiliğine başlamış. emniyetle de alaklı bir takım karışık işlerde çalıştığı, bazen bir yarı ajan vaziyetinde olduğu duyulmuş, maliye vekaleti servislerinde iş takip etmesi tarafımdan men edilmiş bir insandı. söylemek mecburiyetindeyim ki, sağlam bir insan değildi.
    işte, defterine yazdıklarının manasını dahi anlamayacak olan ethem menderes'e, hatıra defterindeki sözleri nakleden adam, selahaddin tukyu, böyle bir insandır.
    duruşmalar sırasında muhterem başkan tarafından bizzat okunan hatıra defterindeki bu yazının birinci ve üçüncü paragrafları okunmayarak, yalnız ikinci paragrafıı okunduğu için bu sözlerin selahaddin tukyu tarafından nakledildiğine muttali olamamıştım. bunu, bir hafta önce, hatıra defterlerini tetkik ettiğim zaman anlayabildim.
    defterdeki bu yazıya göre tayyar emre, selahaddin tukyu'ya, "polatkan her fırsattan istifadeyle istismar ediyor. zorlu'yla müşterekler" demiş. bu sözü kayseri nato havameydanı ihalesini telmihle söylemiş.
    önce şunu söyleyeyim ki, "istismar" kelimesi, sayın başsavcının elinde derhal "suiistimal" olmuş. bunu "istismar" kelimesini hafif bulduğum için söylemiyorum. duruşmada, hatıra defterindeki notlar noksan olduğu gibi, iddianamede de, notlardaki "istismar" kelimesi, "suiistimal" haline getirilmiş bulunuyor. bunu tebarüz ettirmek için söylüyorum. hatıra defterinde, kayseri nato havameydanı kastedilerek bir tezvir, bir iftira, bir yalan yazılmış. sayın başsavcı iddianamesinde bu yalanı almış, "her fırsattan istifadeyle suiistimallere giriştiği" şeklinde sokuvermiş. aslında yalan olmakla beraber, bir yazı, bir ifade ve kelimeler sayın başsavcının elinde böylece mahiyet ve mana değiştirirse, savcılık makamına karşı vicdanlarda sarsıntı hasıl olur. takdirini sizlere bırakıyourm.
    selahaddin tukyu, bu ahlaksızca yalanı, tayyar emre'ye atfen söylemiş. ben tayyar emre'yi dürüst bir insan olarak bilirim. selahaddin tukyu'ya böyle bir söz söylemeyeceğine meinim. duruşma sırasında tayyar emre'nin çağrılarak dinlenmesini yüksek heyetinizden talep ettim, fakat nazara alınmadı. tayyar emre dinlenmiş olsaydı, defterdeki bu iğrenç yalan derhal meydana çıkacaktı.
    bu dava münasebetiyle mevzubahis oluncaya kadar kayseri'de bir nato havameydanı yapılmakta olduğundan bilgim yoktu.
    bu inşaatın ve ihalenin maliye vekaleti'yle hiçbir ilgisi olmadığını, ihalenin doğrudan doğruya nafıa vekaleti'yle bayındırlık bakanlığı'yla alakalı bulunduğunu, benim ile kendi arasında bu mevzuda hiçbir temas olmadığını ve konuşma geçmediğini tevfik ileri duruşma sırasında huzurunuzda ifade etti.
    hiçbir kimse bana kayseri nato havameydanı veya ihalesi hakkında müracaatta bulunmadı, bilgi vermedi, mevzu maliye vekaleti'nin alakadar olduğu bir mevzu da değildir. hakikat bundan ibarettir.
    ethem menderes'in yazısının üçüncü paragrafında "istismar" kelimesi bu defa da tevfik rüştü aras ile orgeneral rüştü erdelhun için kullanılmıştır. selahaddin tukyu hayatında bir gün dahi londra'da maliye ataşesi olmadı. anlaşılıyor ki, ethem menderes ve selahaddin tukyu istismar kelimesinin manasını da bilmiyorlar. yüksek adalet divanı'nda menbaı selahaddin tukyu olan ve tahkik de olunmayan bir sözden dolayı mahkum olacak isek, mesele yoktur.
    ben, ilahi adalete inanan bir insanım. allah, ethem menderes'e bir yalanı tahkik etmeden defterine yazmak suretiyle, hayatımı ve hürriyetimi hedef tutan bir davada, haksız yere sebep olduğu bir ithamın vicdan azabını, ömrünün sonuna kadar çektirsin.

    muhterem hakimler,
    sayın başsavcı iddianamesinde, benim için, iktisadi devlet teşekkülleri'nin partizan bir gayretle bir demokrat parti arpalığı haline gelmesini temin mevzuunda çabalar sarf ettiğimi, bu hususun 3. 12. 1959 tarihli grup zaptındaki konuşmalarımdan anlaşıldığını bildiriyor ve bunu da, diktanın kurulmasına, anayasa'nın ortadan kaldırılmasına delil diye veriyor.
    anayasa'nın ilgası, diktanın kurulması gibi çok büyük bir davada, ortaya atılan suçun vahameti değil de, mesnet olarak kullanılan grup zaptındaki konuşmanın isnada uygun olmaması, yani delil yokluğu insanı titretiyor.
    iktisadi devlet teşekküleri'nin partizan bir gayretle demokrat parti arpalığı haline gelmesini temin hususunda çabalar sarf ettiğim hakkındaki isnadı, kemali cesaretle ve şiddetle reddederim.
    zira, hiçbir zaman partizan gayretler sarf eden bir vekil olmadım, partizan düşüncelerle hareket etmedim, iddia makamı bunun aksini ispat edecek bir tek delil dahi bulup, getiremezler ve nitekim getirememişlerdir. yüksek adalet divanı'nda görülen ve partizanca hareketlerle ilgili bulunan davaların hiçbirisine dahil olmaıyşım bu hususta, hakkımda yüksek heyetinize bir kanaat vermiş olacaktır.
    önce şunu arz edeyim ki, maliye vekaleti'ne bağlı olan iktisadi devlet teşekkülü yoktur.
    3. 12. 1959 tarihli grup konuşmasına gelince, bu konuşmanın ne partizanlıkla, ne partizanca gayretlerle, ne de iktisadi devlet teşekkülleri'ni demokrat parti'nin arpalığı haline getirmekle hiçbir alakası ve irtibatı yoktur.
    3. 12. 1959 tarihli grup zaptı tetkik ediliği zaman görülecektir ki, yozgat mebusu ömer lütfi erzurumluoğlu, başvekil tarafından cevaplandırılmasını isteyerek, gruba bir sözlü sorgu önergesi vermiştir. bu önergede şu sualler sorulmaktadır:
    1- iktisadi devlet teşekkülleri ile devlet veya iktisadi devlet teşekkülleri'nin sermayesine iştirak ettikleri amme müesseseleri ve şirketlerinden idare meclisi reis veya azalıklarında, murakıplıklarında vazife gören mebus var mıdır?
    2- varsa, kaç tanedir?
    3- kimlerdir?
    4- hangi tarihten beri vazife görmektedirler?
    başvekil bu sorunun, benim tarafımdan cevaplandırılmasını istemişti. iktisadi devlet teşekkülleri, maliye vekaleti'ne bağlı teşekkül ve müesseselerde, mebuslardan idare meclisi azası veya murakıbı bulunup bulunmadığını da bilmiyordum. mevzuu tetkik ettim, iktisadi devlet teşekkülleri'nin bağlı oldukları çeşitli vekaletlerden ve teşekkül ve müesseselerden bu hususta bilgi istedim ve aldım. şu cihetleri tespit ettim:
    iktisadi devlet teşekkülleri'nde idare meclisi azası veya murakıbı olan mebus yoktu. hazine'nin veya iktisadi devlet teşekkülleri'nin sermayesine iştirak ettikleri, fakat sermayenin yüzde elliden fazlasının hususi sektöre ait bulunduğu birtakım anonim şirketlerde idare meclisi azası veya murakıbı olarak 25 mebus bulunmakta idi. bu 25 mebus, bu anonim şirketlerin hissedarları arasında idiler, azalık veya murakıplığa şirket umumi heyetlerinde hissedarlar tarafından seçilmişlerdi. bundan benim malumatım da yoktu. bu 25 mebustan 5 adedi, kabul ettikleri bu vazifeden bir ücret almadıklarını, bir kısmı da vazifenin ücretini mahalli teşkilata bıraktıklarını ifade etmişlerdi. grupta bu gileri, suale cevap olarak bildirdim.
    müzakerelerde konuşan mebusların bir kısmı, halen mebus olan idare meclisi azası ve murakıpların bu vazifeden ayrılmalarını, yerlerine, seçilemeyerek, açıtka kalan eski mebusların getirilmelerini istemişlerdi. ömer lütfi erzuruluoğlu (grup zaptı, sayfa 11), halil turgut (sayfa 37, 38), kemal özçoban (sayfa 46, 47), kemal serdaroğlu (sayfa 77), atila konuk (sayfa 80) bu şekilde konuşan mebuslar arasında bulunmaktadırlar.
    işte bu arkadaşların isteklerini yerine getirse idim, hususi sektörün hissesi galip olan bir anonim şirkette, kendileri de o şirketlerde hissedar olan ve umumi heyette hissedarlar tarafından idare meclisi azası seçilen mebusların oradan uzaklaştırılmalarına ve yerlerine, seçilemeyip, açıkta kalan eski mebusların zorla getirilmelerine çalışsa idim, o zaman belki partizanca bir iş yapmış olduğum iddiası ortaya sürülebilirdi.
    kaldı ki, hususi sektörün hissesi galip olan bir anonim şirketin umumi heyetinde hissedarlar, aynı zamanda hissedar olan bir mebusu idare meclisi azası veya murakıbı seçerlerse, hükümet buna karışmaya hakkı olmadığı gibi böyle bir seçim, hükümetin kabul ve tasdkikine de bağlı değildir. bu tarzda seçilen bir kimseyi oradan uzaklaştırarak yerine, açıkta kalmış bir mebusun getirilmesi de hükümet emriyle olacak işlerden değildir, zira bu bir tayin değildir. ticaret kanununu hükümlerine göre bir seçimdir. bu vaziyet şudur:
    1- hissedarı, bulundukları anonim şirketlerin, umumi heyet toplantılarında hissedarlar tarafından şirketin idare meclisi azalığına veya murakıplığına seçilen 25 mebus bulunduğuna ömer lütfi erzurumluoğlu'nun sorusuna başvekil adına cevap vermek için tetkikat yapmadan önce vakıf değildim.
    2- bu 25 mebusun idare meclisi azası veya murakıbı olarak seçilmelerinde hiçbir rolün yoktur.
    3- iktisadi devlet teşekküleri, maliye vekaleti'ne bağlı olmadığı gibi, bu teşekküllerde idare meclisi reis veya azası veya murakıbı olarak vazife alan mebus da yoktu.
    4- hissedarlar tarafından, hissedar olduğu için seçilen muebusları azalıktan uzaklaştırarak, onun yerine, mebus seçilemeyen eski mebusları getirebilmek mümkün değildi.
    bu vaziyet karşısında sayın başsavcı, iktisadi devlet teşekkülleri'nin partizan bir gayretle bir demokrat parti arpalığı haline gelmesini temin mevzuunda çabalar sarf ettiğimi nasıl ve hangi delile dayanarak iddia edebilir.
    böyle bir iddia her türlü delilden ve mesnetten mahrum, hakikatten uzak, iddia vasfına dahi layık olmayan bir isnattır. bu yoldan diktayı destekleme düşüncesi ise vahimeden ibarettir.

    muhterem başkan,
    bu mevzuda size partizanlıktan ne derecelerde uzak hareket etmiş olduğumun başka bir misalini de arz edeyim. bu on yıl içinde, benim bazı idare meclislerine aza olarak tavsiye ettiğim kimseler oldu. fakat bunlar iktidar değil, muhalefet safında bulunan insanlardı.
    14 mayıs 1950 tarihine kadar chp mebusları iken ve 1950 seçimlerinde mebus namzedi bulundukları halde seçilemeyerek açıkta kalan ve bazısı vekillik yapmış olan bir kısım chp mebuzlarını, hazirne'nin iştiraki bulunan teşekkül ve müesseselere namzet göstermek, tavsiye etmek suretiyle seçilmelerine yardım ettim. partizan olan, partizanca çabalar sarf eden bir insan, muhalefet partisnin açıkta kalan mebuslarının idare meclislerine seçilmelerini mi temin eder? bu tutum partizanca değil, medeni bir anlayışla hareket ettiğimi göstermez mi? işte hatırımda kalan misalleri isim vererek arz ediyorum:
    1- eski vekillerden kemal satır, iş bankası idare meclisi azalığına;
    2- cevdet gölet, iş bankası idare meclisi azalığına;
    3- cemal gönenç, sümerbank karabük demir-çelik sanayii idare meclisi azalığına;
    4- gafur soylu, emlak kredi bankası idare meclisi azalığına;
    5- amiral fehri engin, emlak kredi bankası idare meclisi azalığına;
    6- ahmet ulus, anadolu ajansı idare meclisi azalığına;
    7- eski vekillerden cavit ekin, sanayi kalkınma bankası idare meclisi azalığına;
    8- eski vekillerden mahmut nedim gündüzalp, sanayi kalkınma bankası idare meclisi azalığına;
    9- necmi osten, emlak kredi bankası idare meclisi azalığına;
    10- abdurrahman melek, tc merkez bankası idare meclisi azalığına;
    11- akif iyidoğan, denizcilik bankası murakıplığına yardımlarım neticesinde seçilmişlerdir. kayıtlar gözden geçirildiği takdirde bu misalleri çoğaltmak mümkündür. partizanlık bu mudur?

    çok muhterem hakimler,
    bu bahiste, sayın başsavcının iddianamesinde yer yer, dikta rejimi tesis için, partizanca gidişe, partizan idare kurulmasına dair umumi ithamlar ileri sürülmekte, kararnamenin muhtelif kısımlarında da aynı mevzua temas olunmaktadır.
    kararnamede ve iddianamedeki bu ithamlar doğrudan doğruya benim şahsımı hedef tutmamakta, umumi olarak ileri sürülmektedir. ancak, partizanlık, dikta rejimini tesis için takip edilen bir yol olarak gösterildiği için partizanca gidişle uzaktan veya yakından en küçük bir irtibatım olmadığını, maddi vakalar zikrederek ayrıca arz edeceğim.

    muhterem başkan,
    a: bir maliye vekili, son derece geçim sıkıntısı çeken bir aile reisi gibi daima dertlidir. açıkça söylemek icap ederse, maliye vekili olarak, bu sıkıntılı ve dertli halimden, maliye vekaletinde insan takatinin üstündeki çalışmalarımdan başımı kaldırıp, dikta rejimin kurulması gibi ferahlık verici bir vakte sahip değildim.
    kararnamenin ve iddianamenin umumi ifadeleri ne şekilde olursa olsun, hiçbir zaman partizan, müfrit görüşlü, müfrit davranışlı bir politikacı olmadım. bu hususta söylenecek en hafif söz dahi benim için insafsız bir isnattan ibaret olur. partizan bir idare kurmak, partizan bir idareye mensup olma, idareyi partizan bir şekle intikal ettirme gibi iddialar ve ithamlar benim için haksızdır, yersizdir ve benden uzaktır.
    kendisine daima biraz korkuyla karışık hisle bakılan, hususi bir vukuf isteyen mali kanunları, kararları, talimatnameleri vatandaşlara, mensup oldukları siyasi partiye veya taşıdıkları siyasi akideye göre değil, tam bitaraflıkla tatbik ettim.
    bitaraflıktan ayrılsa idim, siyasi müfrit ve partizanca düşüncelere ve telakkilere sahip olsa idim, mali mevzuat kolay bir tazyik vasıtası olurdu. menfaatlerı zarar gören insanların pek çoğu da siyasi kanaatlerini kolayca değiştirebilirlerdi.
    fakat ne işbaşında bulunduğumuz zaman, ne de her türlü iddiaların ve tezvirlerin insafıszca ve korkusuzca ortaya atıldığı 27. 5. 1960 tarihinden sonra bir tek vatandaş dahi ortaya çıkarak, benim partizanca, taraf tutmak suretiyle veya adaletsiz hareket ettiğimi veya kendisinin muhalefete mensup olmasından dolayı mali mevzuatla tazyik olunduğunu, maliye müfettişleri veya hesap uzmanları vasıtasıyla teftişler yaptırılarak tazyik edildiğini, kendisine haksızlık edildiğini, şikayetlerinin nazara alınmadığını veya haksız mali cezalara maruz bırakıldığını ileri sürmemeiştir ve süremememiştir.
    malite teftiş heyeti'ni ve hesap uzmanları kurulu'nu bir tazyik ve haksızlık vasıtası haline hiçbir zaman getirmedim. bu kurullara karşı olan itimat ve emniyetin soruşturma kurulunda bulunan emekli veya muvazzaf maliye müfettişleri ve hesap uzmanları, hakkımızda talep edilen ölüm cezalarının altında, bir muhasebe defterinin altına imza atar gibi, hiçbir endişe duymadan imza atabiliyorlar.
    b: vatandaşlara parti farkı gözetmeksizin müsavi muamele yaptığım gibi türkiye büyük millet meclisi'nde de iktidara mensup mebuslar ile muhalefete mensup olan mebuslara da seyyanen ve müsavi muamelede bulundum.

    1957 mebus seçimlerinden sonra büyük millet meclisi'nde 170 küsur chp mebusuna mukabil, 400 küsur dp'ye mensup mebus bulunduğu halde yabancı memleketlere turist olarak seyahat eden chp mebuslarının nispeti, dp mebuslarının nispetinden daha fazla idi. bu seyahatler için iktidara ve muhalefete mensup mebuslara, sureti umumiyede müsavi miktarda, beher seyahat için her birine azami dörder bin liralık döviz tahsis olunmuştur. eşleriyle seyahat edenlere de ayrıca ikişer bin liralık ilave yapılmıştır.
    sayın başsavcı, huzurunuzda, demokrat partili mebusların on yıl zarfında almış oldukları dövizlerin yekun halinde listesini okudular. bu listeye nazaran, büyük yekunlara baliğ olan miktarda döviz almış görünen mebuslar mevcuttur.
    döviz veren bir vekaletin başında bulunmuş olmam dolayısıyla burada kısa bir açıklama yapmayı zaruri görmekteyim.
    tetkik olunduğu takdirde görülecektir ki, yekun halinde büyük bir döviz almış görünen mebuslar, kamilen, azası bulunduğumuz avrupa konseyi parlamentolar birliği gibi toplantılara, tbmm'yi temsilen gidip gelen mebuslardır ve almış göründükleri dövizler de aldıkları resmi harcırahlara taalluk etmektedir.
    bundan başka yine bu yekun içinde çocuk esirgeme kurumu, türk hava kurumu, kızılay gibi kurumların veya çeşitli müesseselerin ve teşekküllerin, azası bulundukları beynelmilel kuruluşların davetlerine veya kongrelerine temsilen iştirak eden mebuslara verilen ve tutarları temsil ettikleri krurumlar tarafından ödenen harcırahlara ait dövizler de mevcuttur.
    ne sebep ve bahaneyle olursa olsun mebusların aldıkları dövizler toplam bir yekun halinde gösterilmiş ve zımnen turistik seyahat dövizleri gibi manalandırılmaya çalışılmıştır.
    tarafımdan alınmış görünen dövizlere gelince, on yılın, dokuz yıldan fazlası vekillikte geçmiş olduğu için bir işsiz insan, bir turist gibi keyif için seyahatlere çıkmadığımı söylemeye lüzum yoktur.
    dosyadaki listeleri tetkik ettim. alınan dövizler hükümetimizi temsilen katılmış olduğum beynelmilel banka ve beynelmilel para fonu toplantıları, oecd toplantıları gibi resmi toplantılara iştirak harcırahından ibarettir. listelerde, harcırah avansı miktarları ile bu avansların mahsubuna ait muamelelerden de bunu açıkça görmek ve anlamak kabildir.
    sayın başsavcı, hükümet adına toplantılara iştirak ettiğimizi mi hoş görmüyor, yoksa bu resmi toplantılara iştirak olunduğu halde harcırah almamızı mı hoş görmüyor, yoksa harcırah olarak neden döviz aldınız da türk lirasıyla gitmediniz mi demek istiyor; yoksa müphem bir ifadeyle yanlış bir zehap mı uyandırmak istiyor, bilmiyorum.
    dosyadaki listede chp'ye mensup mebusların ancak bir kaçının isimlerini görebildim. halbuki chp mebuslarından yabancı memlekete seyahate çıkanların nispeti, iktidar mebuslarından seyahate çıkanlardan fazladır. iktidar partisi mebuslarına ne miktar döviz verilmiş ise, muhalefet mebuslarına da aynı miktarda döviz verilmiştir. burada isimlerini saymayacağım bir kısım chp mebusları, çeşitli mazeretleri sebebiyle, iktidar mebuslarının bir seyahat için ve bir defada aldıkları döviz miktarından çok daha fazlasını almışlardır. kambiyo kayıtları tetkik olunduğu takdirde açıkça görülecektir.
    ne bedelsiz ithal mevzuunda, ne dış memleketlere seyahat mevzuunda, ne de diğer hususlarda muhalefet ve muvafakat mebusları arasında hiçbir tefrik yapılmamış, aynı ölçülerle hareket olunmuş ve bu hususta da muhalif veya muvafık hiçbir mebus tarafından, bugüne kadar hiçbir şikayet veya tarizde bulunulmamıştır.

    büyük başkan,
    c: maliye vekili sıfatıyla iktidar ve muhalefete mensup vatandaşlara, iktidar ve muhalefete mensup mebuslara farksız ve müsavi muamele yaptığım kanunları, kararları, talimatları seyyanen tatbik ettiğim gibi maliye vekaleti kadrosu içinde de partizanca düşüncelerle değil, medeni bir anlayışla hareket ettim.
    maliye vekaleti'nin en üst kademelerinde vazife almış olan bir kısım memurların muhalif partilerin mebus namzedi olarak seçimlere girmiş ve kaybetmiş olmalarına rağmen siyasi kanaatları, vazifelerine tesir etmedikçe, vazifelerinde bitaraflıktan ayrılmadıkları müddetçe, siyasi düşünce ve temayüllerinden dolayı vazifelerinden uzaklaştırılmadıkları gibi, haklarında en küçük bir idari muamelede yapılmamıştır. misallerimi arz ediyorum:
    1) maliye vekaleti müsteşarı said naci ergin, 1950 seçimlerinde chp'nin niğde mebus nemzedi bulunduğu ve seçimi kaybettiği halde, dokuz yıllık vekilliğim esnasında, maliye vekaleti'nde 27. 5. 960 tarihine kadar müsteşar muavini, bütçe ve mali kontrol umum müdürü, müsteşar olarak vazife başında kalmıştır.
    2) istanbul defterdarı şefik kazım yur, 1950 seçimlerinde manisa chp mebus namzedi olduğu, seçimi kaybettiği halde, 27 .5. 1960 tarihine kadar muhtelif vazifelerde ve istanbul gibi bir vilayetin defterdarı olarak işbaşında bulunmuştur.
    3) milli emlak umum müdürü celal erçoklu, 950 seçimlerinde sivas chp mebus namedi bulunduğu ve seçimi kaybettiği halde, yıllarca sonra, vefatına kadar vekalette, milli emlak umum müdürü, tetkik heyeti reisi olarak vazife görmüştür.
    4) bütçe ve mali kontrol umum müdürlüğü müşaviri tayyar emre, 1957 seçimlerinde tunceli chp mebus yoklamasına girerek kaybettiği halde, tarafımdan yine vazifesi başına getirilmiş ve 27. 5. 1960 tarihine kadar da işbaşında kalmıştır.
    5) maliye temyiz komisyonu reisi arif arıkan, chp lehindeki konuşmaları şikayet mevzuu olmasına rağmen kendisi bizzat tarafımdan ikaz edilmiş; siyasi kanaatlerini bu şekilde izhar etmesinin bitaraflıktan ayrıldığı ve siyasi kanaatlerinin vazifesine tesir ettiği intibalarını ve şikayetlerini doğurabileceği bildirilmiş, fakat vazifesinden uzaklaştırılmamış, 27. 5. 1960 tarihine kadar işbaşında kalmıştır.
    bu misalleri çoğaltmam mümkündür. ben sadece, vekaletin en üst kademelerinde bulunanlara ait misalleri vermekte iktifa ediyorum.
    partizan idare kurmakla itham edilerek süngülerin gölgesinde ve parmaklıkların arkasında bulunduğumuz bir sırada bu misalleri hatırlamak tatlı bir hayale dalmak gibidir. bu ithamlara vereceğim cevap şudur: maliye vekaleti'nde hakim kılmış olduğum bu derece müsamahalı, bu derece medeni, bu derece partizanlık düşüncelerinden uzak bir havanın, o vekaletin içinde bunda sonra da devam edebilmesini samimiyetle temenni ederim.
    d: partizan bir zihniyet taşıyıp taşımadığımı gösterecek olan konuşmalarıma gelince, türkiye büyük millet meclisi'nde olsun, demokrat parti grubunda olsun, parti kongrelerinde, mitinglerinde ve toplatılarında olsun, mali ve iktisadi mevzulara taalluk etmeyen, mali ve iktisadi politikanın dışında olan hiçbir konuşmam yoktur. bütün zabıtlar elinizdedir. bu maruzatımın aksine bir tek misal bulup, ortaya koymak mümkün değildir. böyle bir misal bulunsa idi, sayın iddia makamı bu fırsatı kaçırmazdı.
    e: muhalif ve tarafsız olanlar da dahil olmak üzere basının, maliye vekili bulunduğum müddetçe, maliye vekaleti'nin faaliyet sahasına giren mevzularda hiçbir şikayeti de olmamıştır. muhalif ve tarafsız olanlar da dahil olmak üzere, bütün basın mensuplarına tam bir tarafsızlıkla hareket ettim.

    demokrat parti iktidarına muhalefet eden, aleyhte en şiddetli yazılar yazan gazete ve mecmua sahipleri, yabancı memleketlere seyahet etmek için döviz talebinde bulundukları zaman, muhalefet partisine mensup olmalarına veya iktidara muhalif bulunmalarından, hükümet aleyhinde şiddetli yazılar yazmalarından dolayı kendilerine, döviz tahsisinde menfi cevap verilmemiş, talep ettikleri miktarda en küçük bir azaltma yapılmaksızın aynen verilmiştir.
    iktidar aleyhinde tenkitlerin en şiddetlendiği 1959 ve 1960 yıllarında, akis, ulus, cumhuriyet, yeni sabah, dünya, hürriyet, vatan, milliyet, akbaba gibi gazete ve mecmuaların mensuplarına, sahiplerine ve başyazarlarına talep ettikleri miktarlarda döviz aynen verilmiştir.
    refik koraltan'a tahsis olunan 500 dolar, "barbara davası" namı altında, bir ihtilal sonu, yüksek adalet divanı'nda, aleyhinde bir dava konusu oldu. halbuki, 1959 ve 1960 yılında, bir tek seyahat için akis sahibi metin toker'e 1 000 dolar, yeni sabah sahibi safa kılıçlıoğlu'na 1 000 dolar, hürriyet sahibi haldun simavi'ye 1 000 dolar, erol simavi'ye 1 000 dolar, cumhuriyet sahiplerinden nadir nadi'ye 5 000 liralık, doğan nadi'ye 5 000 liralık, dünya sahibi bedii faik'e 4 500 liralık döviz tahsis ettiğimi hatırlamaktayım. akbaba sahibi yusuf ziya ortaç'a, milliyet sahibi ercüment karacan'a, ahmet emin yalman'a da talep ettikleri miktarlar aynen verilmiştir.

    muhterem başkan,
    zihniyetimin, iş tutumumun, hareketlerimin ve konuşmalarımın kısaca tablosunu çizmiş bulunuyorum.
    bu vaziyet karşısında, partizan bir idare kurma, partizan bir şekle intikal ettirme, vatandaşları iktidar partisine mensup olup olmama gibi tefrike tabi tutularak amme hizmetlerinden ve her çeşit hak ve statülerden istifadesini bu esasa göre tespit ve tayin etme gibi iddialar, isnatlar, ithamlar bana fersahlarca uzaktır.
    bu inanış ve bu tutumda olan bir insanın, muhalefet partilerini yok etmeye, demokrasiyi ortadan kaldırmaya, dikta rejimini tesise yardımcı olması iddiaları benim için, ancak tebessümle karşılanmaya değer bir espriden ibarettir.
    burada şu noktaya da temas etmek mecburiyetindeyim. yukarıda arz etmiş olduğum zihniyetin, iş tutumum ve davranışlarım karşısında, ne devlet reisi, ne de hükümet reisi dokuz yıllık vekilliğim esnasında bana, mutedil hareketi terk etmem, muhalefetin mebus namzedi olarak seçime katılan memurları tasfiye etmem, partizanca davranışlarda bulunmam, iktidara mensup olmayan vatandaşlar üzerinde bir tesir ve tazyikte bulunmam hususunda en küçük bir telkinde veya tavsiyede bulunmadılar.
    bir diktaya gidiş olsa idi, maliye vekaleti gibi bir vekaletin başında dokuz yıl bulunan bir insana karşı hareket tarzlarının böyle olmaması icap ederdi.

    bir kısım arkadaşlar yüksek huzurunuzda başvekille olan münakaşalarını veya başvekile olan mukabelelerini naklederek, bundan netice çıkarmaya çalışıyorlar.
    bendeniz sizlere, mali ve iktisadi politikada başvekille şu şekilde münakaşalar yaptım, şu tarzda mukabelelerde bulundum diye misaller zikredecek değilim.
    zira, bütün bir devlet teşkilatının kendisinden mütemadiyen para, döviz imkan talebinde bulunduğu maliye vekaleti gibi bir makamda, sadece ve sadece evet demek suretiyle mücadelesiz olarak oturmaya imkan yoktur. fakat münakaşalarımı, muhalefetlerimi, hükümetin içindeki vazifemin tabii bir icabı saymaktayım. içinde vazife aldığım hükümetler hatasıyla sevabıyla tarihe intikal etmiştir. başvekille olan münakaşalarımın misallerini ileri sürerek o misallerden medet umacak da değilim.

    büyük başkan,
    bugün kararname ve iddianame, on yıllık maziye ait, iyi olan her şeyi yok etmeye uğraşıyor. eserler, rakamlar, inanışlar, hadiselerin sebepleri, hizmetler, iyi niyetler, vatanperverane duygular her şey ve her şey nisyana gömülmeye, silinmeye çalışılmakta, bunların yerine hayali korkunç maksatlar, hayali büyük suçlar ve ağır cezalar ikame edilmeye uğraşılmaktadır.
    iktidarda gaye ve hedef, milletin ileri ve müreffeh bir seviyeye ulaştırılmasıdır. burada oturanlar, bizler, kaderin sevkiyle huzurunuzdayız. zira her karış vatan toprağında meydana getirilen ve her biri bir iktisadi kudret kaynağı olan bunca muazzam eserlerden, milletimizin ileri ve müreffeh bir seviyeye ulaştırılması için yapılan bunca muazzam gayretlerden sonra şimdi parmaklıkların arkasındayız.
    sayın başsavcının iddianamesinde, devlet idaresinde tecrübesizler diye bahsettiği bu insanlar, on yıl içinde, bu milletin tarihinde temel tesisler ve iktisadi abideler olarak kalacak olan 94 milyar liralık yatırım yapmışlar; limanlar, barajlar, silolar, enerji santralleri, fabrikalar gibi sayısız eserler meydana getirmişlerdir.
    şimdi, hukuk profesörü hüseyin naili kubalı'nın ağzında, yüksek huzurunuzda bir şeker fabrikası misali verilmek suretiyle şayanı esef bir tarzda istihza mevzuu yapılsa da yapılmasa da bütün bu eserler büyük türk milletinin sinesinde yer almıştır.

    muhterem başkan,
    muhterem hakimler,
    müdafaam bitti. önümde yol burada ikiye ayrılıyor: birincisi hukuk yolu, ikincisi ölüm yolu...
    bana hangi yol gösterilecek... vicdanlı hakimler, kararınız sadece benim şahsımı, fani olan hasan polatkan'ı alakadar etmekle kalsa idi, kararınız, günlük olarak yapılan ve ertesi gün unutulan işlerden olsa idi, birinci veya ikinci yolun gösterilmiş olmasının sevinci de, ıstırabı da sadece beni alakadar ederdi.
    halbuki, istinafı ve temyizi olmayan, nihai ve kati olan kararınız tarihlere geçecektir... hukuk tarihine, siyaset tarihine, insanlık tarihine geçecek...
    kararınızla türk halkı, insanlıkla alakalı, iyi niyetli dünya halkı toptan alakalanacak. eminim ki kararınız fena kalplileri meyus edecektir. yine eminim ki, iddia makamını işgal edenler de, taleplerine rağmen, kararınızdan memnun olacak insanlar arasında bulunacaktır.
    bizler bugüne kadar çok ıstırap çektik. sizler de hakka ve hakikate vüsul için çok zahmet çektiniz, çok yoruldunuz.
    bendeniz, ceza kanunu'nun şu maddesinden veya bu maddesinden bahsedecek değilim. kararnamede ve iddianamede bahsi geçen maddelerin bana temas eden, beni alakadar eden bir tarafı yoktur. çünkü ben suçlu olmadığım için yüksek heyetinizden bir atıfet değil, kanunun gereği, benim hakkım ve sizlerin de adalet anlayışımızın icabı olan tarihi kararınızı bekliyorum. bu kararınıza da kendisine inanan insanlara has, tam bir huzur ve imanla karşılamaya amadeyim.
    tanrı, kararlarınızda size yardımcı olsun ve sizi kararlarınızda isabetli kılsın.

    hasan polatkan
    2. 8. 1961
    (pul ve imza)"

    kaynak: hulûsi turgut, yassıada'da yaptırılmayan savunmalar - menderes, zorlu ve polatkan'ın kendi el yazılarından savunmaları (doğan kitap, 4. baskı, syf 186-218, isbn: 978-975-293-586-0)

    tarafımdan kitaptan bakılarak aktarılmış, yazarın yaptığı düzeltme ve açıklamalar herhangi bir telif hakkına müdahale olmaması açısından çıkarılmıştır. olabildiğince hatasız girmeye çalışmış ve tekrar kontrol etmiş olmama rağmen yazım hataları olabilir. bunun için özür dilerim. bildirirseniz düzeltmekten memnun olurum.

    ayrıca "...mahkemeye sunulmuş savunma, ilgili belgeler kamuoyuna açık ve mahkeme dosyasının bir parçası olduğundan..." tamamının aktarılmasında herhangi bir sakınca görülmemiştir. umarım öyledir.
16 entry daha
hesabın var mı? giriş yap