23 entry daha
  • tek kelimeyle yabancı düşmanlığı’nın (xenophobia) toplumsal izdüşümü üzerine bir başyapıt. rainer werner fassbinder’in 1974'de yönetmenliğini üstlendiği, brigitte mira ve el hedi ben salem’in başrollerini üstlendiği batı almanya yapımı bir film. filmin adı gramatik olarak bilinçli bir şekilde yanlış yazılmıştır. doğrusu “angst isst die seele auf” olan bu ifadenin türkçeye çevirisi “korku ruhu kemirir” yerine “korku ruhu kemirmek” şeklinde yapılılarsa daha doğru olur. artikel ve fiilin yanlış kullanımı yabancıyı “normal” almandan ayıran en önemli unsurdur. anlaşılan yönetmen dil üzerinden bir şeyler söylüyor.

    emmi 60 yaşında dul bir temizlikçidir ve kendi dairesinde çocuklarından ayrı bir yaşamı vardır. çocukları aynı şehirde olmalarına rağmen ondan bir hali uzaktırlar. yağmurlu bir gecede tesadüfi yada bilerek sığındığı yabancı işçilerin takıldığı bir barda bir kola siparişi verir. fonda bir arap müziği çalmakta ve barın sahibi barbara barda oturan ali’ye emmi ile dans etmesini önerir ve ali de bunu kabul ederek emmi’yi dansa kaldırır. iletişim garip olduğu kadar beklenmediktir de. ali fas’tan almanya’ya gelen 30lu yaşlarının sonunda bir misafir işçidir ve bir araba tamirhanesinde çalışmaktadır. danstan sonra emmi’yi evine bırakır ve birkaç konyaktan sonra emmi ali’ye evinde kalmasını önerir ve aralarında bir aşk gelişir, ardından evlenirler.

    ali bu ilişkiyle iki şeyi yapmıştır. birincisi, tanıdık olan ile yabancı arasındaki sınırı delerek toplumsal benin duvarlarını yıkar. ikincisi emmi ile dâhil olduğu yalnızların dünyasında mutluluğun temsilcisi olur ve kendini tüm yalnızların hedefine koyar. yabancı ve üstelik mutluluk kaynağı olan ali kısa sürede toplumsal benin nefretini üzerine çekecektir. emmi’nin apartmandan komşuları, çocukları, iş arkadaşları ve bakkalı ali ile olan ilişkisini kabullenmez ve ali ile olan ilişkisini bozmak için ellerinden geleni yaparlar. nefret ali’nin üzerine yönelmiştir.

    bu sadece yakında olanların nefreti değildir, yabancı olanın sınırı ihlal etmesine yönelmiş toplumsal bir nefrettir de. bunu en iyi yansıtan sahne ali ve emma’nın çay bahçesinde oturdukları sahnedir, sadece kendilerinin oturduğu bu kocaman yerde kendilerine mekanın sahibi ve garsonların bakışları katlanılamazdır. ali olaydan rahatsız olduğunu “bize bakıyorlar” şeklinde dile getirse de, emma ona aldırmamamsını söyler. fakat bakışlar o kadar güçlü ve bozucudur ki, emma dayanamaz ve duygularını itiraf eder: “bir yandan çok mutluyum, ama artık diğer yandan katlanamıyorum.” dünyada yalnız ikisi olmalarını diler, toplumsal benin kendi öznesine yaptığı muazzam baskıdır bu. “umurumda değilmiş gibi yapıyorum hep, ama öyle değil umurumda bu beni öldürüyor” der emma, toplumsal benin baskısı katlanılamazdır.

    yabancı düşmanlığının salt şiddet üzerinden işlemediğini gösteren muazzam bir sahnedir bu. gözle baskı kurmak, bakmanın dışlayıcılığı, gözün nefreti şiddetten aşağı kalmaz. gülmek bile bir baskıya dönüşür, emma’nın “pis pis yüzüne gülenler” ona şiddetin en acısını çektirirler. ötekine yönelik şiddet eylemi bastırılan bilinçaltına itilen hitler sonrası almanya’sının yabancı düşmanlığı bakmak ve gülmek üzerinden iletilir. emma’nın iki kez ısrarla ali’ye hitleri biliyor musun diye sorması belki de bu yüzdendir, kendi toplumu hakkında ipucu verir ali’ye.

    yabancı toplumsal benin sınırlarına dahil olduğu zaman onu ayırt eden geri kalandan ayırt eden tüm dahil olmaya rağmen yabancı olarak bırakan bir çok şey vardır. bunların ilki filmin adındaki yanlış yazımdan da anlaşılacağı üzere dildir. ali ve bakkal arasındaki diyalog bunu açığa çıkarır. bakkal ali’ye “git biraz almanca öğren öyle gel” der. fakat yönetmen bakkal ve ali arasındaki iletişim konusunda muazzam bir ayrıntıyı sunar. ali ve emma tatilden döndüklerinde bakkal ve karısı arasındaki konuşma onların iyi bir müşteri oldukları ve onları yeniden kazanmak üzerinedir. bakkal bu nedenle nefretini içine atar ve ali’ye karşı sahte gülümsemesini takınır. kapitalizm yabancı düşmanlığının tek maskesidir, ortadan kalktığında (yabancı olanla toplumsal ben arasındaki kapitalist ilişki ortadan kalktığında) yanabcı düşmanlığı açığa çıkacaktır. bu tam da hannah arendt’in avrupa’da yaygınlaşan yahudi düşmanlığı’nın (antisemitizm) nedenlerini analiz ederken vardığı sonuçtur. yahudiler ve avrupalılar arasındaki kapitalist ilişki sona erdiğinde bir fazlalık olarak ortada kala kaldıklarında dışlanmışlar ve nefret kendilerine yönelmiştir.

    yabancı düşmanlığı’nın zirve yaptığı en can alıcı sahne emma’nın eve getirdiği arkadaşlarına ali’yi inceletmesidir. mutlak öteki her şeyiyle yabancı ali’nin kaslarını inceleyen misafir kadınları ali’nin duş alıp almadığını dahi sorarlar. bu ali için mutlak ötekileştirilmedir ve artık emma ile olamayacağını anlayarak evden ayrılır. emma’nın bu sahneye yani ali’yi inceleme sürecine dâhil olması ali’nin gözünde onu toplumsal bene eklemleyen tek şeyin de ortadan kalkması anlamına gelir ve mutlak yabancı olduğu ortamdan ayrılır. bu sahne emma’nın da ötekine yönelik bakışını ifaş eder. özellikle ilk sahnede bara gelme gerekçesini “içeride hep ne olduğunu merak ettiği” şeklinde açıklaması ile birlikte düşünüldüğünde, emma’nın da yabancıyı öteki olarak kabul ettiği anlarız. merak ve ihtiyazç üzerinden işleyen bu yabancı muhataplığı, diğerlerinin bakış ve gülme üzerinden işleyen yabancı düşmanlığından daha mı masumdur?

    yalnızlığına çare arayan emma tekrar ali’yi ziyaret eder ve tek önemli şeyin birlikte olmaları olduğunu ve onu istediğiyle yatmak da dâhil sürekli kendi dünyasına gidip gelebileceği söyler. bu ali’nin emma’nın ihtiyacı ölçüsünde toplumsal bene dâhil olmasıdır ve ali yine yabancıdır. çözüm ihtiyaç temelinde toplumsa benin alanına dahil edilerek bulunmuştur ve asla “mutlak” entegrasyon yoktur.
48 entry daha
hesabın var mı? giriş yap