19 entry daha
  • zoe kazan bir röportajında "onu eleştiriyorlar, ama bir empati yapsınlar. o dönemler zor dönemlerdi. film çekmek, bir filmi kotarmak giderek zorlaşmaktaydı. sen olsan ne yapardın o zaman?" diyerek dedesini savunmuştu. elia kazan'ın ihaneti sanırım hollywood'ta en çok konuşulan ve bilinen olaylardan bir tanesi. yıl oldu 2013, hala bu konu hakkında konuşuluyor ve bu gayet normal bir şey. kimileri zoe kazan gibi "başka seçeneği yoktu. ya tanıdığı komünistlerin adlarını verecekti, ya da onu o yapan sinemayı bırakacaktı. asıl kızılması gereken kişiler onları birbirlerine düşürenlerdir" şeklinde kazan'ı savunurken kimileri de "ne olursa olsun arkadaşlarına ihanet etmemeliydi" demişti. bu olaydan yıllar sonra oscar onur ödülünü aldığında oradaki sinemacıların bazıları ayağa kalkıp onu alkışlarken bazıları sert bakışlarla yerlerinde oturmaya devam ettiler, yıllar yıllar önce işlediği bu günah yüzünden kendisinden nefret ettiler. öncelikle ilk taşı günahsız birisi atmalı. "davaya, arkadaşlarına ihanet ettin" diyenlerin kaçı kazan'ın durumuna düşseler arkadaşlarını satmayıp sinemadan (ödül törenlerinden, yemeklerden, zenginlikten, kadınlardan) vazgeçmeyi tercih edecekler acaba? zoe kazan'ın dediği gibi zor dönemlerdi o dönemler. tabi ki doğrusu arkadaşlarını satmamaktı. ne yazık ki kazan yanlışı tercih etti, baskılara dayanamadı ve arkadaşlarını ifşa etti.

    bu olaydan sonra haliyle çokça eleştirildi. o da kendisini temize çıkarmak için on the waterfront'u çekti. filmin merkezine kendisi gibi arkadaşlarına ihanet eden bir adamı yerleştiriyor ve onun hikayesini anlatıyor. güçlü bir film şüphesiz. lakin verdiği mesajlar da pek iyi değil. kapitalizmi öve öve bitirememesi, kiliseyi yüceltmesi filmden çok şey alıp götürüyor. kazan ihanetinden sonra çektiği bu filminde de devlete yaranmaya çalışıyor. devleti hiçbir şekilde eleştirmiyor, onun yerine sendikaları eleştiriyor.

    gelelim ayrıntılara. kapitalizme toz kondurmuyor dedik. nereden anlıyoruz bunu? sendikayı yöneten gangster bozuntusuna finalde ders veriliyor. aslında hapse atılması gerekirken atılmıyor, ama pençeleri sökülüyor. en ufak bir suç işlemesi halinde hapsi boylayacak duruma geliyor. bu yüzden silahları alıp kasaya atıyor. sonrasında da işçilerin maskarası oluyor. eden cezasını buluyor. ama onun yerini bir başkası alıyor, başka bir patron alıyor onun yerini. değişen hiçbir şey yok yani. kapitalizm işçileri tüketmeye, onları sömürmeye devam edecek. işçilerin hiçbir şey kazanmadan tersaneye girmelerinden sonra kamera rahibin yüzünü gösteriyor. rahip gülümsüyor, yönetmen kapitalizmi eleştirmemiş, tam tersine kapitalizmin işlemeye devam edişini mutlu son olarak resmetmiş. asıl takıldığım nokta işçileri finalde mutlu göstermesi. lakin hiçbir kazançları olmadı dava sonrasında. yani gene üç beş kuruşa çalışacaklar, gene ezilecekler, gene hor görülecekler, gene tekmeyi yiyecekler. buna rağmen yönetmenin bir mutlu son havası yaratması birilerine yaranmaya çalıştığı izlenimini yaratıyor. sonrasında zaten oscarları götürüyor. o oscarlar arkadaşlarına ihanet ettiği için mi teslim edildi, yoksa hak ettiği için mi, bilemeyeceğiz. güçlü bir film on the waterfront. ama bazı şeyleri yansıtmaması veya yanlış yansıtması, yanlış şeyleri doğru göstermesi filmin değerini azaltıyor kanımca.

    kitlenin davranışları ise hakikaten çok enteresan. johnny dayak yerken hiçbir şey yapmıyorlar, sonra bir şey yapmaya yelteniyorlar ama devamını getirmiyorlar. sonra "johnny yoksa biz de yokuz" diyorlar ama bu olaylardan önce johnny yanlarına geldiğinde patrona ihanet ettiği için ona düşmanca bakıyorlar. birlik olup onları ezene karşı çıkamıyorlar, birer birer yok edilmeyi bekliyorlar. aralarından iki kişi öldürülmesine rağmen bir şey yapmamaları enteresan. kısacası işçilerin yansıtılmalarında da sorunlar var.
46 entry daha
hesabın var mı? giriş yap