1 entry daha
  • sabahın sekiz buçuğunda, güne gözlerini o'nun yatağında, o'nun yastığının kokusunu içine çekerek açtı. güne daha güzel bir başlangıç olabilir miydi? olurdu elbet, yanında o olsaydı.

    bir önceki günün akşamında, saat tam yedi buçukta şehrin en merkezi istasyonunda onunla buluşmuştu. "tanıdık birilerine" görünmekten çekinerek, sahile doğru yürümeye başlamışlar; pubları, restoranları ve hala açık olan ışıltılı küçük butikleriyle, en cıvıltılı saatlerini geçirmekte olan ara sokaklardan birine dalmışlardı. karşılarına çıkan küçük ve mütevazi bir fransız restoranı, ilk görüşte akıllarını çelmişti.

    sokakla ve insanlarla iç içeydi oturdukları masa, sofralarında ise balık, kalamar ve beyaz şarap vardı. zaman ve mekan kavramını yitirmişti, şarabın sarhoşluğu değil, o'nun sarhoşluğuydu bu. o'nun ağzından, kendine özgü aksanıyla çıkan ingilizce kelimeler damarlarında dolaştıkça başı dönüyordu. çoğunlukla dinlemiyordu, yalnızca duyuyordu. çoğunlukla izliyordu, mimiklerini, ciddiyetini, şaşkınlığını, gülüşünü, yüzündeki çizgileri, o'na ait her şeyi ama her şeyi, o'nu bir ay sonra böyle yakından izleyemeyecek olmanın telaşıyla hafızasına kazımaya çabalıyordu.

    şarap bittiğinde, saat on buçuğa geliyordu. aklını okur gibi, "eve gitmiyoruz değil mi?" diye sordu. "gitmiyoruz." hep yaptığı gibi, plansız, anlık kararlarla hareket ediyordu, onunsa hiçbir itirazı yoktu. nereye gideceklerini dahi sormadı. yalnızca ayağa kalktı, yeniden yürümeye başladılar. sakin bir pub'da, siyah bira içerek bir saat daha geçirdiler beraber.

    o eve yürüyerek dönecekti, öteki ise, başını camına yaslayıp o geceye ait bütün detayları bir bir gözlerinin önüne getireceği trenle. ikisi de son trenin gece on ikide olduğunu sanırken, ellerinden geldiğince ağırdan alarak istasyona yürüdüler. son trenin çoktan yola çıktığını öğrendiklerinde çok geçti. artık gidebileceği tek yer, o mavi kapılı beyaz evdi.

    sabahın sekiz buçuğunda, güne gözlerini o'nun yatağında, o'nun yastığının kokusunu içine çekerek açtı. iş günü olmasından mütevellit, o çoktan hazırlanıp çıkmıştı. telefonunda ise, hala silmeye kıyamadığı o mesaj vardı. mesajdaki iki cümle, bir önceki gece beyninin derinliklerine iyice işleyen o sesle kulaklarında yankılandı, gülümsedi. bonkörce kullanmaya bayıldığı noktalama işaretlerine gözü takıldı, yeniden gülümsedi. yataktan kalkıp hazırlandı, çantasını aldı ve kapıyı yavaşça çekip çıktı.

    sabah serinliği yüzüne vurdu, daha da uyanabilmek için bir şarkı açmaya karar verdi. kapağından başlayıp kokusunu içine çekti, henüz tadına varmadan gülümsemesini geri kazanmıştı. lizeta kalimeri adlı efsunlu ses, salomi ismindeki nazik bir şarkıyı söylüyordu. aynı şarkı, kahramaniyemizin ellerinden tuttu, o'nun memleketine götürdü, deniz kokulu sokaklarında dolaştırırken aklından bütün dünya telaşını sildi, attı.

    istasyona varıp, kendini dün gece kaçırdığı trene attığında, pire limanı'na varmıştı hayalinde. yanında uzun zamandır eksik olan kız kardeşinin özlemiyle, onu da tutup kolundan o limana getirsin diye, mavi beyaz bir meleğin omzuna yükledi salomi'yi.

    "istikamet, sevgili melek..." diye fısıldadı. "istikametin, eftimia. tanırsın, bilirsin, o olduğunu ilk görüşte anlarsın."
38 entry daha
hesabın var mı? giriş yap