39 entry daha
  • bana erseler, sorsalar, «hiç "bir kitap okudum, hayatım değişti" demene vesile olan bir kitap okudun mu?» deseler, derim ki, «bittabi!»

    aslında, hayatımı değiştiren, daha doğrusu, "the sound and the fury"yi "hayat değiştiren bir kitap" yapan sürecin temelini kitabı okumam değil, bir başka kitabı okumamış olmam atıyor. gerçi, şu akışına yandığımın zamanında her sonuç elbet bir başka nedene bağlanıyor amma insan bu; zamanı parçalayacak; parçalayacak ki kaybolmasın bu saatler ormanında.

    işte, değişmiş hayatımın bugününden geçmişe doğru, çakımla bir çentik atıp yaraladığım saatlerde, günlerde, senelerde geçmişe doğru gittiğimde bakıyor ve görüyorum ki, ilk çentik bundan handiyse tam beş sene evvel, bir kasım gününde atılmış. bundan beş yaş küçük bu ben, lise sıraları arasında, henüz babasından miras bir beyinle düşünmekten fazlasını yapmayı öğrenememiş bir haldeyken, yanına varan, «ismet özel'in "erbain"i hakkında sunum yapacaktın. hani, nerede?» diye soran edebiyat hocasını evvela kesin bir «yapmayacağım!» ile karşılıyor, bu reddiyenin nedenini soran soruyu ise (yıllar sonra anımsadığında utanacağı biçimde) «o adamın görüşleri hoşuma gitmiyor.» diyerek yanıtlıyordu.

    edebiyat hocası ise, ki yolu daima aydınlık olsun onun, «o halde» diyordu, «o halde sana ceza: önümüzdeki iki hafta içinde, edebiyat tarihinin en zor okunan kitaplarından biri sayılan ve william faulkner tarafılan yazılan "ses ve öfke"yi okuyacak ve bir sunum hazırlayıp arkadaşlarına tanıtacaksın.»

    çok geçmeden başlıyorum romanı okumaya. değil bilinç akışı tekniği hakkında, bilinç hakkında dahi basit kelime-anlam bilgisi ötesinde hiçbir irfana sahip değilken başlıyorum buna. benjamin'le tanışıyorum ama pek tanışmak denemez buna; daha ziyade bir tanışma denemesi. faulkner'in romanı dört kez sil baştan yazdığını söylemesi gibi, ben de dört kez sil baştan başlıyorum romanı okumaya. ve bir türlü giremiyorum benjy'nin 33 doğumgünü kutlamış 3 yaşındaki kafasına. ama bir yerden sonra, ya roman beni yutuverdiğinden, ya da ben kendimi romanın dalgaları arasına salıverdiğimden, 7 nisan 1928 günü müthiş bir hızla sona eriyor ve 2 haziran 1910 başlıyor. ve quentin'in zihninde dolaştığımız bu bölümün henüz ilk paragraflarında kendi hayatımın kasıldığını, gevşediğini, titrediğini, sarsıldığını ve köklü bir değişimin eşiğine geldiğini ve dahi o eşiği aştığını hissediyorum. ama tabii, quentin'in saati ile arasındaki ilişkinin ve faulkner'in bu ilişkiyi anlatış biçiminin, günün birinde kendi edebiyat anlayışımın da mihenk taşı olacağından bütünüyle habersizim henüz. derken, tarihler 6 nisan 1928'i gösteriyor. sonra bir de bakmışız ki tarihlerden 8 nisan 1928 ve "ses ve öfke" bitivermiş.

    sonra sunumu hazırlamaya koyuluyorum. sunumda kullandığım birçok bilgiyi burada, ekşi sözlük'te, özellikle pan ile blue nymph nickli yazarların entry'lerinde buluyorum. ve bir aralık gününün sabahında, türk edebiyatı dersinin ikinci saatinde, 20 kadar kişinin ve o günlerde hiç haz etmediğim ama son birkaç senedir "beni bu ben yapan öğretmen" diyerek andığım hocanın önünde sunuma başlıyorum. sınıf arkadaşlarımın ilgili, hocamın takdirli bakışları altında kitabı tanıtırken, bu romanı, beş yıl sonra batı dilleri ve edebiyatları bölümünden iyi bir ortalamayla mezun olmaya hazırlanırken bu süreci başlatan roman olarak anacağımdan da büsbütün habersiz bulunuyorum.

    o gününün ardından kendimi bütünüyle bilinç akışı tekniği üzerine okumaya veriyorum. virginia woolf'un "mrs. dalloway"ini de yine aynı hocanın tavsiyesiyle ve yine sunum yapmak üzere o günlerde okumaya başlıyorum ama sunumu gerçekleştirmek için fırsatım olmuyor. faulkner'den okuduğum bir sonraki kitap olan ve 2010 ramazanı'nın bir iftarı ile sahuru arasında okuduğum "as i lay dying"i ise, bugün bile hala "en sevdiğim roman" olarak anmayı sürdürüyorum.

    "ses ve öfke"m ise, tıpkı aşka ve sevgiye dair sahip olduğum tüm hislerim gibi, mavi gözlü bir eski sevgilide kaldı. ne sevgimi, ne "the sound and the fury"mi, ne "as i lay dying"imi, ne de "mrs. dalloway"imi geri almayı düşünmüyorum.

    bu arada, entry'yi yazdığım sırada, bilgisayarımın tozlu klasörlerinin altını üstüne getirip "ses ve öfke" ile ilgili hazırladığım sunumu buldum ve bir hayli duygulu anlar yaşadım. kim derdi ki bu ben, lisede türkçe-matematik okuyan ve üniversitede reklamcılık okumayı planlayan beş sene evvelki bu ben, henüz dahi anlamındaki "-de"yi, "-da"yı ayrı, william shakespeare'in adını doğru yazmayı dahi bilmeyen ama "macbeth"ten kendince replikler («yaşam bir masal, bir kaçığın anlattığı; / ses ve öfkeyle dolu olup hiçbir şeyin anlatılmadığı») çevirmeye çalışan 16 yaşındaki bu ben, beş sene sonra tam bir "grammar nazi" kesilecek, shakespeare hakkında ders çapında bir çalışma yürütecek ve karşılaştırmalı edebiyat alanında yüksek lisansa hazırlanacak diye... kimse demezdi şüphesiz ama, görüyorsunuz; zamanın ne yönde akacağı, insanı nereye sürükleyeceği hiç belli olmuyor işte.

    (not: hiç arzu etmediğim denli öznel bir entry haline gelen bu entry'yi, 16 yaşındaki bir lise öğrencisinin fikirleri ile olsa da bir nebze olsun nesnelleştirmek adına söz konusu sunumu buraya iliştiriyorum. sunumu, son sayfadaki ismimi silip yerine nick'imi eklemek dışında tek bir virgülüne dahi dokunmadan paylaşıyorum.

    ve hayır, ağlamıyorum.)
64 entry daha
hesabın var mı? giriş yap