12 entry daha
  • iki biseksüel erkeğin aşkını anlatan film. hakkında herhangi bir yerde bir övgü yazısı gördüyseniz, evet, doğru söylüyor. o yoruma güvenin. 10/10. mutlaka izlenmeli.

    bu filmi neredeyse bir yıl boyunca bekliyor olmasaydım ve kitabını tekrar tekrar okuyup bu hikayeyi düşünerek birçok gün geçirmeseydim, yukarıda yazılan şeyler kafi gelir ve film hakkında gevezelik yapmama gerek kalmazdı. izleme imkanı bulunca gidin ve izleyin işte. ama bu aşk öyküsüne tutuldum ve filme dokunan her şeyi sevgimle boğmak istiyorum. çünkü durursam, ölürüm.

    --- spoiler ---

    film ve kitaptan detaylar barındırır
    --- spoiler ---

    hangi birini ele alsam bilemiyorum. oyuncular, yönetmen, görüntüler, müzikler, mekanlar ve öykü... çağrılan isimler. kitap.
    kitap bambaşkaydı. ben bu kadar yoğun ve gerilimi yüksek bir aşk okumamıştım. elio'nun aklından, yüreğinden, düşlerinden geçenler o kadar çarpıcıydı ki bazen duraklayıp bir nefes alıyor ve öyle devam edebiliyordum okumaya. bir insanın en gizli arzularını bu denli doğal, akıcı ve şiir gibi anlatan bir şeyle karşılaşmamıştım bu romana dek.

    her kitap uyarlaması filmin kaderi gibi, kurgu tamamen perdeye aktarılamamıştı, ki bu hiç sorun değil. luca guadagnino'nun anlatma biçimi çok güzeldi ve hala kalbimin heyecanla çarpmasına neden oluyor. kitabın orta yerinde bazen günler öncesinde yaşanmış bir şeye götürüyordu elio bizi. filmde ise olay örgüsüne bir düzen verilmişti. doğal olarak bazı sahneler yoktu ama en olması gerekenlerin hepsi de muazzam bir şekilde karşımızdaydı.

    elio'nun aşkını dile getirişi, oliver'ın dikkatini çekmek isterken aslında oliver'ın hiç farkında değilmiş gibi rol kesmeleri ve başarısız oluşu...
    şeftali sahnesi. oyuncularla ne zaman bir röportaj yapılsa bu sahneyi soruyorlar. yanlış hatırlamıyorsam timothée chalamet, çektiğimiz her sahnede luca nasılsa, öyleydi ve bu yüzden ben de rahattım demişti. gerçekten öyleydi. kasıntı ve bayağı durma ihtimali çok yüksek olan bu sahne en başarılı şekilde aktarılmıştı. edebileceğim tek itiraz, filmde o şeftaliyi oliver'ın yememesidir. dışarıdan bakıldığında iğrenç görünse de o ısırık elio için çok çok önemliydi. elio'yu hıçkırarak ağlatacak kadar... (tanrılar director's cut istiyor!)

    kitabı okumayanların kısmen yakalayamayacağı birçok sahne vardı. mesela kayısının filolojik kökeni üzerine muhabbet esnasında elio'nun suratındaki o pis sırıtışı düşündükçe gülüyorum. aklından geçenleri sadece okuyarak bilebilirsiniz. (precock, apricock, kayısik...)

    maurice filmini izlediyseniz, iki film arasındaki bazı sahnelerin(taraça gibi) paralellik gösterdiğini hissedeceksiniz. bunun tatlı nedeni, maurice'in yönetmeni james ivory'nin aynı zamanda call me by your name'in senaryosunu yazmasıdır.

    kitabın son iki bölümü kısa ve farklı işlenmişti, süre sıkıntısından olsa gerek. filmin sonları zaten buruktu. ayrılıklarına tekrar şahit olacak olmak benim için zaten üzücüydü. bu bölümleri değiştirerek anlatmak, kitaptaki tenisi filme voleybol şeklinde yedirmelerinden daha fazla gözüme battı elbette.

    o son... elio'yla birlikte ben de sessizce ağladım. hem acıklıydı hem de yönetmene teşekkür etmemi isteyecek kadar beni sevindirdi. nedenine gelirsek... ilk filmekimi deneyimimi bu sene yaşadım ve bu seyirci neden böyle anlayamadım gitti. credits için ekran kararır kararmaz hemen ayaklanacak kadar mı etkilenmiyorsunuz bu filmlerden, anlayamıyorum. otur bir sindir izlediğin şeyi. yazılar kayıp giderken kendine zaman tanı. o müziği bir dinle... elio ateşin karşısında, babasının ona öğütlediği gibi acısını unutmak yerine yaşarken, hepiniz oturup izlediniz işte, demek ki yapabiliyormuşsunuz. yönetmene bu yüzden teşekkür etmek istiyorum. filmi özümsemeye ve üzülecekseniz üzülmenize zaman tanıdı.

    bu sinirimi aradan çıkardım. katarsis şölenine devam edelim. lgbtiq sinemasını destekliyorum. 80'lerden beri yapımlar artarak ve iyileşerek bugünlere geldi, sinemaya çok iyi işler kazandırılmaya devam ediyor. sadece tek bir sorun var. artık pavlov tipi bir koşullandırma gibi, senaryolarda kötü son görmeye alıştım. artık paranoya atağı geçirerek tüm senaryoların homofobik bir temele oturtulduğunu düşünüyorum. ''evet çocuklar, eşcinsel iki insan öpüşürse başlarına gelmeyen kalmaz.'' gibi. bu olayın gerçek hayatta yaşanma oranının, özellikle türkiye'de, yüksek olduğunun farkındayım. tamamen bir comfort zone içerisinde sinemayı yeşertmeye devam edelim de demiyorum ama her film neden kötü sonla bitiyor? bu bazen beni umutsuzluğa itiyor. tüm lgbtiq temalı aşk öyküleri mutsuz bitmeye mahkummuş dercesine... ne zaman yeni bir filme rastlasam, işte şimdi moralim bozulacak diye keyifsiz şekilde filme başlıyorum.

    ''call me by your name'i bu kadar övdün, etkilendin, ee peki neden?'' denecekse, cevabı işte budur. hiçbir kötülük aklına gelmiyor insanın. iki erkek birbirine aşık oluyor, dokunuyor ve heyecanlanıyor. her şey doğal, olması gerektiği gibi. seviştikleri için dünyanın sonu gelmiyor. zorbalık, travmalar, aile-arkadaş baskısı, dramatize sahneler, intiharlar yok. bir yaz misafiriyle yaşanan aşk, o güzel yazda noktalanıyor. cinsiyeti ne halt olursa olsun, aşk aşktır işte. birlikteyken mutlular ve ayrı düştüklerinde yaşadıkları, ayrılık acısı, hepimizin aşina olduğu o hüzün, işte bu kadar.
494 entry daha
hesabın var mı? giriş yap