239 entry daha
  • 1509 yılında istanbulda çok büyük bir deprem oldu. deprem öylesine büyüktü ki topkapı sarayının duvarları dahi yıkıldı ve dönemin padişahı ikinci beyazıt korkusundan günlerce çadırda yattı. çok insan öldü, çok insan yaralandı. bugün bu depremi hiç kimse hatırlamıyor, ölenler unutuldu, ölenlerin sağ kalan yakınlarının çektiği acıların artık hiç bir önemi yok. bugün bu depremi hatırlayıp orada ölen tandığı için acı çeken bir kişi bile bulamazsın.

    bu fikir bana garip geliyor. hislerimiz, acılarımız ve mutluluklarımız, tüm o güzel anlar, yaşananlar, nasıl da bitiyor, nasıl da gelip geçiçi. hani büyük korkularla gittiğimiz hastaneden çok mutlu bir şekilde çıkıyoruz ya, doktor hiçbirşeyiniz yok dedikten sonra. ama biliyorum, bir gün o hastaneye gireceğiz ve bir gün o kadar da mutlu çıkamayacağız, bu eninde sonunda olacak. bir yıl sonra değilse beş yıl, belki elli yıl sonra, ama mutlaka.

    sahi neden yaşıyoruz biz? bunu çokça soruyorum. kalıcı ve baki bir şey arıyorum, bulamıyorum. ebedi hayatımızı kazanmak için bir sınavdayız desem, bunu pek gerçekçi bulamıyorum. bazen ölünce her şeyin bittiği fikri yakın geliyor, fakat buna da büsbütün ısınamıyorum. olasılıklar aslında öyle çok ki, belki de gerçekten de bir yazılımın içindeyiz. sahi her şey neden "yok" yerine "var"? piramitleri falan düşünüyorum, onları inşaa eden insanların bir zaman gerçekten yaşadığı fikri, öylesine garip ki. benden önce dünya yokmuş gibi hissediyorum.

    bu arayış insanı yoruyor. bu sorular üzerine düşünülesi ama cevapları yok. daimi bir arayış hali. oysa hayatta hiç ölmeyecek gibi yaşamak gerek tutunmak için. oyalanmak gerek. türlü şeylerle, ama aşkla ama işle, ama dizilerle, ama kişilerle, ama başka bir şeyle. düşündükçe batıyorsun, düşündükçe bulamıyorsun.
3277 entry daha
hesabın var mı? giriş yap