• (bkz: #21845623)
    seslendirilmesini hiç beğenmiyorum ama twitterda şöyle bir şarkı paylaşmış çok sevdim parçayı;
    http://www.youtube.com/…jez6pcm&feature=related
    ben harper felan da paylaşmış takdir ettim..
  • kendisi bir çok şahsa benzetilmiş ama en çok güizaya güldüm. hürriyet gazetesinin sayfasında görünce "oha lan! michael fassbender ne arıyor burda? ne alaka woyn?" dememle, olayın iç yüzünü öğrenmem bir oldu. ekstradan bir "ohaaa" daha diyorum. bu ne biçim bir benzerlik ki? şahsını tanımam, hiç de izlemedim ama gözlerimin beni yamultacağı kadar iki kişiyi birbirine hiç benzetmemiştim. bravooo...

    kanıt:

    http://3.bp.blogspot.com/…cuog/s1600/ads%c4%b1z.bmp

    not: hala şaşkınım yaw!
  • kankinin bugun beni arayip "senin eleman bu bizim mustafa'ya cok benziyormus yahuuu!" diye bana tv actirip, yesil gozlu yasayan bir turk michael fassbender olarak gosterttigi beyfendidir. dizinin son 5 dakikasinda yakaladigim kadariyla adamin disleri ve agzinin icinde mirim mirim konusmasi bile benziyor, sok sok.
  • tuncelili bir oyuncu arkadaşımızdır kendisi, özünde mustafa ile alakasız biraz utangaç biraz sert bir adamdır.
  • önümüzdeki yıllarda atatürk ile ilgili film projelerinde adını sıkça duyacağımızı düşündüğüm kişi.
  • bir ust versiyonu icin,
    (bkz: raoul bova)
  • tayfur havutçu ile benzerliği de dikkatlerden kaçmamıştır.
  • türkçesi çok bozuk olan oyuncu.

    kendisini merak ediyorsanız:

    "hayatınızı değiştiren biri...
    thierry harcourt. parisli bir tiyatro yönetmeni; tanıştığımızda ben 21 yaşındaydım, o 45. paris’te aynı mahallede oturuyorduk. o zamanlar, tiyatro eğitimi almaya yeni başlamıştım, ama hiç sevmemiştim.

    neden?
    öğrencilik duygusunu sevmiyorum; bir yere gitme zorunluluğunu, sana direktif veren hocaları. ayrıca sınıfta kendimi yaşlı hissediyordum; herkes benden küçüktü.

    peki, harcourt’a dönelim.
    sonra bir gün thierry’yle tanıştım. yanıma gelip, “bir oyunum var, orada oynamalısın. seni eğiteceğim” dedi. böyle başladık, gerçekten beni eğitti. psikanaliz gibi bir süreçti; bir buçuk yıl uğraştı benimle, her gün iki saat. oyunculuğu anlamadan önce, kendimi anlamam gerektiğini fark ettim. tanımadığım bir adama travmalarımı, özel hayatımı, kıskançlıklarımı, mutluluklarımı anlattım. ve ancak, o zamandan sonra tiyatronun ve oyunculuğun ne demek olduğunu kavradım.

    ikisinin arasındaki bağlantı tam olarak ne?
    kendini keşfetmemiş bir adamın önüne hamlet’i koyup “hadi oyna” dersen, oradan iş çıkmaz. oyunculuk, insanın benliğini bulmasıyla alakalı bir süreç. kendini bir enstrüman gibi düşün; çalmayı çok iyi öğrenmelisin ki, zor bir parçayı, hakkını vererek çalabilesin. bu meslek, önündeki rolü oynamakla değil, canlandırmakla ilgili. kişiliğini, role satıyorsun bir anlamda. valizini açıp, içinde ne var ne yok bakıyorsun. bulduklarını, olacağın kişiye, role yediriyorsun. öfkeli bir adamı canlandırmak için, önce kendi öfkeni tanımalısın. bazen hocan sana bir kelime söyler, ne demek istediğini beş sene sonra kavrarsın. o zaman kendini tanımaya başlamışsın demektir.

    fransa’dayken türkiye’yle ilgileniyor muydunuz?
    ilgilenmiyordum. annem ve babam türk; bazen evde türkçe konuşuyorlardı, ama anlamazdım. türkçe’yi buraya geldiğimde öğrendim.

    şimdi ilgileniyor musunuz?
    olanlardan etkileniyorum. türkiye’de çok büyük ve temel sorunlar var. ama ben de tek kişiyim; elimden fazla bir şey gelmez ki. önüme ve sanatıma bakmak zorunda hissediyorum. sayfayı kapatıyorum.

    ama oynadığınız dizi bile buradaki mantaliteden etkileniyor. mesela şok gazetesinde fatmagül’ün şişme bebeğiyle ilgili haber, “ister tecavüz et, ister koynuna al yat” diye verildi. bu bile tek başına birçok sorunu anlatmıyor mu?
    bu tip şeyleri anlamakta zorlanıyorum. avrupa’da kimsenin aklına öyle bir başlık atmak gelmez. ya da pazarda ‘fatmagül iç çamaşırları’ satmak da düşünülemez. dizide, bir hikâye anlatılıyor; hem de gerçek bir hikâye. binlerce fatmagül yok mu bu ülkede? tecavüz sahnesi gayet ‘soft’ çekildi. kadının gözyaşı, çığlığı ve acısı var orada. kalkıp o çığlıktan fantezi malzemesi çıkarabiliyorlarsa, suç dizinin değil, o mantalitenindir. rahatsız olanlar için izlememek ya da çocuklarına izlettirmemek de bir seçenek. zaten dokuz yaşındaki çocuk neden dizi izliyor? çocukların yapacak başka işleri olmalı, bunları organize etmek de ailenin sorumluluğu.

    o zihniyet nasıl değişebilir?
    okullarda cinsel eğitim verilmesi çok önemli. avrupa’daki okullarda çocuklar 12 yaşında, kadının ve erkeğin anatomisini, cinselliği öğrenir. hem kendini, hem de karşı cinsi anlar. sonra 18’ine gelince kadınlara bakışı daha sağlıklı olur, çünkü zaten görmüştür. kadınla konuşabileceğini, çalışabileceğini, hoş vakit geçirebileceğini, onun da bir birey olduğunu daha rahat anlar.

    “sanatın sınırı olur mu?” meselesine siz nasıl bakıyorsunuz?
    bence sanatın sınırı olmaz, ama her şey de sanat olmaz.

    şükran moral’ın, bir kadınla seviştiği performansı hangi tarafta?
    bir galeride, insanların karşısında iki kadının canlı olarak sevişmesi, sanat kavramının içini doldurmayabilir. çünkü ne işe yarıyor? kime, ne veriyor? ne demek istiyor? yine de ben bir izleyici olsam, izlemekten rahatsız olmazdım.

    türk kadınları hakkında ne düşünüyorsunuz?
    geçen ay bir röportajımda, “türk kadınları doğal değil” demişim gibi yazıldı. öyle bir şey demedim. bu kültürdeki baskı yüzünden, kadınların oldukları gibi davranamadıklarını anlatmaya çalışıyordum; çok makyaj yaptıklarından falan bahsediyormuşum gibi yansıtıldı. türk kadınları çok tatlılar, ama maske takmak zorunda kalıyorlar. baskı içinde yaşamak kadar saçma bir olay yok. bu sorun da temelden kaynaklanıyor: aile, aile, aile…

    üç kız kardeşiniz var. kadınlar arasında büyümenin ne gibi artıları var?
    erkeklerle büyüseydim çok farklı olurdu. iki ablam ve bir kız kardeşim var; dertlerini, aşk acılarını, tepkilerini, beklentilerini biliyorum. kadınları çok seviyorum. karşımdaki kadını kız kardeşim yerine koyup, ne istediğini daha iyi anlayabiliyorum.

    türk erkekleri konusunda ne dersiniz?
    hiçbir zaman bir türk erkeği olamam sanırım; ancak ekranda başarabiliyorum. ama bazen sinirlenmem gerekiyor, çok avrupai çıkıyor o sinir. yönetmen kesiyor, “türk erkekleri böyle sinirlenmez” diyor. o zaman vurup, kırmaya, bağırmaya başlıyorum (gülüyor.) geçenlerde mustafa’nın ailesiyle vedalaşma sahnesi vardı. tuttum anneme sarıldım. hemen “kes” sesi geldi yönetmenden: “oğlum ne yapıyorsun? burada öyle vedalaşılmaz anneyle, elini öpeceksin” dedi. ekran dışında parisli olmayı tercih ediyorum. mesela kız arkadaşım mini etek giyerse, arkadaşlarıyla gece dışarı çıkarsa hiç karışmam. zaten nasıl karışırım? onun özgürlüğü ve aklı yok mu?

    kültürel bir ait olma, sahip olma saplantısı var; bunlar onun dışa vurumu.
    evet, ama ben âşık da olsam, bilirim ki, o bana ait değil; ben de ona ait değilim. ikimiz bir ilişki yaşıyoruz, diye bakarım. ilişkiye güvenmediğin zaman kıskançlık yaparsın. ne kadar özgürlük, o kadar sağlık.

    sevgiliniz var mı?
    yok. ama basına göre bir sürü sevgilim var. açıyorum gazeteyi “vay! yeni kız arkadaşım da çok güzelmiş” diyorum. bir hafta sonra başka bir gazete, ilişkimi bitirmeye karar veriyor. “oooh! yine bekârım, harika” diyorum. özel hayatımla ilgili kararları genelde onlar veriyor.

    ekşisözlüğü takip ediyor musunuz?
    eskiden sözlüğü bilmiyordum, meğer herkes okuyormuş. dizi senaryoları bile sözlükteki yorumlara göre şekilleniyor, bu biraz yanlış. yazanların kim olduğunu bilmiyorsun; 12 yaşında bir çocuk mu? borderline mı? 40 yaşında bir entelektüel mi? kimi kaale aldığını dahi bilmiyorsun. ama bana güzel şeyler yazmışlar, kendi sayfamdan gayet memnunum.

    heyecan mı? huzur mu?
    heyecan. ölüm her an gelebilir ve bu düşünce bana, hayata dair bir keyif veriyor. ama kadının biraz huzur vermesi de gerekebilir. bir kadın, her şeyi değiştirebilir ve bir erkeği ancak bir kadın dengeleyebilir. çekip çevirmek, hayatını düzene koymak, arkasını toplamak gibi şeylerden bahsetmiyorum. ying, yang.

    oyunculuk yeteri kadar heyecanlı mı?
    bana müthiş bir heyecan veriyor. ama bir gün bu duyguyu kaybedebilirim. çünkü sonunda ‘her şey biter.’ o zaman bırakır başka bir iş yapmaya başlarım; yönetmenliği denerim ya da çiçek satarım.

    yani oyunculuğu, ‘hayat’ olarak değil, ‘meslek’ olarak mı görüyorsunuz?
    kesinlikle. bunun bir meslek olduğunu unuttuğun anda mahvolursun. sanatçıların depresyonu ağır olur. bu, mazoşistçe bir iş; çünkü yalnız olmadığın sanrısını iyi yaratır, ama çok fena hatırlatır. sana bir pasta veriyorlar, “çok güzel” deyip, daha da fazla yemek istiyorsun, ama sonra o pastayı önünden alıyorlar. o zamana kadar ona çok alışıp bağımlı olduysan, başka bir şey yiyemiyorsun ve “ne yiyeceğim?” diye kalıyorsun ortada.

    başarı için gereken ne?
    sabır ve şans.

    yüzde kaça kaç?
    sabır yüzde 10, şans yüzde 90.

    çok orantısız oldu.
    şansı kendinden bağımsız gibi düşünme. evde otururken şans gelip de, “girebilir miyim acaba?” diye sormaz. sen bir şeyler yaparsın, birileri görür. mesela en küçük örneği: thierry yanıma gelip, “seni oyunumda oynatmak istiyorum” dediği zaman, ben ona “yok sağol” diyebilirdim. o zaman onun oyunlarında oynayamayacaktım, sonra ilk sinema filmim olan ‘welcome’ da bensiz çekilecekti. böylece festival için istanbul’a gelmemiş olacaktım; başkaları beni fark etmeyecekti; fatmagül’ün suçu ne?’de mustafa’yı başka biri oynuyor olacaktı ve muhtemelen şu anda seninle konuşmuyor olacaktık. kullanmak istemeyen adama kimse bir şans veremez.

    çalışma koşullarından memnun musunuz?
    şartlar çok zor; çok yoruluyoruz. işimizin yüzde 80’i beklemek. “proje gelecek” diye bekliyorsun. geliyor, “olacak mı?” diye bekliyorsun. başlıyor, sahne sıran gelsin diye bekliyorsun. bir sahne için tüm gün bekliyorsun. bekle, bekle, bekle. avrupa’daki oyuncular cin gibi. biz burada her hafta 90 dakika çekiyoruz; kahvelerle, enerji içecekleriyle ayakta duruyoruz. hem kamera arkası, hem oyuncu, hem set ekibi için vahşi bir durum.

    avrupa’dakiler mi daha çok para kazanıyor, buradakiler mi?
    buradakiler. parayı boşver; herkesin ruh hali çöküyor. o haldeyken parayı ne yapacaksın? ama “yeter” demiyorum; çünkü o zaman, “git başka iş yap” derim kendime. bu kadar yorgun insanların, bu kadar iyi işler çıkarmasına da çok hayret ediyorum. demek ki koşullar daha iyi olsa, bu ülkede mucizeler yaratılır.

    fransa’da türk olmak mı zor, burada fransız olmak mı?
    oradayken yabancı olmanın getirdiği zorlukları hiç yaşamadım dersem, doğru olmaz. bazen ‘tak’ diye oturtuyorlar seni yerine. “adın fırat, yani?” diyorlar. bu milliyetçilik. ben nereye gidersem gideyim fırat’ım. hepimiz insanız; doğuyoruz, ölüyoruz. bu kadarız. içinde kötülük varsa, kötüsündür. bunun amerikalısı, türkü, fransızı yok. milletlerden stereotip çıkarıp, çıkardığın sonuçtan üstünlük elde ettiğini sanmak sağlıklı değil. o kadar da ayrı olmadığımızı anlamak çok zor ama çok önemli.

    nasıl insanlarla daha rahat anlaşıyorsunuz?
    bir insanın enerjisinin nasıl olduğu, neredeyse ilişkilerimin tüm kaderini belirliyor. kötü bir enerji alırsam, direkt kapanıyorum, o noktadan geri dönmek de zor oluyor. kadınlarla da öyle. karşımdaki insanı bir bütün olarak görüyorum ve oradan bir enerji alıyorum. o hisse güvenirsem sonrası kolay; benimle ünlü olduğum için mi tanışmış, kaşımı gözümü mü beğenmiş, bunları araştırmaya gerek duymam.

    enerjiden sonraki kriter güzellik mi?
    güzellik bir yere kadar. kız çok hoş bile olsa, ağzını açtıktan iki dakika sonra sıkılıyorsan olay bitmiştir. bir de şu var: biz ara dönemiz, bizim jenerasyonun hayatı kolay değil. annelerimizin zamanında kurallar daha belliydi. biz, 20’li yaşlarımızda internet diye bir şeyin içine düştük. düşün, facebook bile ilişkileri ne kadar etkiliyor. şablonlar değişiyor. bence çocuklarımız, bizden daha rahat ilişki kuracaklar. yine de âşık olabileceğimize çok inanıyorum.

    yaşlanmaktan korkuyor musunuz?
    hayır, çünkü oyunculuk yaşlanmaya müsait bir meslek; özellikle erkekler için. 60 yaşındayken çok karizmatik bir adamı, ya da iyi bir babayı oynayabilirsin. mutlu yaşlanmak istiyorum ve bunun için çabalıyorum. çünkü hayat çok üzücü aslında. en büyük korkum annemi ve babamı kaybetmek. annemin ellerini görüyorum, yaşlanıyor işte. inanılmaz korkuyorum ama sırayla gidersek, hepimize olacak. bu kadar büyük bir acıyı yaşayacağın kesinken, o güne kadar olabildiğince mutlu yaşamalısın. hayat seni zaten çok üzecek; gidip bir votka içip kafanı dağıtamayacağın kadar çok üzecek.

    tepetaklak olduğun bir dönem oldu mu?
    28’inci yaşım. geçen yıl yani. 20’lerin rahatlığı bitti, 30’ların stresi başladı. kendimi resetledim. bazen, hep olageldiği gibi devam etmiyor hiçbir şey. herkesin öyle bir yaşı vardır; aniden koyar ama çok şey öğretir. artık şunu biliyorum: dünyaya gelmeye değil ama nasıl yaşayacağına sen karar verirsin. artık güzel mi yaşamak istiyorsun, depresif mi, kıskançlık içinde mi? buna karar vermek senin elinde.

    kim o?
    doğum tarihi: 25.03.1981
    inancı: reenkarnasyon, karma, dünya dışı yaşam
    sevgilisi: yok
    okuduğu gazeteler: radikal, hürriyet, sabah
    en çok izlediği film: 21 gram
    takdir ettiği oyuncu: sean penn
    kime benziyor: matthew mcconaughey
    izleyin: fatmagül’ün suçu ne?/mustafa"

    http://www.tempomag.com.tr/haberdetay/57368.aspx
  • geçen cuma corridorda 30. yaş gününü kutlayan oyuncu. her zamankinden az dans etti, o dikkatimi çekti.
  • gece gündüz reasürans pasajı'nda gördüğüm adam. dün gece de selam edecektim kendisine ama, saçma lan ne gerek var dedim.
    bi dahakine selam edersem eğer o hikayedeki mal benim dicem, anlayacak o *
hesabın var mı? giriş yap