• sevdiğim kadına ;
    bir varmış bir yokmuş
    hem körmüş , hem de kütükmüş küçük prens
    uçmayı öğrenmeye çalışıp yuvasının etrafında uçan yavru kırlangıçlar gibi prens de
    prensesin etrafında öyle dönüyormuş…
    çok aşıklarmış, çok
    bunların bu aşkını kıskanan kötü melekler küçük prensese uykusunda kötü büyülerin olduğu,
    bir şarkı dinletmişler ve o büyülü şarkıyı dinleyen prenses artık hayatında ki hiç kimseyi tanımaz olmuş.
    sabah olup aşığı prens etrafında dönmeye başladığında dahi bom boş gözler ile öylece bakmış , bunu gören prens
    olan bitene anlam verememiş, bu işte bir bit yeniği var diye düşünmüş , her adımını izlemiş aşık olduğu presesinin.
    gece olup prenses yatağına gitmeden önce odasına girip dolaba saklanmış, prenses gelip yatağına uzanmış uykuya dalması ile kötü meleklerin içeriye girip büyülü şarkıyı güzel prensesin kulağına dinletmeleri bir olmuş, çok güçlü bir büyü imiş bu …bunu öğrenen prens hep inanmış ki, bu hayatta çözülemeyecek, yenilemeyecek bir şey yokmuş hep buna inanmış prens…başlamış araştırmaya , geceleri gündüzlere , gündüzleri gecelere karışmış, sonunda aşklarının bu mereti yeneceğine halt edeceğine inanmış ,hayatını bunun için feda edebileceğini düşünmüş. çünkü sevmek kutsalmış ,kendi içindeki kitabında , sonra günlerden bir gün kocaman bir ayna alıp prensesin yanına gitmiş, iki kişi olarak aynanın karşısına geçmişler ,ve içine dalıvermişler aynanın , tek yürek ve tek ruh olarak mutlu olmuşlar sonsuza dek. işte o günden beri aynalara bakan aşıklar orada kendilerini değil prenseslerinin , prenslerinin yansımalarını görür olmuşlar…ve bir daha hiçbir büyülü şarkı prensese etki etmemiş, aynanın içinde iki kişi tek ruh olup mutlu bir şekilde yaşamışlar sonsuza dek…
    etrafında öyle dönüyormuş…
    çok aşıklarmış, çok
    bunların bu aşkını kıskanan kötü melekler küçük prensese uykusunda kötü büyülerin olduğu,
    bir şarkı dinletmişler ve o büyülü şarkıyı dinleyen prenses artık hayatında ki hiç kimseyi tanımaz olmuş.
    sabah olup aşığı prens etrafında dönmeye başladığında dahi bom boş gözler ile öylece bakmış , bunu gören prens
    olan bitene anlam verememiş, bu işte bir bit yeniği var diye düşünmüş , her adımını izlemiş aşık olduğu presesinin.
    gece olup prenses yatağına gitmeden önce odasına girip dolaba saklanmış, prenses gelip yatağına uzanmış uykuya dalması ile kötü meleklerin içeriye girip büyülü şarkıyı güzel prensesin kulağına dinletmeleri bir olmuş, çok güçlü bir büyü imiş bu …bunu öğrenen prens hep inanmış ki, bu hayatta çözülemeyecek, yenilemeyecek bir şey yokmuş hep buna inanmış prens…başlamış araştırmaya , geceleri gündüzlere , gündüzleri gecelere karışmış, sonunda aşklarının bu mereti yeneceğine halt edeceğine inanmış ,hayatını bunun için feda edebileceğini düşünmüş. çünkü sevmek kutsalmış ,kendi içindeki kitabında , sonra günlerden bir gün kocaman bir ayna alıp prensesin yanına gitmiş, iki kişi olarak aynanın karşısına geçmişler ,ve içine dalıvermişler aynanın , tek yürek ve tek ruh olarak mutlu olmuşlar sonsuza dek. işte o günden beri aynalara bakan aşıklar orada kendilerini değil prenseslerinin , prenslerinin yansımalarını görür olmuşlar…ve bir daha hiçbir büyülü şarkı prensese etki etmemiş, aynanın içinde iki kişi tek ruh olup mutlu bir şekilde yaşamışlar sonsuza dek…
  • yaradılışında kötülük olanlarla, entelektüel olsalar bile arkadaşlık etmemenin hikmeti

    bir gün, bir çiftçi ile bir ayı dost olmuş. ayı; çiftçinin yanından ayrılmıyor, iğrenç sivrisineklere ve diğer zararlı türlere karşı çiftçiyi koruyormuş. çiftçi de, her gün ona güzel bir yemek veriyor, hikmetleri içeren bir kitabın kritiğini yapmak için sohbete oturmayı da ihmal etmiyormuş. gel zaman, git zaman; eşi görülmemiş bir kıtlık baş göstermiş. öyle ki, en atletik hayvanlardan biri olan fareler bile açlıktan telef oluyormuş. pektabii; çiftçi ve ayının da, açlıktan karınları midelerine yapışmış. çiftçi efendi, bolluk zamanında iken bodybuilding ile uğraşıyormuş. hatta, her türlü anabolik steroid ve growth hormununu kullanıyor, jay cutler'ın "living large" programını uyguluyormuş. bayağı hacimli bir çiftçiymiş anlayacağınız. ayı; içgüdüsel olarak, çiftçiyi büyük bir av olarak görmeye başlamış. geceleri uyuyamıyor; yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp durarak, kenardaki köşeye kıvrılmış olan çiftçiyi ağzından sular akarak izliyormuş.

    bir gece, ayı artık kafayı kırmış. kendi kendine demiş ki: "kg başına 1.5 gr (min) protein alamadığı için, katabolik hâle geçti eski dostum. zaman içinde, kas kaybına uğrayacak. hemen, şimdi onu tüketmeliyim". çiftçinin yanına gitmiş, oturup hasbihal etmeye başlamış. birkaç saat içinde de -senin falanca arkadaşının evinde bir ayı postu görmüştüm. demek ki sen, ayı düşmanlarının dostusun. düşmanımın dostu, 3. dereceden düşmanımdır: q= dost, p= düşman. p›q'vp=p diye de açıklamak isterim.- demiş. pençesini sallamış, ve zavallı çiftçi ile güzel bir ziyafet çekmiş.
  • bir gün rangers nihat, hulki derdan, yavuz çıkırbilek, ben kahvehanede oturuyoruz.
    rangers döndü ve dedi ki, ben aslında bir seri katilim dedi
    yavuz, 167 boyunda 86 kiloluk rangers’a dönerek ne nen ne nenne ne ne diye kekelemeye başladı.
    7-8 dedi rangers.
    yavuz ne ne ne ne ne diye titriyordu.
    ben omuzlarından tuta tuta sarstım ve ne şekilde öldürdün mü demek istiyorsun.
    yavuz omuzlarını silkeleyerek avuçlarımdan kurtuldu ve neden diye fısıldadı.
    rangers dedi ki çünkü büyük bir hayalim var
    biz 10 dakikalık bir gerilimden o saniye kurtularak sorduk
    neymiş?
    hep soru hep soru, çok soru soranın kafasını keserler sizin kafanızı kesip çöp poşetlerinde suya atacağım dedi.
    biz tam şok olmanın başındaydık nefes almadan sürdürdü tabii ki latife ulan ağaç ev yapacağız dedi kocaman.
    bir ikinci defa rahatladık.
    bu bir hata mıydı?
    o an bilmiyorduk.
    öğrenecektik.
    neyi öğrenecektim yarrağım.
    rangers lafımı keserek yapın işte ulan dedi. siktirtmeyin belanızı.
    hemen dedim
    yanımdakilere döndüm marangozlar cemiyetini arayın.
    aradık başkanına kısa ve öz anlattım. siz göndereceğim pdf belgesini üyelerinize atın sonra da yarın saat 13’de makamınızı komple boşaltın.
    belgenin içeriği efendim ne dedi.
    harika bir seri katili abimizin dünya iyisi bir projesi için tüm marangozlar yardımda bulunacak çengelköy sultan makamına kocaman ağaçları kökleriyle getireceğiz ve 360 m2 net süpürme alanı olan, ağaç evlerin titaniğini inşaa edeceğiz ve her ay bu cemiyete üye olmamızın karşılığında 1200 lira da aidat ödeyeceğiz diye mesaj atacanız dedim.
    altına da rangers’in bir kaç gazetede çıkan kanlarınızı doldurduğumuz havuzlarımızda kelebekleme stil kulaç alacağız haberini her birini tarih ve basın organını belirterek whatsapp mesajlarımızın altına iliştirdiğimiz tüm mesajları attık.
    340 üye arasında bir tane ne lan bu diyen çıkmadı.
    yarısı abi ben cemiyetten ayrılsam artık dedi.
    havuzu dolduracak olanları ayrılacak olanlardan seçin diye kesin talimat var ayrılmakta serbestsiniz diye yanıtladık.
    bu gönülden imecede 6 ay gibi kısa bir sürede ağaç ev bitti.
    10 oda, 3 salon, 2 hostel bir de sinema salonlu bu eve 16 fahişe 3-4 pezevenk 1 torbacı 1 uber şoförü 1 de çelik çamaşır ipi yerleştirdik.
    rangers parkenin bozuk bir tahtasını çekerek yerleştirdiğimiz ip kolayca buldu ve bu fikri bulanı boğdu ilk.
    kocaman bir katliam başlamıştı.
    iyi de alman solingen markalı çelik çamaşır ipini nasıl buldun dedik.
    dedektörle dedi.
    sicim olsaydı belki hala arıyordum.
    dedektörümü rahatça gezdirebileceğim yerde değil de 6 kapılı gardropun arkasında bir yerde olsaydı belki süründürecektim iki koşulu da yerine getirmedi ezdim dedi.
    ertesi gün tüm gazeteler en büyük puntolarla yazdı
    ezdi
    altınada tek bir satır vardı.
    uzun süre sonra seri başladı.
    sıla ile ahmet’in davası daha yeni sonuçlanmıştı. scotty’li adamın vahşice tacizini haklı görenler vardı. 25 yıllık tek elden istanbul sıkıcı olduğu için kanırta kanırta el değiştirmişti ama kafası kesilerek baştan yapılması üzerine tartışmalar sürüyordu. mayıs başlamıştı.
    mayısın son haftası ağaç evin saat yönünde 9’u gösteren bloğunda 2 yanyana odasında entarilari birbirine denizci düğümüyle bağlanmış ilk 2 hayat kadınının cesedi, korkuluk demirlerine biri bir yandan öbürü öbür yandan olacak şekilde bir sarkaç gibi asılmıştı. cesetleri rüzgarda birbirine çarptıkça açılan yaralardan kan çoğalıyor ve ağacın dibi kırmızıya boyanıyordu.
    kızıl bir çarşambaya uyandık, günlerden faucking çarşambaydı.
    insanlar evlerinden çıkmamaya başladı.
    28 milyon insan evladının yaşadığı bu koca bir nevi hong kong’da bir king kong hayatlarımıza kastediyordu.
    o sıra tarabya’nın arnavut kaldırımlı bir sokağında 50 yıllık manav nevzat, namı diğer mandalina nevzat, o gün sıradan bir gün gibi kepenklerini açmış saatte 1 m2’ye denk gelecek şekilde temizlik yapıyordu. 82 yaşındaydı.
    sokak tek yöndü.
    çok defa terse girenle düz giden arasında karşılaşmalara tanık olmuştu.
    bunların en fazla biri küçük bir münakaşayla sonlanmıştı.
    2 kadından 4 gün sonraydı.
    bu defa tersten giren bir jeep’ti.
    rangers lover marka jeep’in in içindeki adam, üzerinde krizantem renkli peleriniyle rangers’ti şoförü dönüp, efendim yol vermiyorlar dedi.
    rangers arka kapıyı açarak araçtan inerken arkadaki renoya dizilmiş 4 silahlı korumasını eliyle yerinizde kalın diye işaret etti.
    tipin arka bagajına yönelip bir bildiğin yeni bileylenmiş tırpan bir adet de önceki günün gazetesinin eki kelebek’i aldı.
    tırpanı gazetenin altında sotalayarak karşıda direnen diğer araca gitti.
    alfa romeo guiletta model kırmızı arabada 4 tinerci kılıklı züppe.
    şöföre uzan kulağına bir şey diyeceğim dedi.
    adam elektrikli camı indirip uzandı.
    dudaklarını adamın kulaklarına yanaştırırken sol eliyle kendine çekti, sağ elinde gazetenin altında duran tırpanın üzerindeki kelebek’i aşağı doğru silkeleyerek keskin yanıyla bir elma dilimini keser gibi adamı bir anda yönetim üssü olan beyinden ayırmıştı.
    kafa inçi suyla doldurulmuş bir balon gibi manav nevzat amcanın ayaklarının önüne kadar sekti.
    portakalların ne kadar lezzetli olduğunu kanıtlamak için elindeki bıçakla elindeki portakaldan bir dilim kesmek için hazırlandığı kalabalık kavgaya karışmıştı ve öylece izliyordu olan biteni.
    rangers, bana bir dilim portakal ver susadım dedi.
    nevzat amca titredi.
    kapıya yanaştı.
    20 saniyede gelebildi.
    ve
    bıçak zehirliydi.
    hayır değildi.
    rangers açık unuttuğu kapıdan aşağıya bıçağın üzerine düştü
    hayır.
    portakalın sert kabuğundan seken meyve bıçağı sekerek rangers’in şah damarını mı kesmişti.
    hayır,
    bir şey olmamıştı ama kesinlikle bir şey olmuştu diyerek millet, sikebilirdik.
    millet artık uyanmıştı.
    olduysa ne oldu amına koyayım nokta com diye bir site açıldı.
    jipin patlamasıyla
    nevzat amca,
    rangers,
    rangers’in şoförü,
    arkadaki araçta ilk iki ön koltukta oturan korumalar
    kırmızı alfa’nın ilk iki ön koltuğunda oturanlar
    hepsinin,
    ama hepsinin unufak olmuş ceset parçaları küplüce mezarlığından sonraki ilk marketin meşrubat dolabına kadar sıçramıştı.
    valilik manavın önündeki kameraları incelendi.
    yan mahalleye mayın döşemek için giden jipe yıldırım düşmüştü.
    bu şimşek çakması görüntüsü instagramda 23 milyon kez paylaşıldı.
    fotoğrafı çeken endüstri meslek liseli bir gençti.
    ertesi sabah gazeteler yazdı
    sağolsun tabiat ana.
    .
    temmuz ortalarına doğru nevzat amcanın büyük oğlu mezara elinde serada yetişmiş manolyalarla geldi.
    38 derecelik bir hatay sıcağı.
    toprak bir iskambil kartı sırtı gibi turuncu ve kuruydu.
    ve 3 elham bir kulfaa okurdu.
    manolyalar son kez koktu.
    yazan şey arapçaydı.
    (bkz: https://translate.google.com.tr/…=hikayenin%20sonu)
  • acı, yalnızlık ve boşluk. bir anda şeffaflaşırmış meğer her yer... böceğim... cam hamurundan yoğrulmuş bir böceğim.... şeffaf... ayıp yerlerimi örtmeye çalışmalar falan... obsesif, tuhaf, sakıncalı... attığım çığlıklar zifire bulanmış trakelerimde yankı bulsun. yankılansın, yankılansın, yankılansın ve sussun... susar mı? sen susardın bak... susardın ve sus kalsaydın!
    suskunluğunla da boğsaydın............................
    bir sen duyardın beni. keskinken hala çığlıklarım ve keskin değilken var ettiğin köşeler bu kadar... ben, pek çok güzel şeyi başaramayan ben, yokluğunda yağmur damlalarından göz yaşları çizebiliyorum kendime.... yokluğunu bile özlemek... obsesif, sakıncalı, aşık... yokluk özlenir mi?
  • öylece oturduk karşılıklı, konuştuk onunla,
    bilmem kaç yüzyıllardır duruyormuş ayakta,
    nice dilberler gelmiş geçmiş yanından,
    nice yiğitler gelmiş geçmiş yanından.
    acımadı, az bir sürede de olsa oluşan dostluğumuzdan,
    ''sakın unutma'' dedi ''sende gelip geçeceksin yanımdan.
  • her yer karanlıkken ,
    gideceği yer aydınlık gibi geliyor insan evladına,

    kederi,derdi tasayı tam o eşikten geçerken bırakacakmış gibi.. dün üzülmemiş

    yarın daha mutlu olacakmış gibi... ağzındaki kekremsi tadı,
    bal kıvamına dönüştürecekmiş gibi,

    elinde bavulu,
    içinde umutları, heyecanları,el değmemiş hayallerini gittiği yere götürme telaşın içinde... ilk adımı atar mutlulukla,
    bilinmezliğin gizemi içinde bulur kendini... kim bilebilir ki gittiğiniz yerin kaldığınız yerden kötü olmadığını,

    vardığınız noktanın aslında başlangıç olduğunu,
    sil baştan başlamanın yorgunluğunu taşıdığını .. yeniden yaşanacak kırılganlıklara gebe bir yolcuğun start vermesini beklerken,
    arkada bırakılan alışılagelmişliklere el sallamaya hazır mıyız peki?

    kalsak ta bi çay içsek

    bir daha düşünsek,

    zamana zaman tanısak

    daha iyi olmaz mı?
  • ılık bir şubat gecesi evden çıkmış yürüyorum. lapa lapa yağan kar taneleri havanın ayazını kesmiş; kaldırım kenarında toplaşıp ele gelecek kadar yükselmiş bir kısımdan sıyırıp ufak bir kartopu yapıyorum... soğuk değil... atmıyorum, avucumun içinde tutup erimesini bekliyorum. nasılda eriyorlar parmaklarımın arasında; süzülüp yürüyen paçalarıma damlıyorlar. ayaklarım bildik bir yolda sürüklüyor beni; bu yolu defalarca yürüdüm... gitmek de istemiyorum aslında, göreceğim şeyi zaten biliyorum. alışkanlıktan mı sadece, sanmıyorum. ufak bir kartopu daha yapıp avucumun içinde erimesini bekliyorum. eridiğini görüyorum lakin parmaklarımın arasından süzüldüğünü hissetmiyorum. gittiğim yere çoktan varmış olmalıydım aslında... yolunu epeyce uzatmış olmalıyım. bildiğim, o yere götüreceğinden emin olduğum yollar bunlar, zifte bulanmış o çakıllar, - ancak o kadar... epey oyalandım... yol bitiyor.... yollar bitmez aslında; uzar gider. ama benim yolum bitiyor. durup; göreceğimi gördüğüm yerde bitiveriyor, tepedeki son evde.
    'yolun açık olsun...’ diyerek aynı yoldan dönüyorum gerisin geri.
    evdeyim... üstümü çıkarmadan banyoya giriyorum. musluğu açıp altına altına ellerimi tutuyorum. soğuk musluk suyu ellerimi yakıyor. gözlerimden sızan bir şeyler akan suya karışıp kayboluyor lavabonun giderinde.
    soğuk değil demiş miydim?
  • zamanın birinde erzurum’dan bir grup insan hacca gitmek için yola çıkmışlar. van’a gelmişler ve van’ın bir köyünde konaklamaya karar vermişler. o köyün de imamı yokmuş. köylüler aralarında konuşmuşlar ve erzurum’dan çıkıp hacca giden bu topluluktan birini imam yapmaya karar vermişler.

    bu insanlar hacca gidiyorlarsa boş insan değillerdir diye düşünmüşler. nitekim tekliflerini içlerinden birisi kabul etmiş. her yıl 400 koyun verilecekmiş imama.
    adam hacca gidip masraf yapacağıma burada kalıp yalandan imamlık yapar ve her yıl 400 koyun sahibi olurum diyerek işe başlamış.

    köylü camide toplanmış namaz kılınacak.
    imam başlamış namazı kıldırmaya:

    - erzurum’dan çıktım yola van’da verdim mola 400 koyun verdiler bana, allahuekber...

    bu günlerce aynı biçimde devam etmiş. köylü bu işe biraz şaşırmış ve konuşmuşlar aralarında:

    - daha önceki imam mı yanlış kıldırıyordu, yeni imam mı yanlış kıldırıyor? bunu gidip müftüye soralım...

    müftüye gelen halk her şeyi anlatmış. müftü köylüye dönerek:

    - siz şimdi hiç imama çaktırmadan köyünüze dönün ve namaz vakti camide toplanın ben de namaza geleceğim, demiş.

    herkes köyüne dönmüş ve namaz vakti cemaat camide toplanmış. tabi ki müftü de camideymiş.

    imam namazı kıldırmaya başlamış...
    birinci rekât:
    - erzurum’dan çıktım yola, van’da verdim mola, 400 koyun verdiler bana, allahuekber...

    arkadan "öhö... öhö!.." şeklinde bir ses duyulmuş. imam yakalandım herhalde diye korkmaya başlamış ve ikinci rekâtta sözlerinde biraz değişiklik yapmış:

    - erzurum’dan çıktım yola, van’da verdim mola, 400 koyun verdiler bana, yarısı sana yarısı bana... allahuekber...

    namaz bitince köylü müftüye dönerek "imam efendi namazı doğru mu kıldırıyor?" diye sormuş.

    müftü hemen cevaplamış:
    - birinci rekâtta biraz şaşırdı ama ikinci rekâtta işi düzeltti...
  • senelerden bir sene, yerlerden yine akşamüstü; öykü kuşları öykülü ötüşleriyle minik bir öykü bıraktı. öykümle kaldım, avuçlarımda ışığım. ışığımla parlıyorum. venüsü kıskandıran ışığımla sönmeden, son bir kez daha, var gücümle parlıyorum. venüsü bu gün izlerken, tüm yıldızların aksine ters dönüşüne kızdım yine. şu öyküyü de koyuyorum buraya nispet olsun diye.

    çoban yıldızı

    gezegenlerden birinde bir çoban yaşarmış. söylenince küçücük ismi, saçlarına yıldız takarmış. her ismi söylendiğinde saçlarına tek bir yıldız takarmış. kelebekler onda konarmış, avcıların sevdiği kuş ölüleri kadar da güzelmiş ayrıca. bir gün kalbindeki taşları temizlemiş çoban. bir önceki aşkından geriye kalan taşları bir bir söküp atmış kalbinden. kalbi boşalmış çobanın. bir rivayete göre çobanın gezegeninde, kalpler aşktan yapılmaymış. aşksız bir çoban aynı zamanda yaşayamazmış. kalbindeki taşları sökünce çoban, aşka susamış. başını kaldırdığı ilk anda, en parlayan yıldıza açıvermiş kalbini. tesadüfler nasıl bu evreni yaratmışsa, yine tesadüfler çobanın kalbini venüse kaptırmış. venüs bunu farkedince, daha da parlamış. güneşe en yakın merkürü bile kıskandırmış. ışığıyla boyamış baştan başa bütün evreni. her akşam güneş kaybolunca ışık olarak inmiş çobanın yanına. eski aşklarını anlatmış. zühre zamanlarını, bir başkasına kervankıran oluşunu, başka bir aşığının ona çulpan diye seslendiğini de anlatmış. kıskanarak dinlemiş çoban venüsün aşkını. kalbi yeniden taşlaşmaya başlamış. her akşam ışığını beklerken aşkı daha da susamış. evine buyur etmiş, en güzel terliklerini çıkarmış. yıllardır susadığı şarabını da yatağının başına koymuş. gözlerinden öpmüş, dudaklarını gözlerinden kıskanmış. venüsün ışığı sönmeden yarını bekleyemezmiş çoban. sigarasını arka arkaya yakmış. kalbini taşla doldurmuş. venüsün ışığı kaybolmuş. çoban kalbindeki taşlara konan, kanatları kendinden güzel kelebeğe vurulmuş. hiçbir şiirde, hiçbir edebiyatta hakkında kötü şeyler yazılamayan kelebeğe, korkarak aşık olmuş. eline alsa kanatları kopacak, üflese kendinden uzaklaşacak. iki avcunun arasında tutmuş kelebeği. avucunu sıkarsa öldürecek, açarsa kaybedecek diye korkmuş hep. avucunda konuşmuş onunla. aylarca konuşmuş. çoğunluğu aşk sözleri, çoğunluğu baba şefkati. ve öfkesini de konuşmuş. kelebeğin öfkesi mi olur diye hayret etmiş hep. venüsün karanlığında korkmasın diye küçük kelebeği, gökyüzüne boyamış çoban rengarenk. avucunu kapatmış geceleri uyurken. bir gün avucunu açtığında kelebeğini ölü bulmuş. kelebeklerin ömrü kısa diyen bu çağa; etiyle kemiğiyle nefret kusmuş. ölüsüyle konuşmuş. venüsü ise kelebeğine kurban sunmuş. ölüsünün elinde çürüyen bedenine bakamaz olmuş. gözyaşlarıyla venüse gömmüş onu.

    çulpan diyenler, dünyadan bakıp venüs bu diye söyleyenler ve kervankıran la zühre ismini koyanlar; çoban dışında bütün herkes çoban yıldızı diye seslenir olmuşlar ona.

    bir tek çoban baktıkça şu şekilde seslenmiş yıldıza: küçüğüm, bir yol olsunda gittiğim, sonu varmış gibi hep sende biteyim.

    `...... `

    edit: imla
  • 22. yüzyıldayız. işler sandığınızdan daha karmaşık. geçen yüzyılda trump seçimleri kaybettikten sonra amerika’da büyük bir karmaşa çıktı ve ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar ülkenin ve nihayetinde dünyanın sonunu getirdi. bana sorarsanız çok bile dayandı. küresel ısınma, hukuksuzluk, zehirli kapitalizm, sekiz berbat yıl süren pandemi ve daha bir sürü şeye rağmen hayatta kalanları toplayıp fentanyl adlı gezegene getirdiler. fentanyl’de, kurtulduk sandığımız şeyi mumla aradığımız bir düzen kuruldu. gezegen halkını ‘vitazolam’ dedikleri, adını hatırladığımda bile ürktüğüm bir ‘eğitime’ tabi tuttular. ancak bizi fentanyl’e getirdiklerinde hepimiz fazlasıyla yıpranmış ve travmatize olmuştuk. ne dünyada olanları ne bizi yeni gezegenimizde neyin beklediğini sorgulayacak haldeydik. bu yüzden karşı koyma ya da üzerine düşünme imkanımız olmadı. dünyada sayamayacağımız kadar nesil yok olmuştu. karantinalar, işe yaramayan aşılar, ölümler, çaresizlik… insana dair tüm berbat fiillerin faili olan atalarımızın bize yaşattıklarından kurtulmamız için vitazolam’dan geçmemiz şarttı. üç basamaklı bir yeniden programlama sistemi olan vitazolam’la pırıl pırıl bir zihne kavuşmak, sorgulama hissi ve varoluş sancısı gibi tarih boyunca insanın başına bela olmuş zihinsel anormalilerden kurtulmak ve en önemlisi müspet-menfi, tüm duygulardan sonsuza dek arınmak mümkündü. nitekim, insan ancak böyle huzur bulurdu. devletin devamı, duygusuz ve sorgusuz bir hayatla mümkündü. dünyada başımıza gelenler; bunca felakete rağmen iflah olmamak, adına özgürlük dedikleri akıl hastalığı yüzünden başlamamış mıydı? işte vitazolam uyum eğitimi, yüce devletimiz melatonin tarafından bunun için geliştirilmişti.

    kafa karıştırmak istemem, belki de her şeyi baştan anlatmalıyım. ben m. adımın artık bu olduğunu söylediklerinde ben de yadırgamıştım ancak zamanla benimsedim. burada sevebileceğiniz, pardon şu ‘sevmek’ lafını dünyada bıraktığımı unutuyorum, nadir şeylerdendi. pratikti. kulağa hoş geliyordu. bir isimden daha ne beklenirdi zaten?
    fentanyl’e getirildiğimiz ilk zamanlar dünyadaki adımı hatırlamak için çok uğraştım ancak faydası olmadı. hatırlamaya çalıştığımda bir sensör varmışçasına başıma bir ağrı giriyordu ve öylesine dayanılmazdı ki, bildiğim her şeyi unutmaya razıydım. vitazolam yüzünden giderek netleşmesi gereken çoğu şeyi zamanla kaybettiğimi ise daha sonraları anlayacaktım. yeni dünyada, böyle dememiz 875 sayılı ölüm hükmünde kararname ile yasaklanmıştı, hepimize bir takım harf ya da harf kombinasyonlarından oluşan isimler verdiler. sorgulamayı vitazolam’ın ilk basamağında bıraktığımız için bunu neden yaptığımızı soran ya da buna karşı çıkan bir yurttaş olmadı. belki de bundan daha büyük problemlerimiz vardı.
    görevlerim dışında hiçbir şeyden emin değildim, olmam da beklenmiyordu. sisteme göre temel seviye yurttaşlık buydu. görevini bilmek. başka hiçbir şey bilmemek. böylece devletin üstün yararına hizmet edebilecektik. fentanyl’deki herkes gibi 30 yaşındaydım. burada yaşlanmak ileri seviye kodlama teknikleriyle genlerimizden silinmişti. telomerlerimizin uzunlukları belli bir seviyede kalacak şekilde sabitlendiği için yaşlanmamayı sağlayabilmiştik. dünyada olsak bu bir servet ederdi. neyse ki fentanyl’de para yoktu. müthiş değil mi?
    fentanyl’in fedaileri yani ff subayları, artık topluma hizmet etmediğine karar verilen yurttaşları itlaf etmekle görevliydi. işte ölüm buydu. sistemin kapatılması. kolektif hafızadan tüm dijital varlığının bir anda silinmesi. adının, pardon belki de kodunun demeliydim, hemen yeni bir yurttaşa verilmesi. duygular olsa acı verici derdim. neyse ki yoklardı. sistem tüm yurttaşların fişleri çekilene kadar 30 yaşında olması şeklinde tasarlanmıştı. baş ff, 30 yaşın insanın en verimli çağı olduğuna inandığından sabit yaşımız 30 olarak belirlenmişti.
    nüfusun yarısı gibi bir kadındım. ya da dünyada kadın dediğimiz şey fentanyl’de neye denk geliyorsa oydum.

    to be continued…
hesabın var mı? giriş yap