• günlerden bir gün kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş ve adamın penceresinin önüne konup adama şöyle demiş :

    “ben seni çok seviyorum, lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım.”

    adam : “olmaz alamam… sen bir kuşsun. hiç, bir kuş adama aşık olur mu ?…” demiş.

    kırlangıç tekrar : “lütfen pencereyi açıp beni içeri al, birlikte yaşarız. hem ben sana dost ve arkadaş olurum, canın da sıkılmaz, birlikte yaşar gideriz.” demiş.

    adam yine : “olmaz alamam… git başımdan” diye cevap vermiş.

    üçüncü ve son defa kuş adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş :

    “lütfen beni içeri al… artık soğuklar da başladı, dışarıda kalamam, biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim sadece. beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. lütfen beni iceri al da burada kalayım. birlikte yemek yer, omuzuna konar seni neşelendirir, sana yârenlik ederim. hem sen de benim gibi yalnızsın” der…

    adam ona : “git derhal başımdan ! ben yalnız kalırım.” demiş ve kuşu kovmuş…

    kırlangıc da bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmus ve uzaklara gitmiş.

    adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine :

    “ben ne aptal, ne kadar akılsız bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? ne güzel birlikte kalırdık” demis ve çok pişman olmuş. pişman olmuş olmasına ama iş işten geçmiş.

    kendi kendine : “nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir, ben de onu içeri alır birlikte, mutlu bir hayat sürerim.” demiş ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye baslamış.

    yazın gelmesiyle kırlangıçlar da gelmeye başlamış ama onun kırlangıcı gelmemiş. yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna… kırlangıç yokmuş. gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını gören olmamış.

    sonunda bir bilge kişiye hâlini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş.

    bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona şöyle demis :

    “kırlangıçların ömrü 6 aydır !…”

    hayatta bazı fırsatlar vardır, ömründe bir defa insanın eline geçer ve değerlendirilmezse uçup gider.

    dikkatli olun..
    farkında olun...
  • 22. yüzyıldayız. işler sandığınızdan daha karmaşık. geçen yüzyılda trump seçimleri kaybettikten sonra amerika’da büyük bir karmaşa çıktı ve ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar ülkenin ve nihayetinde dünyanın sonunu getirdi. bana sorarsanız çok bile dayandı. küresel ısınma, hukuksuzluk, zehirli kapitalizm, sekiz berbat yıl süren pandemi ve daha bir sürü şeye rağmen hayatta kalanları toplayıp fentanyl adlı gezegene getirdiler. fentanyl’de, kurtulduk sandığımız şeyi mumla aradığımız bir düzen kuruldu. gezegen halkını ‘vitazolam’ dedikleri, adını hatırladığımda bile ürktüğüm bir ‘eğitime’ tabi tuttular. ancak bizi fentanyl’e getirdiklerinde hepimiz fazlasıyla yıpranmış ve travmatize olmuştuk. ne dünyada olanları ne bizi yeni gezegenimizde neyin beklediğini sorgulayacak haldeydik. bu yüzden karşı koyma ya da üzerine düşünme imkanımız olmadı. dünyada sayamayacağımız kadar nesil yok olmuştu. karantinalar, işe yaramayan aşılar, ölümler, çaresizlik… insana dair tüm berbat fiillerin faili olan atalarımızın bize yaşattıklarından kurtulmamız için vitazolam’dan geçmemiz şarttı. üç basamaklı bir yeniden programlama sistemi olan vitazolam’la pırıl pırıl bir zihne kavuşmak, sorgulama hissi ve varoluş sancısı gibi tarih boyunca insanın başına bela olmuş zihinsel anormalilerden kurtulmak ve en önemlisi müspet-menfi, tüm duygulardan sonsuza dek arınmak mümkündü. nitekim, insan ancak böyle huzur bulurdu. devletin devamı, duygusuz ve sorgusuz bir hayatla mümkündü. dünyada başımıza gelenler; bunca felakete rağmen iflah olmamak, adına özgürlük dedikleri akıl hastalığı yüzünden başlamamış mıydı? işte vitazolam uyum eğitimi, yüce devletimiz melatonin tarafından bunun için geliştirilmişti.

    kafa karıştırmak istemem, belki de her şeyi baştan anlatmalıyım. ben m. adımın artık bu olduğunu söylediklerinde ben de yadırgamıştım ancak zamanla benimsedim. burada sevebileceğiniz, pardon şu ‘sevmek’ lafını dünyada bıraktığımı unutuyorum, nadir şeylerdendi. pratikti. kulağa hoş geliyordu. bir isimden daha ne beklenirdi zaten?
    fentanyl’e getirildiğimiz ilk zamanlar dünyadaki adımı hatırlamak için çok uğraştım ancak faydası olmadı. hatırlamaya çalıştığımda bir sensör varmışçasına başıma bir ağrı giriyordu ve öylesine dayanılmazdı ki, bildiğim her şeyi unutmaya razıydım. vitazolam yüzünden giderek netleşmesi gereken çoğu şeyi zamanla kaybettiğimi ise daha sonraları anlayacaktım. yeni dünyada, böyle dememiz 875 sayılı ölüm hükmünde kararname ile yasaklanmıştı, hepimize bir takım harf ya da harf kombinasyonlarından oluşan isimler verdiler. sorgulamayı vitazolam’ın ilk basamağında bıraktığımız için bunu neden yaptığımızı soran ya da buna karşı çıkan bir yurttaş olmadı. belki de bundan daha büyük problemlerimiz vardı.
    görevlerim dışında hiçbir şeyden emin değildim, olmam da beklenmiyordu. sisteme göre temel seviye yurttaşlık buydu. görevini bilmek. başka hiçbir şey bilmemek. böylece devletin üstün yararına hizmet edebilecektik. fentanyl’deki herkes gibi 30 yaşındaydım. burada yaşlanmak ileri seviye kodlama teknikleriyle genlerimizden silinmişti. telomerlerimizin uzunlukları belli bir seviyede kalacak şekilde sabitlendiği için yaşlanmamayı sağlayabilmiştik. dünyada olsak bu bir servet ederdi. neyse ki fentanyl’de para yoktu. müthiş değil mi?
    fentanyl’in fedaileri yani ff subayları, artık topluma hizmet etmediğine karar verilen yurttaşları itlaf etmekle görevliydi. işte ölüm buydu. sistemin kapatılması. kolektif hafızadan tüm dijital varlığının bir anda silinmesi. adının, pardon belki de kodunun demeliydim, hemen yeni bir yurttaşa verilmesi. duygular olsa acı verici derdim. neyse ki yoklardı. sistem tüm yurttaşların fişleri çekilene kadar 30 yaşında olması şeklinde tasarlanmıştı. baş ff, 30 yaşın insanın en verimli çağı olduğuna inandığından sabit yaşımız 30 olarak belirlenmişti.
    nüfusun yarısı gibi bir kadındım. ya da dünyada kadın dediğimiz şey fentanyl’de neye denk geliyorsa oydum.

    to be continued…
  • ılık bir şubat gecesi evden çıkmış yürüyorum. lapa lapa yağan kar taneleri havanın ayazını kesmiş; kaldırım kenarında toplaşıp ele gelecek kadar yükselmiş bir kısımdan sıyırıp ufak bir kartopu yapıyorum... soğuk değil... atmıyorum, avucumun içinde tutup erimesini bekliyorum. nasılda eriyorlar parmaklarımın arasında; süzülüp yürüyen paçalarıma damlıyorlar. ayaklarım bildik bir yolda sürüklüyor beni; bu yolu defalarca yürüdüm... gitmek de istemiyorum aslında, göreceğim şeyi zaten biliyorum. alışkanlıktan mı sadece, sanmıyorum. ufak bir kartopu daha yapıp avucumun içinde erimesini bekliyorum. eridiğini görüyorum lakin parmaklarımın arasından süzüldüğünü hissetmiyorum. gittiğim yere çoktan varmış olmalıydım aslında... yolunu epeyce uzatmış olmalıyım. bildiğim, o yere götüreceğinden emin olduğum yollar bunlar, zifte bulanmış o çakıllar, - ancak o kadar... epey oyalandım... yol bitiyor.... yollar bitmez aslında; uzar gider. ama benim yolum bitiyor. durup; göreceğimi gördüğüm yerde bitiveriyor, tepedeki son evde.
    'yolun açık olsun...’ diyerek aynı yoldan dönüyorum gerisin geri.
    evdeyim... üstümü çıkarmadan banyoya giriyorum. musluğu açıp altına altına ellerimi tutuyorum. soğuk musluk suyu ellerimi yakıyor. gözlerimden sızan bir şeyler akan suya karışıp kayboluyor lavabonun giderinde.
    soğuk değil demiş miydim?
  • acı, yalnızlık ve boşluk. bir anda şeffaflaşırmış meğer her yer... böceğim... cam hamurundan yoğrulmuş bir böceğim.... şeffaf... ayıp yerlerimi örtmeye çalışmalar falan... obsesif, tuhaf, sakıncalı... attığım çığlıklar zifire bulanmış trakelerimde yankı bulsun. yankılansın, yankılansın, yankılansın ve sussun... susar mı? sen susardın bak... susardın ve sus kalsaydın!
    suskunluğunla da boğsaydın............................
    bir sen duyardın beni. keskinken hala çığlıklarım ve keskin değilken var ettiğin köşeler bu kadar... ben, pek çok güzel şeyi başaramayan ben, yokluğunda yağmur damlalarından göz yaşları çizebiliyorum kendime.... yokluğunu bile özlemek... obsesif, sakıncalı, aşık... yokluk özlenir mi?
  • her yer karanlıkken ,
    gideceği yer aydınlık gibi geliyor insan evladına,

    kederi,derdi tasayı tam o eşikten geçerken bırakacakmış gibi.. dün üzülmemiş

    yarın daha mutlu olacakmış gibi... ağzındaki kekremsi tadı,
    bal kıvamına dönüştürecekmiş gibi,

    elinde bavulu,
    içinde umutları, heyecanları,el değmemiş hayallerini gittiği yere götürme telaşın içinde... ilk adımı atar mutlulukla,
    bilinmezliğin gizemi içinde bulur kendini... kim bilebilir ki gittiğiniz yerin kaldığınız yerden kötü olmadığını,

    vardığınız noktanın aslında başlangıç olduğunu,
    sil baştan başlamanın yorgunluğunu taşıdığını .. yeniden yaşanacak kırılganlıklara gebe bir yolcuğun start vermesini beklerken,
    arkada bırakılan alışılagelmişliklere el sallamaya hazır mıyız peki?

    kalsak ta bi çay içsek

    bir daha düşünsek,

    zamana zaman tanısak

    daha iyi olmaz mı?
  • öylece oturduk karşılıklı, konuştuk onunla,
    bilmem kaç yüzyıllardır duruyormuş ayakta,
    nice dilberler gelmiş geçmiş yanından,
    nice yiğitler gelmiş geçmiş yanından.
    acımadı, az bir sürede de olsa oluşan dostluğumuzdan,
    ''sakın unutma'' dedi ''sende gelip geçeceksin yanımdan.
  • senelerden bir sene, yerlerden yine akşamüstü; öykü kuşları öykülü ötüşleriyle minik bir öykü bıraktı. öykümle kaldım, avuçlarımda ışığım. ışığımla parlıyorum. venüsü kıskandıran ışığımla sönmeden, son bir kez daha, var gücümle parlıyorum. venüsü bu gün izlerken, tüm yıldızların aksine ters dönüşüne kızdım yine. şu öyküyü de koyuyorum buraya nispet olsun diye.

    çoban yıldızı

    gezegenlerden birinde bir çoban yaşarmış. söylenince küçücük ismi, saçlarına yıldız takarmış. her ismi söylendiğinde saçlarına tek bir yıldız takarmış. kelebekler onda konarmış, avcıların sevdiği kuş ölüleri kadar da güzelmiş ayrıca. bir gün kalbindeki taşları temizlemiş çoban. bir önceki aşkından geriye kalan taşları bir bir söküp atmış kalbinden. kalbi boşalmış çobanın. bir rivayete göre çobanın gezegeninde, kalpler aşktan yapılmaymış. aşksız bir çoban aynı zamanda yaşayamazmış. kalbindeki taşları sökünce çoban, aşka susamış. başını kaldırdığı ilk anda, en parlayan yıldıza açıvermiş kalbini. tesadüfler nasıl bu evreni yaratmışsa, yine tesadüfler çobanın kalbini venüse kaptırmış. venüs bunu farkedince, daha da parlamış. güneşe en yakın merkürü bile kıskandırmış. ışığıyla boyamış baştan başa bütün evreni. her akşam güneş kaybolunca ışık olarak inmiş çobanın yanına. eski aşklarını anlatmış. zühre zamanlarını, bir başkasına kervankıran oluşunu, başka bir aşığının ona çulpan diye seslendiğini de anlatmış. kıskanarak dinlemiş çoban venüsün aşkını. kalbi yeniden taşlaşmaya başlamış. her akşam ışığını beklerken aşkı daha da susamış. evine buyur etmiş, en güzel terliklerini çıkarmış. yıllardır susadığı şarabını da yatağının başına koymuş. gözlerinden öpmüş, dudaklarını gözlerinden kıskanmış. venüsün ışığı sönmeden yarını bekleyemezmiş çoban. sigarasını arka arkaya yakmış. kalbini taşla doldurmuş. venüsün ışığı kaybolmuş. çoban kalbindeki taşlara konan, kanatları kendinden güzel kelebeğe vurulmuş. hiçbir şiirde, hiçbir edebiyatta hakkında kötü şeyler yazılamayan kelebeğe, korkarak aşık olmuş. eline alsa kanatları kopacak, üflese kendinden uzaklaşacak. iki avcunun arasında tutmuş kelebeği. avucunu sıkarsa öldürecek, açarsa kaybedecek diye korkmuş hep. avucunda konuşmuş onunla. aylarca konuşmuş. çoğunluğu aşk sözleri, çoğunluğu baba şefkati. ve öfkesini de konuşmuş. kelebeğin öfkesi mi olur diye hayret etmiş hep. venüsün karanlığında korkmasın diye küçük kelebeği, gökyüzüne boyamış çoban rengarenk. avucunu kapatmış geceleri uyurken. bir gün avucunu açtığında kelebeğini ölü bulmuş. kelebeklerin ömrü kısa diyen bu çağa; etiyle kemiğiyle nefret kusmuş. ölüsüyle konuşmuş. venüsü ise kelebeğine kurban sunmuş. ölüsünün elinde çürüyen bedenine bakamaz olmuş. gözyaşlarıyla venüse gömmüş onu.

    çulpan diyenler, dünyadan bakıp venüs bu diye söyleyenler ve kervankıran la zühre ismini koyanlar; çoban dışında bütün herkes çoban yıldızı diye seslenir olmuşlar ona.

    bir tek çoban baktıkça şu şekilde seslenmiş yıldıza: küçüğüm, bir yol olsunda gittiğim, sonu varmış gibi hep sende biteyim.

    `...... `

    edit: imla
  • öyküme şuradan ulaşınız.

    (bkz: wattpad)
  • küller küllere

    doktor frank morrow yorgun bir tavırla başını mikroskoptan kaldırdı ve iç çekti. sıcak bir gündü; pahalı saatinin akreple yelkovanı yedi buçuğa ilerlerken biten iş günün yorgunluğu çöküyordu üzerine. yardımcısı joyce çoktan binadan ayrılmış ve morrow’u işinde kullandığı, kafese konmuş hayvanların tıkırtılarından başka hiçbir şeyin sessizliği bozmadığı labaratuvarında yalnız bırakmıştı.

    uzun boylu, yapılı bir adamdı. kırlaşmakta olan saçları elli beş yaşını göstermiyordu. küçük, düzgün ve esnek elleri usta bir cerrahın elleriydi. tam tamına on beş yıl cerrahlık yapmış ve sonra yeni bir çalışma alanı üzerinde yoğunlaşmak için bistüriyi bırakmıştı. organ nakillerinde anestezi üzerinde çalışıyordu. bu alanda öyle başarılı olmuştu ki, insan gövdesindeki herhangi bir organı canlı iken hareketsiz kılıp, gelecek nakil ameliyatlarında kullanılmak üzere sınırsız bir süre saklamak artık çok kolaydı onun için. üstelik böylece yöneticilerin yararına maliyeti yarı yarıya indirdiğinden geleneksel derin dondurma tekniğini geçmişe gömmüştü.

    yorgundu. gözlüklerini yavaşça çıkararak ellerin, gözlerine batırdı.

    altı aydır huzursuzdu. hastanede geç saatlere kadar çalıştığı ilk geceden bu yana geçen uzun altı aydır sürüyordu olay. işe giderken hem hem trafikten kaçmak, hem de biraz ayaklarını çalıştırmak için almaktan vazgeçtiğinden karısı melanie ile paylaştığı evine yürüyerek gidiyordu o gece.

    morrow geç yaşta evlenmişti. gençlik yılları öğrenim görmek ve çalışmayla geçmiş, melanie ile karşılaşıncaya kadar kadınlar onun için barlarda içki servisi yapan boyalı sarışınlardan ya da ameliyat maskeleri ardındaki yüzü belirsiz varlıklardan öte bir anlam taşımamıştı.

    melanie’yi farklı bulmuştu. gerçi malenie kendisinden yirmi beş yaş gençti, ama bu yaş farkı önemsiz gözüküyordu. birbirlerine sevgiyle bağlanmışlardı ve çalışma ile geçmekte olan hayatında morrow ilk kez aşık olmuştu. kilisenin kutsadığı evlenme törenlerinin sonrasında çiftin sürdürmeye başladığı evcil evlilik yaşamında morow katıksız bir mutluluk bulmuştu.

    evinin giriş kapısına giden kıvrımlı bahçe yolunda yürürken morrow kapının açık olduğunu gördü hayretle. basamaklarda duran genç bir adam kapı aralığından gölgesi gözüken biriyle konuşuyordu. gece karanlığında melanie’nin sesi dalgalandı:” teşekkürler robert, harika oldu. evet, yarın akşam yine gel. saat dokuza kadar gelmez, üç saat yalnız kalabiliriz.”

    işittiği sözcükler morrow’un içine işledi. çalılıkların arkasında donup kalmış dikilirken genç adamın karanlıkta gözden kayboluşunu seyretti. onun ayak seslerini kendi kalp atışlarıymış gibi duyumsadı.

    bu daha ilkti. o geceyi daha birçok gece izledi, işkence gibi birçok gece.labratuvarında tek başına otururken aklı melanie ile o gençteydi. evde yalnızdılar, kendi evinde. bazı geceler bahçede gizlenerek onların birbirlerine veda etmelerini izlemişti. ama yeterince acı çekmişti artık. yavaş yavaş bir şeyler yaptı tutkusu kapladı benliğini. o gün küçük bürosuna geçerek notlar almaya başladı. bir saat sonra binadan çıkarken adımlarında bir canlılık, yüzünde doygun bir gülümseme vardı.

    melanie gazetedeki ilanı gördüğünde kahvaltı ediyorlardı. sabah gazetesinin sosyete ve moda sayfalarını taradıktan sonra gözleri doğum, ölüm ve evlenme sütununa takıldığında ilanı üst üste üç kez okudu. gözleri kendisine oyun oynuyordu herhalde. hayır, ilan oradaydı,’ölümler’ başlığı altında:

    “morrow, melanie, 30, aniden, evinde, dr. frank morow’un sevgili eşi.

    saat 11’de özel tören, 15inci bölge, çiçek gönderilmemesi rica edilir.”

    “frank” dedi hafifçe;” bunu gördün mü?”

    “kesinlikle sevgilim” diye yanıtladı frank dalgın bir tavırla. “o ilanı ben verdim.”

    “ama ne anlama geliyor bu frank,” dedi melanie. içini panik duygusu kaplamıştı.”bir tür şaka mı?”

    “hayır tatlım şaka değil” diye mırıldandı doktor.

    “fakat neden? ne...” melanie’nin sözleri doktorun yumruğuyla kesildi.

    karısının hareketsiz bedenini çalışma odasına taşıyarak yavaşça koltuğa bıraktı. masasından aldığı bir şırıngaya dikkatle bir ilaç çekti ve karısının kalbinin üzerineki bir damara uzun bir iğneyle verdi ilacı. iğneyi çıkardığında saatine baktı.

    “işte vefasız küçük kaltak,” diye mırıldandı. vakti gelene kadar bu seni sakin tutar.”

    cenaze servisi görevlileri kısa sürede bir tabutla birlikte geldiler ve kederli kocaya birer başsağlığı sözcüğü mırıldandıktan sonra makine gibi işe koyuldular. morrow yan odada beklerken onların kuşkulanacakları bir şey bulmalarından korktu bir an. fma ilaç görevini iyi yapmıştı. koyu renkli giysili görevlilerin gördüğü, sadece her zamanki ölüm solgunluğunu taşıyan kaskatı bir cesetti. cenaze servisinin yaşlı ve ayyaş doktoru da ölüm belgesini imzalarken farklı bir şey görmedi.

    işlerini bitiren görevliler gitti. yalnız kalan morrow ipek kefene sarılmış karısına baktı.

    bakır rengi saçları tabutun beyaz kumaşla kaplanmış zemininde soluk yüzünü çevreliyordu. morrow gülümsedi ve ipek kumaş katmanlarını yavaşça sıyırarak karısının bedeni üzerinde dikişler atmaya başladı. ameliyatlarda kullanılan iplikle kollarını göğsüne dikti, ayaklarına ve dudaklarına ilmikler attı. başarılı bir ameliyatı bitirircesine çabuktu elleri. düğümlerden sarkan iplik uçlarını da kestikten sonra ipek örtüleri eski durumlarına getirdi ve kendine bir içki hazırladı.

    cenaze töreni sakin geçti. gelenler dah çok melanie’nin yakınlarıydı. yas tutanlardan beklenen tavırlar içinde başlarını sallayarak gözlerini kuruluyorlardı. sonra arabalara doluşarak belediyenin cenaze yakma evine gidildi. rahibin tekdüze konuşmasından sonra tabut, konduğu yerden aşağı çekilerek gözden kayboldu.

    aşağıdaki yakma odasının görevlisi kendi kendine konuşuyordu:”işler iyi, parça başına ücret verselerdi şimdi zengin olmuştum.” kendi sözlerine gülerken ellerine tükürdü ve tabutu yakma tüneline iterken fırının çelik kapısını binada yankılanan bir sesle kapattı.

    melanie işitti bu sesi. ilacın etkisi geçmeye başlayıp belleği bilincini geri kazanırken duyduğu ilk sesti bu. önce durumunu algılayamadı. devinimlerinin kısıtlanmış olduğunu duyumsadı. kollarını, bacaklarını ve ağzını oynatamıyordu; sonra karanlığı ve içinde uzandığı yerin dar sınırlarını algıladı. bağırmak için ağzını açmaya çalıştı. dudaklarındaki dikişler gerildiğinde acı gerçeği anımsadı: gazetedeki ilanı ve kocasının attığı yumruğu. bir şey daha duyumsamaya başladı: her taraftan sıcaklık geliyordu.çırpındıkça acıları artıyor, dikişlerin olduğu yerlerde yırtılmalar sonucu başlayan kanamaları ve alevlerin ince tahtayı geçerak bedenine işlediğini duyumsuyordu. süt beyazı teni şimdi kızarıyor, kararıyor ve kömürleşiyordu.

    bilinçli son duyumu eriyen göz kürelerinin iki yapışkan akıntı halinde yüzüne akması oldu.

    bir saat sonra yakma odasının görevlisi gazetesini elinden bırkarak gaz vanalarını kapattı ve fırının kapağını açıp külleri topladı.

    morrow öğleden sonraki dördüncü duble viskisini bardağına koyarken salonun saati beşi çalıyordu. çok başarılı bir gün geçirmişti. evlenmiş olduğu vefasız kadından kurtulmuş olduğundan kendini yeniden ve bütünüyle işine verebilirdi artık. karısı tek erkekle yetinmeyen hangi erkek önemli şeyler üzerinde yoğunlaşabilirdi ki? altın renkli sıvıdan bir yudum aldı, koltuğuna yaslandı, gözlerini kapatarak gülümsedi.

    ön kapının çalınmasıyla yerinden sıçradı. kim olabilirdi bu saatte? yine başsağlığı dilemeye gelen işgüzar bir komşu mu?

    basamaklarda robert duruyordu, melanie’nin gizli ziyaretçisi. yassı bir paket vardı elinde.

    “iyi akşamlar doktor,” diyerek gülümsedi genç adam” sanıyorum beklediğiniz şeyi getirdim.”

    “beklediğim şey mi? ne demek istiyorsun?”

    “ne mi? karınızdan size sürpriz bir doğum günü hediyesi.”

    genç adam paketi açtı. melanie’nin şahane bir portresi çıktı ortaya. bakır rengi saçlarında sayısız ışığın dans ettiği, her çizginin çok güzel işlendiği bir tabloydu bu.

    “gördüğünüz gibi,” diye açıklamaya girişti genç adam.”ben serbest çalışan bir ressamım. karınız size bir doğum günü hediyesi olarak vermek için portresini yapmamı istedi. siz farkına varmayın diye gece siz işteyken çalışıyorum. altı ayımı aldı, ama beğendiyseniz buna değer.”

    oda morrow’un gözleri önünde dönüyordu. ağzını açamaya çalıştı, yapamadı. tablonun alt köşesindeki yazıyı okuyabildi yalnızca:

    biricik aşkım frank’a.

    melanie.

    allan hilleri

    (bkz: öç öyküleri antolojisi)
  • sevdiğim kadına ;
    bir varmış bir yokmuş
    hem körmüş , hem de kütükmüş küçük prens
    uçmayı öğrenmeye çalışıp yuvasının etrafında uçan yavru kırlangıçlar gibi prens de
    prensesin etrafında öyle dönüyormuş…
    çok aşıklarmış, çok
    bunların bu aşkını kıskanan kötü melekler küçük prensese uykusunda kötü büyülerin olduğu,
    bir şarkı dinletmişler ve o büyülü şarkıyı dinleyen prenses artık hayatında ki hiç kimseyi tanımaz olmuş.
    sabah olup aşığı prens etrafında dönmeye başladığında dahi bom boş gözler ile öylece bakmış , bunu gören prens
    olan bitene anlam verememiş, bu işte bir bit yeniği var diye düşünmüş , her adımını izlemiş aşık olduğu presesinin.
    gece olup prenses yatağına gitmeden önce odasına girip dolaba saklanmış, prenses gelip yatağına uzanmış uykuya dalması ile kötü meleklerin içeriye girip büyülü şarkıyı güzel prensesin kulağına dinletmeleri bir olmuş, çok güçlü bir büyü imiş bu …bunu öğrenen prens hep inanmış ki, bu hayatta çözülemeyecek, yenilemeyecek bir şey yokmuş hep buna inanmış prens…başlamış araştırmaya , geceleri gündüzlere , gündüzleri gecelere karışmış, sonunda aşklarının bu mereti yeneceğine halt edeceğine inanmış ,hayatını bunun için feda edebileceğini düşünmüş. çünkü sevmek kutsalmış ,kendi içindeki kitabında , sonra günlerden bir gün kocaman bir ayna alıp prensesin yanına gitmiş, iki kişi olarak aynanın karşısına geçmişler ,ve içine dalıvermişler aynanın , tek yürek ve tek ruh olarak mutlu olmuşlar sonsuza dek. işte o günden beri aynalara bakan aşıklar orada kendilerini değil prenseslerinin , prenslerinin yansımalarını görür olmuşlar…ve bir daha hiçbir büyülü şarkı prensese etki etmemiş, aynanın içinde iki kişi tek ruh olup mutlu bir şekilde yaşamışlar sonsuza dek…
    etrafında öyle dönüyormuş…
    çok aşıklarmış, çok
    bunların bu aşkını kıskanan kötü melekler küçük prensese uykusunda kötü büyülerin olduğu,
    bir şarkı dinletmişler ve o büyülü şarkıyı dinleyen prenses artık hayatında ki hiç kimseyi tanımaz olmuş.
    sabah olup aşığı prens etrafında dönmeye başladığında dahi bom boş gözler ile öylece bakmış , bunu gören prens
    olan bitene anlam verememiş, bu işte bir bit yeniği var diye düşünmüş , her adımını izlemiş aşık olduğu presesinin.
    gece olup prenses yatağına gitmeden önce odasına girip dolaba saklanmış, prenses gelip yatağına uzanmış uykuya dalması ile kötü meleklerin içeriye girip büyülü şarkıyı güzel prensesin kulağına dinletmeleri bir olmuş, çok güçlü bir büyü imiş bu …bunu öğrenen prens hep inanmış ki, bu hayatta çözülemeyecek, yenilemeyecek bir şey yokmuş hep buna inanmış prens…başlamış araştırmaya , geceleri gündüzlere , gündüzleri gecelere karışmış, sonunda aşklarının bu mereti yeneceğine halt edeceğine inanmış ,hayatını bunun için feda edebileceğini düşünmüş. çünkü sevmek kutsalmış ,kendi içindeki kitabında , sonra günlerden bir gün kocaman bir ayna alıp prensesin yanına gitmiş, iki kişi olarak aynanın karşısına geçmişler ,ve içine dalıvermişler aynanın , tek yürek ve tek ruh olarak mutlu olmuşlar sonsuza dek. işte o günden beri aynalara bakan aşıklar orada kendilerini değil prenseslerinin , prenslerinin yansımalarını görür olmuşlar…ve bir daha hiçbir büyülü şarkı prensese etki etmemiş, aynanın içinde iki kişi tek ruh olup mutlu bir şekilde yaşamışlar sonsuza dek…
hesabın var mı? giriş yap