• “tenekeye hanımeli ektim, toprağı az geldi. bakalım… çiçekleri tanımıyorum pek, adlarını bile doğru dürüst bilmiyorum. ama açsınlar istiyorum, gözümün önünde serpilsinler, balkonu sarsınlar: o zaman tanıyabilirim ancak, tanışırız.

    katırtırnağı, ebegümeci, radika, krizantem, ıtırşâhî, süsen, nergis… hepsi sevdiğim ama bir bakışta tanıyamadığım otlar, çiçekler. bakara gülleri ve karanfil değil,

    menekşe ve papatya. hayvanlardan, kanaryalarla muhabbet kuşları değil, kedilerle atlar. madenlerden, bakır. sonra yer döşekleri, su küpleri, toprak sigara tablaları.

    sonra, tenlerine değen madeni altından değil, gümüşten seçenler, kendi tenleri kokanlar; yol almaktan korkmayanlar, göçebe olanlar; ‘menkul’ eşyalarıyla, şemsiye, mendil, çakmak gibi ufak fazlalıklarını bile durmadan yitirenler; para sayamayanlar; biraz şaşkın, oldukça uyumsuz kaçanlar; gelişkin aletleri kullanamayanlar, uzayı umursamayanlar ama yerli filmlerde gözleri dolanlar, dolmuşlarda ve otobüslerde halkımızca hayat-hikâyesi-dinleme-uzmanlığına atanmışlar.

    gülmeyi, paylaşmayı, sevmeyi bilenler; yemek pişirmeyi ve iyi yemek yemeyi uzun sofralarda, geniş tabaklarda; sevişirken öleceklerini sanacak kadar haz duyanlar; çok çocuk isteyenler, çocuklarca seçilenler; unutmayanlar, ananlar, sızlanmayanlar; dünyaya ve sevdiklerine kaptırdıkları şeylerin çetelesini tutmayanlar; hep kazançlı, hep borçlu çıkanlar son hesaplaşmada.

    gizlenmeyenler yani, gözden çıkaranlar, vericiler; sağlıklarını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaçmayanlar, rüzgârda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabilenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları.

    başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler; evlerine sığınılabilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle.

    yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler.”
  • "baktım, iyice aklaşmış saçları. asıl üzüntü veren yaşlanmak değil, uslanmak. bizlere hiç yakışmıyor üstelik.."**
  • "28 ocak

    haftalık temizlik var evde. yani koltuklar tersyüz, tablalar dolu, halılar dürülmüş pencereler açık. şu bitmek bilmeyen kışın bitmeyecek gibi başlayan bir günü. dışarısı da buz gibi içerisi de.

    derken edip cansever ile cemal çullu uğradılar. cemal, yeni bir aydın kuşağından. ilk bakışta ‘başarılı bir iş adamı’ dersiniz, ama ilk başlardan kime ne? cemal önce sanata, güzelliğe ve zekaya tutkun, doğal olarak da bunlara bulaşmış insanlara ve ürünlere. bu değerleri taşıyan her şeyin, kişiliğinde silinmez bir iz bırakacağından ürküyor bana sorarsanız, bu yüzden de hırçınca savunuyor kırılganlığını, belki de abartıyor.

    zeynep hanım, almış eline süpürgeyi (süpürgenin markası 'huzur' ama bakmayın), dünyanın en tatlı cadısı gibi odaları dolaşıyor. onun şahane emrindeyiz bugün. hangi odayı temizleyip bitirmişse oraya geçiyoruz ses etmeden. cemal bile pabuçlarını çıkardı sevimli görünmek için. çünkü bugün evin sahibi o.

    birara zeynep hanım yatak odasına tıkılmamızı uygun gördü. bir tür kar-oyunu başladı. ondan korkmak hoşumuza gidiyor. mutfağa gizlice dalıp votkalarımızı dolduruyoruz, onun avaz avaz çaldığı radyo türkülerine usul klasik müzikle yanıt veriyoruz. galiba hepimiz nicedir unuttuğumuz bir çocukluğun tadını çıkarıyoruz bugün.

    yatak odasında eski kaynak dergisi ciltleri var. yatağa, koltuklara dizilip karıştırmaya başlıyoruz dergileri. ilk kahkaha edip'ten geliyor:
    - şiire bakın, şiire diyor; kırılacak gülmekten.

    şiire bakıyoruz:
    1 eylül 1948 tarihli kaynak'ta, şairin o dönemde en sevdiği şiiri var: 'salkımlı meyhane'. bir dörtlüğü şöyle:

    "her şey rahattı, insanlar mesut gibiydi,
    her şey rahattı, dondurmanın eriyişi bile.
    bu yaz kadehlerin serinlemediği bir yazdı.
    bütün caddeler yabancı, kadınlar yabancıydı."

    turgut da dayanamıyor, o da zamanında en beğenilen şiirlerinden birini okuyor kahkaha gözyaşları içinde:

    "şimdi kulakların çınlıyordur mutlaka
    çekilesi, öpülesi
    küpeli mini mini kulakların"

    cemal ile ben gerçekten güç durumdayız. kahkahalara pek katılmamaya çalışarak laf yetiştiriyoruz. edip'e dedik ki: "bak, dondurmanın eriyişi bile rahattı gibi, kadınlar yabancıydı gibi saptamalarla ilerdeki edip'in ipuçlarını veriyorsun. sonradan işleyeceğin izleklerden haber getiriyorsun."

    turgut'a da, "senin onca özen gösterdiğin özgün şaşkınlık, hatalı içtenlik bu şiirde de var açık seçik," dedik.

    ama sabahtan beri oynadığımız oyun içinde arkadaşlarımız birdenbire değişmişlerdi, bundan böyle edip ile turgut değil, edip cansever ile turgut uyar'dılar. o günlerin şimdi çoğu unutulmuş "flaş" imzaları arasında bile ilgiyi hemen çeken iki şair.

    - şaka bir yana, dedi edip ciddileşerek, bu mesut insanlarla, küçük memur sevinçleri ile nereye gidebilirdik ki? demek, istesek de, istemesek de gelmek zorundaydık geldiğimiz yere.

    turgut da bu kanıyı paylaşıyordu. ülkemizde eleştirmenler şiirin tarihine önem vermekten, şairlerin, o şiirleri yazanların özel tarihini incelemeye zaman ayıramıyorlardı.

    "ikinci yeni" diye adlandırılan akımın başı-çeken şairleri, birbirlerinden habersiz yaftalanıp aynı kümeye yakıştırılmışlardı. karşı çıkmamışlardı pek; çünkü hiç değilse temelde, yani türk şiirine geleneksel imge zenginliğini geri getirmede, küçük insanın trajik boyutunu yakalamada birleşiyorlardı.

    sonraları bu akımı onların değil, sonradan katılıp imgeyi de dili de soysuzlaştıran yeteneksiz heveslilerin temsil ettiği görüşü ortaya atıldığında da ses çıkarmamışlardı. eleştirmenlerin özellikle yanlış okumalarına, sataşmalarına yanıt vermemişlerdi. "kaçak", "sağcı", "düzenin dümen suyunda" gibi suçlamaları yakınmadan sineye çekmişlerdi.

    eskiden öfkelenirdim bu susuşa, şimdi çok iyi anlıyorum nedenini. edip'in dediği gibi, bir ülke şiirinin o ülkenin toplumsal yapısıyla tam bir koşutluk göstermediği anlar vardır. yalnızca toplumcu bir öz, dildeki tıkanıklığı gidermeye yetmez zaman zaman. dilin günü dolmuştur artık. toplumcu şairlerin bir dönemde susmalarını yalnızca iktidarın susturmasına bağlamak bu gerçeği görmezlikten gelmektir.

    (apayrı dünyalarda, başka başka dillerde yaşayan yazarların birbirlerinden habersiz, dillerini aynı çağcıl doğrultularda zorlamalarını başka nasıl açıklayabiliriz ki?)

    yıllar önce bir konuşmada ece ayhan, "neredeyse otuz yıllık bir imge ve dil serüvenini birkaç yıla sığdırmayı denedik," derken, o günlerde neden 'özgün' şiirlere kolay rastlanamadığını açıklamış oluyordu.

    gelinmesi gereken yere korkmadan, ödün vermeden, hatasıyla sevabıyla gelmek... işte bir serüvenin özeti.

    ama konu ciddileşince günün tadı kaçtı. herkes evine gitti. en çok da zeynep hanım sevindi buna. bir eleştirmen tavrıyla döküntüleri topladı, yerlerinden çıkan ciltleri boy sırasına ve renk uyumuna göre dizerek odaya alıştığı kalıbı verdi, günü ve odayı eski, bildik kıldı. rahatladı."

    tomris uyar

    gündökümü*/ yky/ 2.b, ağustos 2005/ s.285-287
  • iki ciltten oluşan tomris uyar kitabı. "bir uyumsuzun notları" şeklinde devam eder ismi. çok keyifli, çok zekice yazılmıştır. anlatılan yılları yaşatmaz, düşündürür. şahane saptamalara da sahiptir. tomris ablaya böylesi yakışır zaten.
  • tomris uyar'ın pek samimi kitabı.

    --- spoiler ---

    yazma isteği; anında yaşamak, birileriyle konuşmak, bir konuğu ağırlamak, yani çevremi görmekten, gözlemekten alıkoyamıyor beni. dışarda sürüp giden büyük hikaye'ye kapıyı kapayıp onu hikaye etmekten yana değilim.

    --- spoiler ---
  • on parmağında on marifet diye tanımlanacak bir kadın varsa o da tomris uyar'dır. iki ciltten oluşan 75-79 senelerini “sesler, yüzler, sokaklar” 80-84 arasını “günlerin tortusu” başlıklarının oluşturduğu bir uyumsuzun notları. güne döktüklerini adeta kendi günlüğünüz samimiyetinde okuyorsunuz bu satırlarda. onunla birlikte farklı ülkelerin sokaklarında, kültürlerinde dolaşıyor edebiyatçıları hakkında hoşbeş ediyorsunuz. çevirmenlikten kaynaklanan muhteşem edebiyat zenginliği ayrıca bir hayranlık uyandıran yönüdür. çoğu şeye bu denli hakim olması da tartışılmaz bir boyut. günlük içinde öykü, şiir, deneme, eleştiri türleri barındıran bir yapıt resmen. ha bir de çok sevdiğim edip'in ona doğum günü için yazdığı şiirini de burada kayıt altına almış:
    .
    .
    .
    günün herhangi bir saatinde,
    saati sorsan birilerine,
    onlar da -sözgelimi- 'on yedi otuz' deseler hep
    'zaman buymuş, anladım' diyeceksin elbette.
    nasıl buluyorsun bu yıl kendini,
    göğsündeki ruhbilimsel saate göre,
    bana sorarsan yıllar önce nasılsan
    öylesin gene,
    hepsi hepsi bir kedin öldü sadece.
    duvarlara fotoğraf falan asma,
    ve konsol ve ayna çerçevelerine,
    hele aile resimlerini hiç mi hiç,
    baktıkça renksizliğe dönüşüveriyor,
    olmayan bu zaman parçaları -sen ne dersen de-
  • deli gibi her yerde aradığım kitap . varsa yeşillendirmek isteyen.
  • “akıllı kadın dostlar daha zor bulunuyor. akıllı kadınların çoğu saldırgan ve kılçıklı nedense. güzel başlayan, içtenlikle sürdürülen ilişkilerde yaya bırakıyorlar. “
  • bir dönem bizlere edebiyatın vazgeçilmez bir parçası gibi görünen, içinde ne serüvenler, ne heyecanlar, ne aşklar yaşanan, batı'nın doğu'ya açılan son penceresi sıfatını kazanmış şak ekspresi bugün son seferini yaptı. (22 mayıs 1977)
  • gündökümü 2

    ikimiz de, yıllardır çevremizde olan keşmekeşten etkilenmedik, değişmedik. belki de varoluşçuluk üstüne zamanında çok düşündüğümüzdendir.(bir zamanlar burjuva olmamdan utanırdım, şimdi övüneceğim neredeyse.) köylülükten kentli-devrimciliğe uzanan kestirme yolda ara-duraklardan geçilmeyince, kestirme dönüşler daha kesin oluyor: tepe taklak. dönüş yolunda durup soluklanacağınız durak yok çünkü.
hesabın var mı? giriş yap