• şöyle bir şeydir:

    "ben ucuz bir romandım. hayır, en kötü edebiyatın bile bir gerçekliği vardı. can sıkıcı taklitçileri bile benden gerçekti. ben yoktum; hatta ben 'yokum', 'olmadım' diyemeyecek bir yerdeydim, kelimeler bile yan yana gelip beni tanımlamak istemezlerdi. ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı, bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı.

    ben bir şeyin taklidiydim, fakat aslımı bile daha doğru dürüst öğrenememiştim. belki de bana ne olduğunu sonuna kadar okumamıştım. yarabbim ne korkunçtu! belki de birilerinden duymuştum, onlar da başka birilerinden duymuştu." *

    (bkz: korkuyu beklerken)
  • elinin üzerine oturmasıdır. uzun süre üzerinde oturulan ele kan gitmez, el hissizleşir, bir yabancının eli gibi olur. bu yabancılaşmadan faydalanıp o elle mastürbasyon yapan ayılar varmış; allah tanıştırmasın.
  • hayatın kontrolünü kaybettiğinde hissedilen durum.
    bazen, durup dururken, bir an insan tüm varığına yabancılaşabiliyor. enteresan bir boşluk anı. o an aslında var olduğunu, çevrendekileri, yaşadıklarını anlayamıyorsun. sanki hiç olmamışsın da, bahsettiğim o boşlukta kendini izliyormuşsun gibi gelir. nefes almayı bile unutabilirsin.
    gariptir bu an. yalnızca benim mi başıma geliyor bilmiyorum ancak biraz korkutucu olmasına rağmen keyif de verir. belki de yaşanan o kısacık yabancılaşma anında var olmanın zorluğu ve güzelliklerinin farkına varabilir insan.
  • yapmak istediklerini hissedemez,hissettiklerini yapamaz bir durumda kalmıştır insancığımız.kendi içine sığınmaya çalışmaktadır.hani bir laf vardır ya ''kendinden kaçamazsın'' diye evet doğru kendinden kaçamazsın ama kendine yabancılaşabilirsin.sabah kalkıp yüzünü yıkadıktan sonra kurularsın yüzünü kısa bir an aynada kendine bakarsın,daha ayılamamışsındır yüzünü kurulamaya devam edersin.aynada gördüğün aksin yabancı gelir ya sana.uzun zaman kendini o ruh halinde hissetmektir belki de.
  • yaşamak için isminizi 10 kere tekrar edin
  • toplum tarafından yüklenen değerler ve beklentiler sonucu oluşabilen durum. yabancılaşma varyasyonlarının en dramatik halidir.

    insan bu durumun farkına vardığında samimiyete dört elle sarılmaya çabalıyor. ve samimiyetin, yaşam mücadelesinde zamanla daha güç elde edilebilen ve ortaya konabilen bir metot olmaya başladığına inanıyor. aslında bu konuyu, görgü kurallarına dair kişisel bir incelememle derinleştirmek istiyorum.

    sofra adabında görgü kurallarına doğuştan ihtimam göstermemi sağlayacak bir çevrede büyümedim. çocukluk ve ergenlik dönemlerimde, bilhassa babamın iş arkadaşlarıyla beraber yemek yiyeceğim vakitlerde çatalı sol elle, bıçağı sağ elle tutmaya çabalardım sadece. bu müthiş zor bir deneyimdi ve alışmaya çalışmak acı veriyordu.

    zamanla insanın statüsünü, bu tarz görgü kurallarıyla perçinleyebileceğine inanmaya başladım. bu kuralları uygulamam gereken ortamlara da daha fazla girip çıkmaya başladım. çatalı sol, bıçağı sağ elle tutuşum ve zekice hamlelerle parçayı bütünden ayırışım gittikçe alışılandan daha kolay hale geliyordu. farkında olmadan bu kuralları evimdeyken, hatta yalnızken de uygulamaya başladım.

    sabahları uyandığımda oldukça dalgın olur ve kahvaltı boyunca gözlerimi bir yere, bir şeye sabitleyip düşüncelere daldığımı sıklıkla fark eder, yemeğe odaklanmaya çalışırım. yine benzer bir sabah gözlerimin tabaktaki omlete daldığını ve sol elimde çatal, sağ elimde bıçak olduğunu hissetmem aynı ana tekabül etti.

    ben samimi miydim? her ne kadar artık belirli görgü kurallarını içselleştirmiş olsam da, evde yalnızken çatalın kenarını kullanarak ayırdığım lokmaların ağzımda bıraktığı tat gün geçtikçe kayboluyor muydu?

    bu düşünce nöbetinden ayılmamı, babamın çay bardağı içerisinde hunharca bir o yana bir bu yana savurduğu çay kaşığı sağladı. bıçağı tabağın kenarına bıraktım ve çatalı sağ elime aldım. omlet, çatalımın altında dengesiz bir biçimde geziniyor, beyaz tabakta sarımtırak izler bırakıyordu. açıkça zorlanıyordum fakat samimi bir mücadele veriyordum. samimiyet yıllar önce kaybettiğim bir şeydi ve tekrar elde etmekte zorlanıyordum.

    görgü kurallarının bahşettiği sahte cennete mi dönmeliydim, yıllar sonra bir kısa devre misali aklımda belirivermiş samimiyet kıvılcımı da o cennet kadar sahte miydi? insan bir kez kendine yabancılaştı mı, kendine dair herhangi bir şeye samimiyeti yakıştıramıyor. samimi davranışın ölçütü, insanın içinden geldiği gibi doğal yapıda olmasından mı kaynaklanıyor, yoksa toplum nezrinde, insanın içinden gelmesi gerektiği gibi bir yapıda olması mı, bilmiyorum.
  • insanin insani degerlerden hizla uzaklasmasidir.

    (bkz: materyalizm)
  • "en iyi tanıdığım kişi bizzat kendim"den "bu ben miyim ya?"ya tenzil-i rütbedir. bütün manyaklıklarınla, kendi içerisinde tutarlı tutarsızlıklarınla, dengesizlikte bile dengede durabilmenle, dağınıklık tepeleri içinde aradığımı şak! diye bulabilmenle bile kendini kabullenmiş hatta ufaktan narsistçe seviyorken, bir saat sonra ne yapmaya cüret edebileceğini kestirememektir. o tanıdığın 'sen' ömürlük iznine çıktı çünkü, yerine bıraktığı adamla/kadınla da şimdiye kadar her türlü samimi olma fırsatından kaçmıştın.
  • süre ver diyorum onu da veremiyor
  • insanın kullandığı araçların insanı ele geçirmesiyle birlikte insanın kendisine yabancı olmasıdır. bu araçlar illa otomobil gibi teknolojik araçlar olmayabilir. para, makam ve iktidar gibi aslında amaç değil de araç olması gereken şeylerin amaç haline gelmesi, insanı yönlendirerek onun ruhuna hakim olmasıdır.
hesabın var mı? giriş yap