• hastalıklı bir aşk hikayesini konu edinen bir françois truffaut filmi. aynı zamanda truffaut'nun izlediğim tek renkli filmidir. trajik aşkların konu aktörü gerard depardieu'yu yine bir hatuna sırılsıklam aşık izliyoruz. ama hatunda da bir femme fatale tribi var; olayı trajik yapan da, hastalıklı yapan da bu işte!

    --- spoiler ---
    (bkz: sevgili tarafından öldürülmek)
    --- spoiler ---
  • basarisiz bir film. duygulari yansitma, orjinallik, ilginclik, oyunculuk, oyuncularin role uygunlugu, atmosfer hepsinde sinifta kalmis bence. truffaut napmis anlam veremedim. the 400 blows ve bunu ayni kisi yapmis olamaz dedirtti.
  • belki de kendimi bernard yerine koyarak izlediğim için hem çok merak ettiren hem de acı çektiren bir film olmuştur.

    izlediğim ilk truffaut filmi olması nedeniyle pek yorum yapamayacağım ama içimden bir ses yanlış filmle başladığımı söylüyor. türkçe adı komşu kadın bu arada. en azından mubi öyle çevirmiş.

    --- spoiler ---

    perde aralamalar, otelde buluşma ama sonra pişman olmalar, her defasından bu son demeler ancak birkaç gün dayanabilmeler, yanlış bir şey yapıyorum ama bunu istiyorum dedirtmeler gibi bir sürü beni içine çeken hissi bünyesinden barından 1981 yapımı renkli film
    --- spoiler ---
  • françois truffaut 'nun yine truffaut gibi durmayan bir filmidir. truffaut gerçekten feminen düşünmeyi iyi becerebilen türünün* * ender rastlanan bir örneği gibi hissettiriyor yine.

    --- spoiler ---

    fanny ardant' in charmingliği filmi zaten alıp götürüyor ama yani sorumsuz maskülen obsesif feminen klise toksik ilişkisi bile öyle tatlı bir incelikle veriliyor ki, we' re ok truffaut!

    "mathilde ve bernard'in beraber gomulecegini sanmıyorum ama ortak bir mezar taşları olsaydı üstüne söyle yazmalarını önerirdim: 'ne seninle ne sensiz' ama benden böyle bir şey isteyeceklerini sanmıyorum."*

    sözlerimi bitirirken herkese philippe ya da arlette gibi bir eş, madame jouve gibi bir dost diliyor bernard ve mathilde ilişkisi evlerden ırak olsun diyorum. duygularınızın peşinden gidin ama o kadar da gitmeyin, tünelin ucu pek iyi bir yere çıkmıyor. *

    --- spoiler ---

    filmin sahnelerini alt-j matilda ile editleyecek olanın ellerinden dert görmesin. * *
  • truffaut’nun son filminden bir önceki filmi yönetmenin iyi çalışmalarından birisi ve yine şaşırtıyor çünkü filmin akışına göre izleyeceğimizi sandığımızı hikayeyi izlemiyoruz aslında.

    truffaut yine seven, aşık olan karakterler anlatıyor; bu sefer bir tutku var ve bu tutku iki tarafa da zarar veriyor, yine aşkın vazgeçilmezliği, ve hayatta gerçek olan örneğin, aile, evlilik, çocuklar vb gibi her şeye rağmen süren bir tutkudan söz ediyor yönetmen. hissettikleri, ve bu sebeple yoruldukları, yenik düştükleri bu sevgi veya tutku sebebiyle bir türlü bu durumu aşamayan bu iki insanın durumu onların yaşadığı tutkuyu öğrenmelerine rağmen ufak sıyrıklarla bu bilgiyi atlatan, bir anlamda pek sarsılmayan çünkü aslında belki de hiç gerçek bir aşk yaşamamış insanların yani eşlerinin doğal, sakin, ve belki konformist hallerinin karşısında yıkıcılığına rağmen aşkın gerçek olduğunu söylüyor truffaut, en azından o insanların öyküsünü anlatıyor. normalde filmin açılış ve ilerleyişinde yasak aşk öyküsü izleyeceğimizi sanıyoruz. ama sonra yasak aşk izlemediğimizi, yasal aşklar izlediğimizi görüyoruz: bir anlamda konformist, uysal, olağana, bir çok şeye gönül indirmiş hayat biçimleri içerisinde yasak aşkın kendini inatla gerçekliğiyle insanlara dayattığını görüyoruz. bu durumun öykü içerisindeki çıkmaz sokakları kendini belli ediyor ve film öyle bitiyor. yönetmen öyküsünü yine kanlı canlı, gerçeklik hissi veren, bizi ilgi duymaya ikna eden karakterler aracılığıyla anlatıyor, ve truffaut bunu gerçekten de iyi yapabilen bir yönetmen. onun karakterleri kendilerini önemsememizi, umursamamızı, onları merak etmemizi istiyor bizden, ve ekrandan, perdeden taşacak denli bir gerçeklik hissi yayarak hissettiriyorlar bunu bize.

    uzunca bir aradan sonra yeniden truffaut izlemek çok güzeldi. truffaut’yu seviyorum. filmin bütün doğallığı, oyunculuklar, muazzam güzellikteki ve çok ekonomik kullanılmış film müziği gerçekten çok iyiydi. sinemayı sevme sebeplerimden birisi oldu yönetmen. onun sevgiye, aşka, insana inanmayı seçmiş sinemasını seviyorum. bu filmini de mutlaka öneririm.
  • iyi yönetmenler basit fikirleri sinemada çok güzel büyütüyorlar... basit bir konu evet ama anlatımı çok klas olmuş.

    bugün büyük fikirler ile sinema yapılması gerektiğini savunanlara tokat niteliğinde bu tarz filmler izletmeli. değişik bir fikir buldum hemen film çekeyim diyenlere... minimal, sade, akıcı ve basit hikaye aktarımı. ben filmde bunları hissettim. zaman geçtikçe olacakları düşündürttükçe beni heyecanlandırdı.

    herkes kendi yoluna gitse de bazı şeyler asla silinmez, üstü örtülür. bir kıvılcım ise tepetaklak olmanızı fazlasıyla sağlar. işte bu filmin ana özeti bu olsa gerek. her şey dağılır, ta ki günü gelene dek!

    filmin müziği şahane, fanny ardant'ın estetikliği ise her şeyin ötesinde...

    ayrıca bir dipnot olarak; françois truffaut, cesar ödüllerinde gérard depardieu ve fanny ardant'ın yan yana oturduğunu görünce filmin senaryosunu yazmaya karar vermiş...

    yine 1986 yılında film siyad ödülleri'nde yabancı dilde en iyi film ödül adaylarından imiş...

    filmde hatrımda kalan 10 anı sizlerle paylaşıyorum:

    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
  • filme başarısız diyenler olmuş, şaşırdım. adam hastalıklı bir hikayeyi daha nasıl anlatabilirdi üstelik drama queenliklere yer vermeden. şimdiki toplum neredeyse böyle ilişkilerin içinde. hasta ruhların hazin dolu öykülerini dinlemiyor musunuz hemen her gün? ama biri bunu gözünüze sokunca olmamış deniyor. sahiden garip. hafiften bir (bkz: zeigarnik etkisi) de yok değil. zaten nietzsche boşuna dememiş; insan arzu edileni değil arzularını sever diye. hatta bunu şurada vurgulanmış truffaut. mathilde bernard'a, benden çocuk istemedin ama şimdi bir çocuğun var derken. sevdiği kadın değildi, ihtirasiydi. hiç deli olmayan, bilakis acayip akıllı kadın mathilde bunun farkındaydı da.
    bu fırtınalı aşkın elbette, sonu da böyle rüzgarlar estirecekti arkasından. ben en çok şu lafı sevdim: "bir tek şarkılar yalan söylemiyor."
  • bu hafta art arda izlediğim ikinci (bkz: #150549545) truffaut filmi bu..

    art arda ikinci hastalıklı aşk hikayesi. ilki tek taraflıydı akıl hastanesinde..
    bu ise sarkaç gibi.. aşk, bir o yana bir bu yana savruldu mezarda bitti..

    truffaut, 75-85 arası yeşilçam'da film yapsaymış arabesk film türümüze bambaşka bir boyut getirirmiş yeminle. şarabı al, rakıyı koy.. chanson'u al yapıştır arabeski.

    tamam o kadar da değil, adam sonuçta dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri elbette ama işte böyle bazı filmleri -belki de zamanın ruhuyla- olmamış hissi veriyor.

    şimdi araya bir kaç film koyduktan sonra üçüncü olarak jules et jim'i izleyip hastalıklı aşklara doyayım.
  • fransa'nın maşallahlık bölgelerinden biri olan rhône-alpes'de, grenoble'da geçen filmde yine trufovâri bir anlatıcı bulunur. fakat bu sefer anlatıcı, bizdeki mahallenin muhtarına denk düşen bir karakterdir: madame jouve. âdeta perihan abla'nın bir ön-belirimi değil midir? tabii 'mahalle'yi çoktan geride bırakmış kentli bir tiptir jouve.

    penceredeki kadın (1981), trufovâri ölümcül kadının* âlâsını jules et jim'de görenler için bir nebze daha az tatmin edicidir ama tipik truffaut temaları, o güzel rastlantısallıklar, çarpışmalar, çırpınışlar* bizi gani gani mutlu eder. (bu arada jeanne moreau'nun, 1962'de iki farklı ölümcül kadını canlandırmasına ne demeli? jules & jim ile eva*. tam trufoluk gedikli bir tesadüf bu da yani.) sonrasında, bayan bacak fanny ardant, adamım jean-louis trintignant'la neşeli pazar'ı* yapmış ve bence muzip güzelliği o filmde tam tavını bulmuştur. ama açıkçası femme fatale'lik fannyciğime pek uymamıştır. muhtemelen truffaut da, neşeli pazar'da aynını düşünmüştür.

    ben bir önceki filmi son metro'yu çok severim. bir de truffaut dendi mi beşlik antoine* serisi + amerikan gecesi* rüyası. rüya gibi filmler. yeni dalga'nın yönetmenleri böyledir zaten. mesela, serseri âşıklar'ı* godard, truffaut ve chabrol'ün yazması ve üçünün de kendi tarzlarında acayip filmler yapması bana hep şaşırtıcı gelmiştir. ne mümbit topraktır bu anam bubam.
hesabın var mı? giriş yap