• insan yedisinde neyse yetmişinde de odur ya, bu adam gençliğinde de kadrajmış, kesmeymiş, devamlılıkmış; dinlemez dinamitlerdi. bu yaşa gelmiş ve hala bildiğinden vaz geçmemiş, hala en temel (bilinen) sinema kurallarını eğip büküyor. ve evet, şimdi de tıpkı gençliğindeki gibi hayatla çok derdi var, ununu eleyip eleğini asmamış büyük usta. galiba bu bazılarını diğerlerinden ayıran şeylerden birisi.

    ilk bölüm son derece sert bir belgesel, ikinci bölüm sözün görüntünün ötesine geçtiği, filmden çok metin, varoluşa değgin. üçüncü bölüm ise, godard'a göre şimdimiz. belki de yanılsamamız. gerçeği görmek için biraz, sadece biraz durup bakmamız gerek. biraz zor belki ama benzersiz bir yapıt. çıktığınız anda ya "ikinci defa izlemeliyim" diyeceksiniz, ya da "öf püf".. ortası yok.
  • filmin basin bulteninde yazdigi uzere filmde godard'in dedigi "beni anlayan birisi varsa, kendimi yeterince açik ifade edememisim demektir." cumlesi godard'in bir ropartajinda yazdigi uzere amerikan merkez bankasi baskanindan bir alintiymis.
  • hertarafi sinema olan bir film, sinemayi sevdigini insan ancak bu filmi çekerek kanitlayabilir.
    "saraybosna yi hayirliyor musun"
    bir de detay, çekim karsi çekim, atis karsi atis.
  • her bir sözcüğünün kaydedilmesi,hatta mümkünse kağıt kalemle izlenmesi gereken film.
    ayrıca iki noktası ayrı bir his vermiştir. ilki 'bir türk başbakanı minareleri süngüye benzetmişti.' deyişi ropörtajcı kızın, ikincisiyse yol kenarındaki afişteki mustafa sandal adı. bu olay mustafa sandalın hayatı boyunca alabileceği en büyük ödül olmuştur. ama muhtemelen kendisi farkında bile değildir. ayrıca çok da büyük alay tepkilerine maruz kalmıştır en azından onu bilen izleyicilerin zihninde.
  • ''hayat vardır.ölümse yok''
  • filmde onca konuya değiniyor godard; ölümden yaşama, siyasetten edebiyata.. dikkat çekici olansa bu konuların hepsinin gerçeklikle alakalı bir probleminin olması. gerçeğin ne olduğundan, ve onunla ne yapacağımızdan emin değiliz. hayal ve gerçek diye ayırdığımız tüm o kavramları tam tersine dönüştürebilecek bir zihnimiz var ve bu da çelişkiler yaşamamıza sebep oluyor kimi zaman. filmdeki kadın bu türden bir çelişkinin içindeydi belki de. asıl derdi kendi kimliğiyle ilgili gibi gözüküyordu. bir tarafta 'yahudi', diğer tarafta 'fransız' ve daha bir sürü aidiyeti taşıyan, bunları yük edinen bir insandı o. yolda durup kendisinden bir tane daha olduğunu söylediğinde tüm bunların gerçekliğinden de şüpheleniyordu belki de.
    filmde bir sahne vardı, godard'ın bohr ve heisenberg arasında geçen bir konuşmayı anlattığı. hayal-gerçeklik kavramlarını en iyi anlatan kısımlardandı:

    "1938'de, heisenberg ve bohr danimarka'nın kırsal yörelerinde yürüyorlardı. elsinore kalesini geçtiler. alman bilgin,'bu kalenin olağandışı hiçbir yanı yok' dedi. danimarkalı fizikçi de cevap verdi: 'evet, ama eğer 'hamlet'in kalesi' dersen o zaman olağandışı olur.'

    elsinore:gerçek
    hamlet:hayal ürünü

    hayal ürünü:kesinlik
    gerçek:belirsizlik"
  • godard'in "if you can understand what i'm saying, you're not paying attention." diyerek sinemasini özetledigi, bir canta dolusu kitap ile sinema salonunu havaya ucurdugu filmi...
  • film çıkışı çok yaşlı bir kadın cep telefonuyla tanrıyı arıyor:
    "tanrım, bu büyük yönetmenler yaşlandıklarında kendilerini tanrı zannediyorlar"
  • uc bolumden olusan godard filmi. filmi izlerken kalem kagit alip replikleri not etme istegi uyandiriyor. festivalde "weekend" filminden sonra gosterilince arkadaslar arasi konusmalarda "seneler gecmis ama godard durusundan hic bir sey kaybetmemis." dedirten film.
  • (bkz: ecinniler)
    (bkz: başkaldıran insan)
    ` :camus`
hesabın var mı? giriş yap