• osmanlı imparatorluğunu akp iktidarı sananlar tarafından "dinimiz elden gitmesin korkusu." şeklinde cevaplanan soru. ne kadar güzel biliyorsunuz lan siz. sıfır siyasi tarih bilgisi, sıfır sosyoloji bilgisi ve "aa o da ne ki?" dedikleri osmanlı tarihi bilgisi ile üniversite birinci sınıfta olayı çözmüş ibibikler sizi.
  • banan muhendis diye sende muhendis ilan edilirsen bırak japonya yı kıçı kırık ısviçre bile olamazsın
  • cevabı göz olan soru. çekik gözler çok etkili.
  • cevabı tabii ki "hep iyi niyetinden" olan soru. <insert ne çektin be joke here>
  • bir tarım toplumunda iki ana sınıf vardır. biri geniş köylü yığınları diğeri ise direk toprağın mülkiyetine veya kontrolüne sahip olan azınlık. burjuvazi yani sanayi/zanaat ve ticaretle uğraşan toplumsal kesim her zaman tarım toplumlarında mevcuttur ama çoğunlukla bağımsız bir sınıf olma mertebesine gelemez ve seçkinlerin ayakçısı olarak devam ederler.

    bir tarım toplumunun nitelik sıçraması yapıp sanayi toplumuna dönüşmesi son derece özel şartlar gerektirir. öyle ha deyince olabilen bir şey değildir. böyle bir dönüşüm dünya tarihinde ilk defa batı avrupada gerçekleşmiştir.

    onun da sebebi, ingiltere ve hollanda'nın dünya ölçeğinde yaptığı ticaret sonucunda, tarihte eşi görülmemiş bir sermaye birikimine ve yoğunluğuna sahip olmasıdır. bu süreç sonunda burjuva sınıfı olağanüstü palazlanıp siyasi güce bile el atmış ve nihayet onu ele geçirip bütün kanunları ve nizamları kendi sınıf menfaatlerine göre düzenlemiştir. bu bildiğimiz ulus devletin doğumudur.

    her toplumun bir resmi ideolojisi vardır. bu ideoloji o toplumdaki bütün dengeleri sembolize eder ve hakim sınıf, iktidarını o ideoloji ile meşrulaştırır çünkü sadece kaba kuvvet uzun vadede etkili değildir ve toplum üzerinde bir ideolojik hegemonya kurulamaz ise düzen yıkılma tehlikesine her daim açıktır.

    tarım toplumlarında meşruiyet kaynağı olan ideoloji dinlerden devşirilmiştir. eğer tarım eliti tasfiye edilmek isteniyorsa, ona sadece madde seviyesinde değil ideolojik seviyede de saldırılmalıdır. çünkü elit ideolojik dayanağını yitirirse toplum indinde meşruiyetini kaybedecektir ve onu yıkmak kolay olacaktır.

    burjuvazinin dinlere karşı çıkan felsefeleri desteklemesi ve nihayet bilim-akıl-pozitivizm ekseninde kendi düzenine meşruiyet veren bir resmi ideoloji sentezlemesi hep bu yüzdendir. dine karşı olacak ve itibarını sarsacak ki tarım elitinin altındaki zemin kaysın.

    evet arkadaşlar çok üzgümüm ama bilim diye göklere çıkardığınız kavram da diğer bir idolojiden başka bir şey değil. bugünkü üniversiteler ve profesörlerin asıl işi toplumu mezkur ideoloji ile şartlamak ve sistemi stabilize etmektir.

    rolleri ortaçağdaki kiliseler ve rahiplerden daha farklı değildir. boş zamanlarında da araştırma falan yaparlar. faydalı bir şeyler geliştirirler. eh, artık o kadarcık da olsun...

    bu kadar ön bilgiden sonra gelelim asıl mevzuya. osmanlı neden gelişemedi? onun cevabı çok basit. japonya meselesi daha karışık. osmanlı gelişemedi çünkü dünya ticaret rotası dışında kalınca yeterli sermaye birikimi ve burjuvazinin güç kazanması söz konusu olamadı. gelişme dediğimiz şey zaten burjuvazinin iktidarı ele alıp önceki düzene son vermesi ve kendi sınıf menfaatleri doğrultusunda yeni bir rejim kurmasıdır.

    öncelikle şunu belirtelim japonya kendi iç dinamikleri ile dönüşüm aşamasına girmedi. 1600'lere kadar japonya bir beylikler çorbası idi. merkezi bir idare yoktu. tokugawa hanedanı batıdan gelen ateşli silahların da yardımıyla merkezi idareyi kurmayı başardı.

    merkezi idareyi kurduktan sonra ise ateşli silahları yasakladılar. çünkü muhtemel bir düzen bozucu hareketin güçlü olmasını istemiyorlardı. başlarında "şogun" denilen tokugawa hanedanından biri var, daimyo denilen diğer beyler de onun emri altında. tipik bir feodal yönetim.

    asırlardır imparator denilen baş yönetici de var. ama o sadece semblik bir fikir. herhangi bir iktidara sahip değil. dikkat burası önemli. çünkü tarım toplumlarında ezeli tepişme, beyler/lordlar ile kral/padişah arasındadır.

    kimi zaman kral/padişah sadece bir lordlar heyeti başkanından başka bir şey değildir yani çok zayıftır. osmanlı'da ise beyler ezilip merkezi yönetim güçlü tutulmaya çalışılmıştır. işte japonya'da kannatimce kritik fark budur. yani güçlü bir figür olan ama fiili gücü olmayan imparatorun varlığı.

    dış güçlerin müdahalesi ile japonya değişime zorlanınca elbette geleneksel güçler direndiler. ama imparator tarihte ilk defa gücü eline alma şansına sahip oldu. asırlardır içlerinde ukte kalmıştır muhtemelen.

    bu sebeple eski tarım elitini ve onun ideolojisini yok etmek için batının da desteğiyle harekete geçti. böylelikle geleneksel elit tasfiye edildi ve gelişimin yolu açıldı.
  • daha evvel japonya başlığına yazmıştım, ama konu tam da bu soruyu cevaplamaya yönelik olduğu için bir de buraya kopyalıyorum:

    vakti zamanında clutter sorduydu "bu adamlar 1870'lerde batılılaşmaya başladılar. elde avuçta hiçbir şey yok. biz taa 1700'lerde başladık. coğrafi konumumuz, tarım potansiyelimiz, değerli madenlerimiz, stratejik ortaklıklar kurarak tabiri caizse ordumuzu batılı devlere satmamız, teknik gelişmeleri askeri vesilelerle edinegelmemiz gibi enstrümanlarımız vardı. bu adamlar ise 300 yıl boyunca kendilerini batılılara tamamen kapattıktan sonra tak diye açıyorlar ve bizim enstrümanlarımızdan da yoksunken nasıl, yani neyi satarak, neyi feda ederek 1908'de rusya'yı tokatlayacak noktaya geldiler?" diye...

    bildiğim kadarı ile anlatayım. evvela, tokugawa şogunluğunun kapıları yabancılara kapatarak kendi iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalıştıkları açıktır. lakin bu demek değildi ki, japonya'da yabancı yoktu. bir miktar ispanyol, bazı cizvit papazları, bilhassa hollanda'dan tüccarlar ve misyonerler boldu esasen japonya'da. çünkü japonya'da, baharat, demir, altın yoksa da, onlardan daha değerli ticaret maddeleri vardı, ipek, porselen, inci. keza misyonerler için de altın madeniydi orası, çünkü insanların çoğu shinto ve budistti, bu iki inanç da başka inançları dışlamıyordu (hatta "dininiz nedir?" sorusuna "shinto, budizm ve hristiyanlık" diye cevap veren epeyce japon vardır, bakınız bozkurt güvenç, japon kültürü, iş bankası yayınları) haliyle, oraya giren yabancılar, beraberinde batı'nın bilgisini de getiriyordu. ian buruma, japonya'nın bu dönemlerde zannedilenden çok daha fazlasını bildiğini söyler. haliyle "bir anda zıpladı" durumu yok. bilgi yavaş yavaş depolanmaya başlamıştı 1600'lerden itibaren.

    sonrasında yabancılar sınır dışı edildi ve yeni yabancı kabulü çok kısıtlandı. fakat hollandalılar hep ayrıcalıklı kaldı, çünkü silah için yardım ediyorlardı. kendilerine ait sınırlı bir yaşama bölgesi vardı, oradan çıkmamaları kaydıyla önce şogunluk, ilerki zamanlarda meiji hükümetiyle yakın temasta oldular. meiji döneminin en önemli isimlerinden, sonradan "japon mucizesi" denen şeyi mümkün kılacak olan eğitim sistemini tasarlayan isimlerden yukichi fukuzawa nasıl ilim aşkıyla dur duraksız felemenkçe çalıştıklarını, özellikle tıp, askeriye ve askeri teknoloji alanlarındaki kitapları japonca'ya çevirdiklerini otobiyografisinde anlatır.

    yani meiji döneminden evvel başlayan bilgi birikimi, meiji restorasyonu ile şogunluğa el konulup, zaten var olan tenno(imparator)'nun askeri gücü de kendi eline alması ile bu bilgi aktif şekilde kullanılmaya başlanmıştı. başlanmıştı da, reform yapmak için paraya ihtiyaç olduğu muhakkak. peki japonya yetersiz kaynakları ile ihtiyacı olan parayı nasıl karşıladı?

    japonya fena halde şanslı bir ülke. yüzyıllar evvel nasıl denizdeki fırtına sayesinde iki kez moğol istilasından kurtulduysa ("kamikaze" "tanrının nefesi" demektir ve vaktiyle ülkeyi kurtarmış bu fırtınalara kamikaze denmiştir. şimdi neden intihar saldırısı yapan pilotlara kamikaze dendiğini daha rahat anlayabilirsiniz) yine şans japonya'ya yardım etmiş. efendim, ipek bildiğiniz üzere çok değerli ve pahalı bir ticaret malzemesi. çin ve japonya aptal değil elbet, ülkeden ipek böceklerinin çıkarılması yasak ("silk" filmini hatırlayın) "böcek bende, ben ondan kumaşı yapayım, gel öyle al" diyor. çünkü işlenmiş ürün her zaman daha kazançlı. fakat vakt-i zamanında, bir rahibin asasına ipek böceği yumurtası saklayarak avrupa'ya kaçırdığı söylenir, hikaye doğru mu bilinmez, ama avrupa'da da bu yıllarda artık ipek üretilebilmekteydi. fakat şans bu ya, 1860'lı yıllarda, osmanlı devleti'ni de etkileyen bir ipek böceği hastalığı baş göstermiş avrupa'da, bütün ipek böcekleri ölünce de, çaresiz tüm ipek tüccarları ipeklerini japonya'dan almak zorunda kalmışlar uzun süre... işte bu patlayan ipek ihracatı, japonya'ya reformlarında kullanmak üzere sıcak para sağlamış. üstelik, avrupa ile kurduğu bu ticaret ilişkisi, tekstil teknolojisindeki gelişmeleri de ülkeye sokmak açısından faydalı olmuş. sanayi devrimi'nden bildiğimiz üzere, ticarette ilk atılım hep tekstilden gelmiştir. ondan gelen para akılcı kullanıldığı takdirde, ingiltere, japonya gibi avantajlı konuma geçmek mümkündür. osmanlı ile kıyaslarsak durumu, osmanlı 1909-11 yılları arasında epi topu -ki tekstil mevcut durum içinde gene en güçlüsü osmanlı için- 17,550 ton el dokuması, 1000 ton sanayi dokuması üretebilmişken, japonya sadece 1913 yılında 56,350 ton kumaş üretmiş. bu alanda osmanlı'ya kıyasla ezici üstünlüğü açık. (rakamlar selçuk esenbel'den, "japonya ve türkiye çağdaşlaşma tarihi", çağdaş japonya'ya türkiye'den bakışlar, simurg yayınları, 1999)

    ha, tabii olay para kazanmakla bitmiyor. japonya'nın "mucize"si, bence parayı etkin kullanması. bunda sosyologlar, kıt kaynaklarla büyüyen, daima kendisini fakir bir ülke olarak gören japonya insanının, hiçbir şeyi çarçur etmeme alışkanlığının bu optimum dağılımı yaratabilmesini sağlayan yegane şey olduğunu söyliyor. oysa osmanlı'da israf en önde gelen şeylerden biriydi. hatta japonya ile ilgili şu örnek verilir "hiçbir ingiliz'in ülkesinden 'bizim küçük, mütevazı ülkemiz' diye bahsettiğini duyamazsınız. orası 'great britain'dır. halbuki ingiltere'den daha büyük bir ülkede yaşasa da, japonlar kendi ülkelerini ufak sayar. çünkü tam karşısında hindistan ve çin vardır. küçüklük kompleksi, japonları büyük olmaya itmiştir." ben de bu açıklamaya epeyce inanıyorum. keza kıt kaynaklar faktörü de önemli. istatistik bilimine en büyük katkıyı japonların yapmasının sebebi, hata payını hesaplamaya çalışmalarındandı, çünkü israf edecek kaynakları yoktu. kısaca japonya, bir şans sayesinde eline geçen paranın kıymetini bilmiş, özellikle eğitim başta olmak üzere, endüstri ve modernleşmeye yatırmıştır parasını... (sonrasında askeri modernleşme sonucu, küçüklük kompleksini parayla harmanlayan japonya'nın yelkeni emperyalizme kırması çok acıdır, fakat o bir başka entry'nin konusudur.)

    bundan sonra birçok başka detay daha var tabii başarıyı etkileyen. örneğin 1800'lerde avrupa'da 35 milyonluk ülke yok. japonya'nın ise 35 milyonluk, veba görmemiş, savaş görmemiş, yani yorgun ve bitkin olmayan bir nüfusu var. son savaş 1600 yılında derebeyleri arasındaki sekigahara savaşı ki, sonrasında tokugawa şogunluğu sayesinde pek çatışma olmamış. yani parasını savaşa yatıran avrupalı devletlerin sorunlarına sahip değil japonya. bu nüfusun kadın kesiminden yararlanmak için de 2. dünya savaşı'nı beklememiş bazı ülkeler gibi, kadınlara hemen ipek böcekçiliğinde çalışma izni çıkarılmış filan. sonra ada coğrafyası olmanın faydaları gereği, komşu çatışması pek yok, üstelik etrafındaki ülkelerden daha zengin ve merkezi, üniter bir yapısı var diğerlerine kıyasla. az bir azınlığı var, başlıca azınlıkları ainu ve koreliler (bkz: ainu/@polly jean) (bkz: koreli/@polly jean)

    yani meiji devrimi'ne dek, sömürgeci olmayan, birilerinin sömürgesi de olmayan, oldukça kendi halinde ve durgun bir devlet iken, 1858'de amerikalı komodor perry'nin "ziyareti" sonucu mecburen limanlarını dış ticarete açan, hatta buna bile ahlanıp vahlanan bir japonya'dan, sadece on yıl sonra, 1868'de meiji devrimi'ni yapıp "dünyanın gerçeği buysa, biz de bu gerçeğe uyacağız. düşmanlara yem olmamak için bilgi denen şeyi edinmeliyiz, hem de çok çabuk edinmeliyiz" diyen, profesörlere para verip ülkesine getiren, avrupa'ya öğrenci yollayan, teknolojiye para ayıran, ihracattan elde ettiği parayı savurmayan bir japonya görüyoruz. zaten japonya'nın, başka birçok kötü özelliğine rağmen, türkiye gibi ülkelerde "sevilmesi", "hayranlık uyandırması" da bu disiplin sonucu olsa gerek. yiğidi öldür hakkını ver demişler, kendi kültürleri gereği totalitarizme çok yatkın olsalar da, iş birlik olup çalışmaya gelince, aynı kültürün japonlara avantaj sağladığı kesin. ben olsam "alman disiplini" lafının yerine "japon disiplini" lafını koyardım. zira japonlarla kıyaslayınca almanlar çok sevimli kalıyorlar. japonların gözümüzdeki olumlu imajı, onların öldürdüğü milyonların yeterince filminin olmayışından olsa gerek...

    kısaca bu kadar... esen kalınız...

    edit: şu entry'yi "tanım değil" diye ispiyonlama ihtiyacı duyan ruh hastası kimdir hakikaten merak ettim yalnız!
  • allahın hikmeti. allah malı mülkü dilediğine verir di mi? evet.
    aynı sınıfta okuduğum bazı çakallar şimdi zengin iken benim neden hala orta direk olduğumu açıklayabilsem bunu da açıklarım.
    girişimcilik, çakallık, zeka, cesaret, kader, nasip vesaire vesaire.
hesabın var mı? giriş yap