• abd'de 90'dan sonra film çekmeye başlayan yönetmenler arasında en iyisidir bence. there will be blood ve kubrick, magnolia ve altman, boogie nights ve scorsese arasında akrabalık bağı olduğunu sezenler haksız sayılmaz belki, evet. ancak anderson'ın çektiği her filmde bu bağın ötesinde bir şey bulursunuz. bulduğunuz, kişinin çevresindekilerle kurduğu gerilimli ilişkidir. anderson filmlerinin karakterleri yalnız kalmaktan korkar en çok, bu yüzden de diğerleriyle iletişim kurmaya çalışırlar. ne var ki kendilerini koruma isteği bu iletişim kurma çabalarından tiksinmelerine yol açar çoğu zaman. en sonunda bir açmazda bulurlar kendilerini. anderson her filminde insan ve diğer insanlar arasındaki bu gerilimli ilişkiyi anlatmak için uğraşır.

    buraya birkaç satır bir şey yazmama sebep olan ise anderson'ın fiona apple için çektiği müzik videosu, hot knife. bir müzik videosunda bile sinemasının en büyüleyici yanlarından birini ortaya çıkarabiliyor anderson. bu da - en azından benim için - yakın planlarla karakterlerin yüzlerinde yakaladıkları. dreyer ve bergman'dan sonra beni yakaladığı yüz ifadeleriyle en çok etkileyen yönetmen anderson sanırım. the master şimdilik bu konuda ulaştığı "ustalığın" doruk noktası.
  • film degil roman ceker.
  • kendi kuşağının en yetenekli yönetmenlerinden biri; özellikle chris nolan, darren aronofsky, david fincher gibi aynı kuşaktan amerikalı yönetmenler anaakımlaşmaya başlamışken, kendisinin hala özgün ve bağımsız kalabilmesi takdire şayan.

    hemen hemen tüm filmlerinde görülen temel endişe, çoğuldan tekile, toplumdan bireye inerken, insanlar arasında ortaya çıkan o meş'um gerginliği, somerset maugham ya da hemingway benzeri bir toplum kompozisyonunda ortaya koymak. sinematografisi gösterişli ilk filmlerinde çok fazla karaktere odaklanmaya çalıştığından bu eğilim çok belirgin olmasa da, sinematografinin iyiden iyiye minimalleştiği, odaklanılan karakter sayısının azaldığı son dönem filmlerinde karakterler arasındaki ilişkiye eğilme konusunda çok daha cesur. pta'in alameti farikası sinir krizinin sınırlarında dolaşan gizemli erkek karakterler tekrar tekrar karşılaştıkça (önce punch-drunk love'da, there will be blood'da, sonra the master'da), iki insan arasındaki boşluk ve bununla ilişkili ait olma endişesi daha detaylı didikleniyor. filmlerinde genellikle gerginlik ustalıkla kademe kademe bir katharsis noktasına doğru arttırılırken (bunun zirvesi, sinema tarihinin en sağlam katharsis anlarından biri there will be blood'da şüphesiz), karakter sayısının ikiye düştüğü the master'da film o kadar yoğun ki, o zincirlerinden boşanma anına ihtiyaç bile duyulmuyor. pta'in ilişkisine odaklandığı karakter sayısı azaldıkça, eğilmek istediği hegelci efendi-köle diyalektiğine yakınsayan temel endişeyi daha cesurca, sinematografinin arkasına saklanmadan ortaya koyabildiğinden, filmlerinin yoğunluğu bir katharsise ihtiyaç duymayacak kadar artıyor.
  • çok kıymetli bir yönetmen. bana göre çağdaşlarının en iyisi zaten. kubrick benzetmesini de yerinde buluyorum. bunu şu sebepten söyledim, ismi kubrick ile yan yana geçebiliyor. kubrickian kelimesini bayağı iyi karşılayabiliyor. sonra kendisi açıklama yapıyor ve diyor ki ''venom 2'yi beğendim, çok iyi film.'' filmi izlememiş olsam ''hayret ya, pta bile övdüğüne göre demek ki iyi film'' deyip merak edip izlerdim. denis villeneuve de ''t*n*t'e bayıldım, izlerken ruhum götümden çıkacaktı, müthiş, başyapıt, masterpiece , son iki yüz yılın en iyi filmi'' demişti. tam böyle dememiş olabilir. başyapıt dediği kısmı okurken bayılmışım, gerisini uydurdum. bunu da izlememiş olsam çok hayıflanırdım, neler kaçırmışım derdim. bu yönetmenler neyin peşindeler ve neden birbirlerini sürekli gazlıyorlar bilmiyorum.

    neyseki yıkılmayan son kale hâlâ yerinde
  • reddit'teki soru cevap etkinliği hoş olmuş. aklımda kalan bazı cevaplar:

    *final draft gibi senaryo programları yerine ms word kullanmayı tercih ediyor. bunun için özel bir şablon da kullanmıyor. karakterlerin ismini her seferinde tekrar yazıyormuş.

    *dışarı çıkmayı pek sevmiyor.

    *birlikte çalışmak istediği oyuncu tiffany haddish, en gurur duyduğu filmi the master.

    *sevdiği yazarlar: chester himes, thomas pynchon, john o'hara, john steinbeck, george orwell, shirley jackson, caroline blackwood

    *kendi sesini duymaktan hoşlanmadığı ve tembel olduğu için filmlerinin dvd ekstralarına katılmıyor. yalnız phantom thread diski için kendi sesiyle 5 dakikalık bir yorumunu kaydetmiş.

    https://www.reddit.com/…son_writer_and_director_of/
  • yetenekli bir yönetmen. daha da fazlası. lakin çok amerikalı; amerika'nın dışına çıkamamış birisi.
  • the master ile pekişen kanaatimle daha da emin söyleyebilirim ki, favori yönetmenim.

    1970 yılında abd’de doğan paul thomas anderson ilk filmini çektiği 1996 yılından beri hollywood’un en iyileri arasında sayılan ve daima ilgiyi üzerinde toplayabilmiş bir yazar/yönetmen. filmlerinin hepsinin senaryosunu kendisi kaleme alan anderson, tam bir auteur yönetmen olarak kendi sinemasını yarattı ve her filmiyle başarısını bir adım ileri taşıdı.

    on iki yaşındayken babasının aldığı betamax kamerayla filmler çekmeye başlayan anderson hayatı boyunca başka bir iş yapmayı aklının ucundan bile geçirmedi. 1988 yılında, lise eğitiminin son senesindeyken, bir hayvan dükkanında kafes temizleyerek biriktirdiği parayla ilk kısa filmi “the dirk diggler story”yi yazdı ve yönetti. bu karakter daha sonra “boogie nights” (ateşli geceler, 1997) filminde de hayat bulacaktı.

    iki yıl boyunca emerson üniversitesinde ingilizce eğitimi alan ve new york üniversitesi’ne sadece iki gün devam edebilen anderson, binlerce film izleyerek kendi kendini eğiten ve quentin tarantino, wes anderson ve steven soderbergh’in de aralarında bulunduğu yönetmenler kervanına katılmaya karar verdi ve profesyonel kariyerine televizyon filmlerinde, müzik kliplerinde ve yarışma programlarında prodüksiyon asistanlığı yaparak başladı. buradan kazandığı paraya kumarda kazandığı paraları, üniversite eğitimi için babasının kenara ayırdığı parayı ve kız arkadaşının kredi kartını alarak “kendi sinema eğitimim” diye adlandırdığı kısa filmi “cigarettes and coffee”yi çekti. yirmi dolarlık bir banknot etrafında kesişen hayatları anlatan kısa film sundance kısa film festivalinde gösterildi ve anderson’a orada eğitim bursu kazandırdı. anderson bir yandan eğitimine devam ederken, bir yandan ilk uzun metrajlı filmini çekmek üzere prodüksiyon şirketi rysher entertainment ile anlaşmıştı. böylece 1996 yılında, başrollerinde gwyneth paltrow, samuel l. jackson, philip seymour hoffman ve john c. reilly’nin oynadığı “sydney” (diğer adıyla “hard eight”) filmini çekti. ancak yapım şirketi filmin son halinden hiç memnun kalmayınca anderson filmi cannes film festivali’ne gönderdi ve festival seçkisine katılmaya hak kazandı. filmin adını değiştiren ve son halini vermek için gerekli olan masrafları paltrow ve reilly ile ortaklaşa üstlenen anderson, en sonunda stüdyonun hiçbir tanıtımı olmaksızın filmi vizyona sokmayı başardı. kariyeri bundan sonra çok daha parlak olacaktı.

    bir önceki filminin sıkıntılarıyla boğuşurken ilk kısa filmi “the dirk diggler story”den uyarladığı uzun metrajlı filmi “boogie nights”ın senaryosunu yazan anderson, new line cinema’nın başkanı michael de luca’nın dikkatini çekmeyi başardı. mesleği konusunda olağanüstü bir yeteneğe sahip dirk diggler’ın porno camiasında yükselmesini anlatan ve 1970’ler ile 1980’lerde geçen film 1997 yılında vizyona girdi ve anderson’ın çok tanınan bir yönetmen olmasını sağlayacak kadar başarılı oldu. hem ticari, hem de sanatsal olarak çok başarılı sayılan filmde yıldızı sönmekte olan burt reynold’s yeniden popülerleşirken julianne moore kariyerinin ilk büyük performansını sergiledi. o güne kadar daha çok iç çamaşırı reklamlarıyla tanınan marky mark, mark whalberg olarak iyi bir oyuncu olabileceğinin sinyallerini verdi. en iyi orijinal senaryo dalında oscar’a aday olan film reynolds ve moore’a da adaylıklar getirdi.

    filmin başarısından sonra new line tarafından kendisine tanınan yaratıcı özgürlüğü kullanarak hayalindeki “küçük çaplı sıcak hikaye”yi yazmaya başladı. fakat hikaye gittikçe dallanıp budaklandı ve anderson’ın ilk başyapıtı “magnolia” (manolya, 1999) filmi ortaya çıktı. kaliforniya’da yaşayan ve hayatları bir şekilde birbirine bağlı olan bir avuç insanın hikayesini anlatan film beklenmedik finali ve üzerine saatlerce kafa yorulası derinliğiyle izleyicileri kendisine hayran bıraktı. müzik kullanımı konusunda da değişik bir yol deneyen anderson, senaryoyu yazarken kendisine müziğiyle ilham veren aimee mann’a film için şarkılar yazdırdı ve sinema tarihinin en akılda kalıcı sekanslarından birine birlikte imza attılar. yeniden en iyi orijinal senaryo dalında oscar’a aday gösterilen anderson, tom cruise’a da şimdilik son adaylığını getirdi. en iyi orijinal şarkı dalında da oscar’a aday gösterilen “magnolia”, efsanevi oyuncu kadrosu, üç saati aşkın süresine rağmen nefes kesen temposu ve etkileyici hikayesiyle bir dönemin çok popüler teması “kesişen hayatlar”ı temel alan en iyi filmlerden biri sayılıyor.

    hollywood’un dahi isimlerinden biri olarak gösterilmeye başlanan anderson’ın bir sonraki filmi, hala filmografisindeki en aykırı iş olan “punch-drunk love” (aşk sarhoşu, 2002) oldu. adam sandler kendisinden hiç beklenmeyecek derecede başarılı bir performans sergiledi ve kariyerinin en büyük övgülerini topladı. emily watson ile harika bir ikili oldukları romantik komedi, süresi çok uzun ve ağır filmler yazmaktan yorulan ve kendisini 90 dakikalık bir filmle sınamak isteyen anderson’ın bu konuda da başarıya ulaşabileceğini kanıtlayan iş oldu. anderson’ın adeta kadrolu oyuncusu olan philip seymour hoffman’ın efsanevi bir performans sergilediği film cannes film festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı.

    kendi hikayelerini filme çekmesiyle tanınan anderson ilk defa bir uyarlamaya imza attı ve upton sinclair’in “oil!” adlı romanını temel alarak “there will be blood” (kan dökülecek, 2007) filmini yazdı ve yönetti. daniel day-lewis’e en iyi erkek oyuncu oscar’ı kazandıran film en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yönetmen kategorilerinde de adaylık kazandı. oscar tarihinin en büyük çekişmelerinden birinin yaşandığı senede söz konusu ödülleri coen kardeşlerin “no country for old men” (ihtiyarlara yer yok, 2007) filmine kaptırsa da anderson’ın yönetmenlik stilini iyice oturttuğu ve efsanevi sahnelere imza attığı film olarak akıllara kazındı.

    büyük sinema filmlerine imza atan paul thomas anderson, bir yandan da o dönem nişanlı olduğu fiona apple için birçok müzik klibi yöneterek bu alanda da kendini kanıtladı. özellikle “paper bag” ve “across the universe” şarkılarına çektiği işlerle tüm zamanların en başarılı video kliplerinden bir kaçını ortaya koyan yönetmen ekim 2012’de vizyona giren “the master” filmiyle bu sene tüm sinema ödüllerinin favorileri arasında. philip seymour hoffman, joaquin phoenix ve amy adams’ın başrollerinde olduğu film 1950’lerde yeni bir dini akım başlatmış entelektüel bir adamın hikayesini anlatıyor. komedyen maya rudolph ile evli olan anderson’ın aynı zamanda robert downey jr.’ın başrolünü oynayacağı thomas pynchon uyarlaması “inherent vice” ile ilgili çalışmalara devam ettiği biliniyor.
  • amerikan sineması içerisindeki duruşu da ayrı bir hayranlık uyandırıcı yönetmen. eminim ki bir çok yapımcı büyük bütçeli yapımlarını ona emanet etmek için sırada bekliyordur ama adam ısrarla kendi hikayelerini bağımsız bir ruhla çekmeye devam ediyor.
  • bugün doğum günü olan günümüzün en büyük yönetmenlerinden biri. freud'un musa heykelini görünce bayılması gibi there will be blood ve the master izlerken de sanat zehirlenmesi yaşayıp bayılan birileri olmuştur muhtemelen.
  • (bkz: robert altman)

    tıpkı robert altman gibi, insana "yahu bir insan nasıl kendi toprağının ruhunu, suyunu bu denli kavrar yine bu durulukta, bu içkinlikte ve içilebilirlikte servis edebilir" diye düşündüren yaşayan en büyük sanatçılardan. tarancı malik ve coen gardaşların mevzusuna da ayığım da yerli&milli ruhanilikte amerikanya dendi mi bu işin allahı altman, peygamberi anderson a dostlar.
hesabın var mı? giriş yap