• "beni bekle geliyorum" dedirten, sabahtan beri içimi deli gibi kıpırdatan, gotik mimarisinde bir kısmımı kesin bırakacağıma inandığım, merakla ve heyecanla gözlerimi büyüten şehir...
    (bkz: tatil heyecanı)
    (bkz: mutluluk ve eglence ihtiyacı)
    (bkz: uzaklaşmak)
    (bkz: kendine gelmek)
    (bkz: insan anılarıyla yaşar)
  • dilencileri nitelikli olan şehirdir. adamı dürtüp, önünü kesip belli bir miktar almak karşılığında sizi rahat bırakmak üzerine değil, hüner sergilemekle haketmeye çalışırlar alacakları sadakayı. karl köprüsünde alnını yere yapıştırmış, iki elini de çeşmeden su içecekmiş gibi ensesinin üzerinde birleştimiş bir dilenciyi uzun bir vakit seyrettim. o vaziyette on dakika dahi duramam. ama adam ben ne zaman oradan geçsem o pozisyonda duruyordu. adama hiç olmazsa bir beş krona vermediğim için çok pişmanım. güzel şehirdir. kafka'nın karamsarlığını çok güzel yansıtır. halkı biraz kabadır.
  • alt komşumuzun frak dediği kent.
    yanlış telaffuz ettiği başka sözler için;
    (bkz: lap tot)
    (bkz: portbey)
    (bkz: allah tahsilatını affetsin)
  • "sadece bir kere görmek yetmez" diyenlerin ne demek istediğini tam olarak anlamış bulunduğum mükemmel şehir... yaşayan binaları, ağızda inanılmaz bir tat bırakan becherovkası, astronomi saati, ghettosuyla nefes kesici...
  • gezginlerinin iskaladigi yer icün,

    (bkz: veletrzni palac)
  • temmuz ayinda bana kasim ayini yasatmis sehirdir. 40 dereceden 17 dereceye gelip bir de hazirliksiz yakalatinca attan inip essege binmis edasi yaratan puslu sehir. ayrica charles koprusu uzerinden firtinayla karisik yagmura yakalanmak da gayet macerali oluyormus...
  • derin derin içime çekiyorum nefesimi. zaman dursun istiyorum, ya da ben hep burada kalayım, o geçsin üzerimden. bu sokaklar, bu kaldırım, mazgallarda eriyen kar suları, ortada geçmeyen tramvayın rayları, iki yanımda iki duvar, ama berlin’in değil bunlar, mozart’ın senfonileriyle boyanmışlar. açık hava modern sanat müzesi gibi bu şehir. havalardan da en sevdiğim, güneş yok, bulutlar kaplamış gökyüzünü, yağacakmış sanki ama en boş zamanını bekliyor insanların, sizi sırılsıklam ıslatmak, içinize kadar işlemek için bu şehri. istanbul'da güzeldi diyorum, ama burada her şey bambaşka. evler, erken kalkan dilenciler, simidi bilmeyen güvercinler. sonra karşılaştırmaktan vazgeçiyorum. ellerimi cebime sokuyorum, doğuya gidiyorum. güneşi karşılamak için. nehrin kenarından, kaleyi görüyorum. pek bilmediğim mimari hakkında kendi kendime profesörcülük oynuyorum. bu gotik mimari. ince uzun köşeli ve camları da yuvarlağımsı, bilmiyorum diye kendi kendimi yanılttığım da oluyor, wenceslaw da da bunlardan görebilirsiniz diyerek. turizm rehberiyim kendimin, kandırıyorum müşterilerimi, ne de olsa bilmiyorlar. kırmızı bayrağımı takip ediyorum, ah köprüye de yetişmişiz zaten. evet ışıkları yeni söndürdüler, demek ki sabah altı. ateist olduklarını bilmeme rağmen hıristiyan figürleri ile dolu heykeller. osmanlı’nın macaristan’a dayandığı zamanlarda üç kıtaya saldığı nam, buraya da kendinden önce gelmiş. hayır, o tarihte yaşamadım, ama zaten osmanlılar da buralara kadar gelememişler. ben çocukluk yıllarımızda oynadığımız aldım-verdim hızında ilerliyorum, nehir hızla akıp geçiyor. şehir uyanıyor, kaleye doğru tırmanıyorum. tramvay seslerini duyuyorum, oysa sahipsiz sanmıştım rayları. geçiyorum, yürüyorum tırmanıyorum, yoruluyorum. arkama dönüp baktığımda kızıl çatıları görüyorum, dimdik çatılar yepyeni sanki. eriyen karlar nasıl da yıkamış, tertemiz görünüyor tepeden şehir, hayranlığım bir kat daha artıyor. şimdi değil daha, birazdan tepeye varınca söyleyeceğim. bağıra bağıra, ve yine sadece çığlıklarımı kendim duyar halde. sonra soğuğu hissediyorum. ama sadece burnumda, biraz da parmaklarımın ucunda. sıfırın altında olmasına rağmen etkilemiyor hava. çözümünü bulmuşlar. ya bir kadeh becherovka, ya da bir yudum slivovitce, yeter içinizi ısıtmaya. aslında en etkilisi absinthe imiş, ama ısıtmakla kalmaz sarhoşta edermiş. ben içmeden sarhoşum sokaklarında. iyi insan da lafın üzerine gelirmiş, van gogh yatıyor yerde. devrilmiş absinthe şişesinin üzerinde. rivayete göre, bu meledi içtikten sonra kesmiş kulağını. günaydın diyorum başımı hafifçe öne eğerek, duymuyor beni, rahatsız etmeden uzaklaşıyorum.
    şehri izliyorum, nehir akıyor, dilenciler diz çökmüş, secdeye varır gibi dileniyor, güvercinler simitsiz bir sabah kahvaltısı daha ediyorlar, van gogh uyanıyor, ustanın pragta yazdığı mısralar dökülüyor dudaklarımdan kaldırımların arasına.

    memleketim, memleketim, memleketim,
    ne kasketim kaldı senin ora işi
    ne yollarını taşımış ayakkabım,
    son mintanım da sırtımda paralandı çoktan,
    şile bezindendi.
    sen şimdi yalnız saçımın akında,
    enfarktında yüreğimin,
    alnımın çizgilerindesin memleketim,
    memleketim,
    memleketim...
    prag, 8 nisan 958
  • sehir meydanindaki astronomik saat yuzunden saat baslarinda meydanda "saflari siklastiralim" temali itismelere maruz kalinilabilir, yere saglam basin, yerinizi kaptirmayin.
    ayrica uzaktan aval aval saate bakan turistleri izlemek de zevkli oluyor.
  • tek rock bari icin; (bkz: hells bells/@as if existed)
hesabın var mı? giriş yap