• gazete duvardaki son yazısında grup vitamine iyi sallayan yazar. sıradan faşizmin şarkıları
  • gökhan semize mortladı demiş resmen. ailesi hakaret davası açsa yeridir.
  • öldüğünde hayatta olursam "nassıl da mortladı ama" şeklinde vereceğim tepkiye sevenleri ne cevap verir bilemiyorum ama benim söyleyeceğim şey sadece ayıp ettiği. umarım çirkin beyanı hakkında gerekli işlemler yapılır.
    ayrıca, ruhuna biraz eğlenebilme yeteneği diliyorum, belki grup vitamin hakkında fikirleri değişir bu sayede.
  • her boku kürtler eziliyör'e çeken ezik ruhlu şahsiyetlerden biri. bu adamlar yüzünden kürtlerin sesi daha çatallı çıkıyor. yazdıkları kendi algısı olduğundan öteye bir kanıt sunamamış. kürtleri aşağılayan grup vitamin şarkıları değil, kendisi oluyor bu durumda. tv'de bütün gün dönen doğu dizileri, ege dizileri, skeçlerde kürt, laz, alamancı şiveleriyle konuşmalar da hırpalıyor mu acaba kendisini? sanıyorum sadece kürtlere ve doğuya karşı olunca bir hassasiyeti var. çünkü kendisi kürt faşisti.
  • gazete duvar'da haftalık yazılar yazıyor bu ara. edebi dili ve siyaseti bu dil içerisinde ustaca işlemesi epey başarılı. son yazısı, "gelecek seçimde kürt oyları" yazısı türkiye'deki çürümüş düzen siyasetini ve mesele kürtler oldu mu bu çürümüşlüğün yılmaz bekçiliğini yapan partileri anlatmış:

    "bilen bilir, siyaset yazmam. sanatın “kendinde muhalif” bir öz taşıdığına inanırım. bu, angaje bir sanat olmadığı anlamına gelmez. angaje sanatı da takip ederim. modern şiir derslerimde “şebnem kısaparmak’ın poetikasına giriş” gibi başlıklar da vardı, bir zamanlar, akademide çalışırken. bu metinleri okumak ve okutmak, ruhuma ve öğrencilerime yaptığım büyük bir zulümdü. 70’lerin bilinçlendirme romanları da var; karı koca işçiler geceleyin evde devrim konuşup dostoyevski okurlar. aynı şekilde “hidayet romanları” tam bir eziyettir. meslekî bir kusur sayın, geçmeden bir belirleme yapmalıyım: hidayet romanlarında sadece zengin ve hoppa kızlar tövbe ederler, yoksulların tövbeye ihtiyacı yoktur çünkü. “fakir şâkirdir” sonuçta!

    siyaset yazmak başka bir uzmanlık gerektirir gibi geliyor. elbette bu uzmanlığa sahip olmadan konuşan da çok. hele konu kürtlere gelince herkes uzman kesiliyor. bir zamanlar bir şehrin iki adını iki ayrı şehir sanacak kadar uzman olan bir “kürt masası görevlisi” bile gördük. şöyle demişti: “filanca toplantı konusunda tek bir ihtilaf kaldı: toplantı erbil’de mi yoksa hewler’de mi yapılacak?”

    mevzuya geleyim: şimdilerde yeşile çalan kemalizm, kadınlara 1930 seçimlerinde oy kullanma hakkı vermişti. peki kadın-erkek kürtlere ne zaman oy hakkı verildi? cevap: 1950 seçimlerinde. bunu konuşalım. rahmetli karl marx’ın dediği gibi, “onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir!” ama bizim maceramız bunun da ilerisinde.

    yahya kemal beyatlı’sından ahmet hamdi tanpınar’ına, behçet kemal çağlar’ından ahmet kutsi tecer’ine nice “bölge milletvekili” vardır da hiçbiri seçim bölgesine uğramamıştır. daha doğrusu seçildikleri bölgelerde seçim olmamıştır. atanan vekillerdir onlar. atanan vekil ne mi demek? böyle kayyum gibi, kayyım gibi bir şey. ne kadar şanslıyız, siz edebî bir deha deyip durun, tanpınar kayyım olmuş bize!

    hiç de komik olmayan bir fars vardır ortada. “anayasaya aykırı”dır ama olsun. ne olacak, kürdü hizaya çekiyorlar işte. elbette kürtler de değişecek. kendi kimliklerine doğru, bedeli ağır bir bilinçle. 1990’lı yıllarda bir köyden kürt siyasetine oy çıkması demek, koruculaştırma, göçertme, hatta köy yakma ile sonuçlanırdı. türk kardeşlerimizin konforlu demokrasi deneyiminin bize yansıması bu idi. halen de böyle. arada küçücük bir fark var: köylere yapılan ilçelere yapılıyor şimdi!

    akp, chp’nin sofistike olmayan halidir diyoruz da kızan, gücenen çok. elbette ince ruhlu olunca böyle yansımalar normal. ama bizim taraftan bakınca görülür ki chp seçim yapmadan kendini seçilmiş sayardı, akp ise oy kullandırıyor, ama kendisine verilmeyen oyları da kendinin sayıyor. ileri demokrasi böyle bir şey.

    mesela 100 kişiden yetmiş, seksenimiz bir araya gelip bir belediye yönetimi seçiyoruz. yok diyor akp, belediye benim. “temsil edilmeleri gerekenler” olarak bizler o mahkeme, şu zindan dolaşırken koskoca cegerxwîn’in adını taşıyan kültür merkezinde mustafa armağan, yusuf kaplan, bayram zilan gibi tipler osmanlı kültürünü, millî ruhumuzu anlatırlar. minyatürler, selçuklu mimarisi, laleler, fıskiyeler gırla. devletimiz ve akp en çok bizim burada türk olduğunu hatırlar.

    7 haziran’da akp buralarda barajın altında kaldı. bedeli mi? yıkılmış binlerce ev, göçertilmiş yüzbinlerce insan, her tarafa doğrultulmuş namlular. meclise gönderilen vekiller zindanda, kalanlar zindan kapılarında. “dokunulmazlığı” olan vekilleri mecliste linç eden bir güruh. kendinden geçmiş bir fatih ruhu, badem bıyıklar altındaki şekilsiz gülüşle birbirinin üstüne binen pespaye bir ırkçılık. o zaman o meclise neden bir daha gelelim?

    bugünkü mesele de değil ki. ilk meclis üyelerinden hasan hayri bey, kürt giysileri ile lozan’a götürüldükten sonra “kürt giysileri giydiği için” idam edilmedi mi? hatta git meclis-i mebûsan’a. seyyid abdulkadir idam edilmedi mi? şûra-yı devlet başkanı olsan ne fayda, kürtsün sonuçta.

    muhalefet mi? aynı. aradan yüz yıl geçmiş, “yaşasın hürriyet, kahrolsun istibdat” diyor hâlâ. tiki lisanıyla söylersek, “şaka mısınız abi siz?” her kötülüğün baş müsebbibi ittihatçıların sloganıydı bu be!

    kürt oyları da kürt oyları. kürtler hakkında konuşmak hususunda ne kadar da iştahlısınız. bir önceki seçimde mhp ile ittifak yapan sizdiniz, referandumda ise akp yaptı. 2007’de aysel tuğluk ve ahmet türk’ü meclisten atmak için havaya kalkan 411 içinde firesiz elleriniz vardı. bıktık şu ince ruhlu efendiliğinizden. akp’yi örnek alsanıza, kaba olun biraz.

    referandumda kürtler öylesine sandık başına gitti. öylesine bir cevap için. demokratik bir cevabın bir maliyeti olduğunu yıllardır görüyoruz. sıradaki seçimde lütfedip konulan sandıklara neden gitsinler? badem bıyıklı organik bozkır ürünleri acı çeke çeke pişmiş canları meclisin ortasında paralasın diye mi?

    bir gün

    gezi sürecinde mardin’de de destek yürüyüşleri oluyordu. öğrencileri polisten korumak için öğrenciliğimde katılmadığım kadar eylemlere katılıyordum. yine bir yürüyüş var. okuldan epey solcu iki kürt arkadaş söylenip duruyorlar: “biz de çadır kuralım, biz de gaz yiyip duvarlara esprili sloganlar yazalım, böyle heyecansız eylemlerle olmuyor temo arkadaş!” zaten canım burnumda. “özgül şartları” anlatıp durmanın faydası olmadı. bunlar “burada action yok” deyip istanbul’a gittiler. iki yıl sonra burada aşırı actionlu barikat-şehir savaşları başladı. ilk iş tayin isteyip tüydüler."

    yazının linki: http://www.gazeteduvar.com.tr/…secimde-kurt-oylari/
  • “divê min berê jî te maç kiribe. naxwe ez ê çawa bikarim ciyê devê te yê bişrokî bibînim di rûyê te de “
  • kürtçülük saplantılı yazar.
  • universite doneminde varligindan haberdar oldugum ve kose yazilarini severek takip etmem sonucu tanismaya karar verdigim yazar.

    uslubu cok hosuma gidiyordu,kendime pek yakin buluyordum zira kasvetli bir havasi yoktu. tarihi duygularla yogurararak yazmasi epey hosuma gidiyordu. derken bir sekilde maillestik ve kahve sozu aldim kendisinden. ancak ben kendisiyle daha fazla zaman gecirmek istiyordum. sanat, tarih, kurtce, edebiyat... onunla konusulacak sayisiz konu vardi gibime geliyordu...beni misafir etti sag olsun, pek de ilgilendi. cok guzel bir kutuphanesi vardi. kitaplarini, kutuphanesini cok sevdigini anladim. minibusle derslere girdigini ogrendim ve bir yil sonra yurt disina cikacakti...

    icimden karar verdim, iyi paralar kazansam ona bir araba alacaktim zira esine ender rastlanir mutevazi bir yasam tarzi mevcuttu.

    fakat icine cok gomuluydu, boyle derin kuyudaki biriyle sohbet etmek gibiydi onunla konusmak, o yuzden arkadas olamayacagimizi anladim. ancak hakkettigi yerde olmasini cok isterim.

    ona dair anlatacak cok hikaye vardir belki ancak sunu soyleyebilirim ki hayattayken degeri bilinmesi gereken guzel bir sairlerden biridir selim temo.
  • son yılların belki de en güzel arkadaşlık yazısı için buyurun:

    erkan

    filtresiz sigaralarımızdan kalan tütün, fuayedeki yüksek ayaklı küllüklerde biriken gösterişli izmaritler içinde içli içli parıldıyor.
    13 mart’ın erken sabahı, yüksek sesli bir telefon. neyse ki erkan bu. serseri mayın, her saat arayabilir. zaten son görüşmemizde ona “telefonumun ekranına ‘dikkat erkan arayabilir’ diye yazdıracağım” demiştim. ağzıma bir ton “ilkel neşe” doldurup “bak türk polisi kıymet verip dinliyor telefonumu, küfürlü konuşma lan” diye haşlayacakken hayat arkadaşı yaldız hecelerin arkasındaki haberi veriyor.

    bu bir kardeşliğin kısa tarihidir.

    eski site, yeni atatürk öğrenci yurdu. 1992. bir yurt kartı. mezun birinden alınıp üstüne başka birinin vizöre kocaman gözlerle bakan bir vesikalığı beceriksizce yapıştırılmış. artık o yurdun hangi odasında boş bir yatak varsa orada yatılacak. o şehirde her sabah gri bir göğe bakılacak.

    incecik parmaklarını sapın üç santim üstünde duran berbat rus gitarının tellerine sıkıca basarak ingilizce bir şarkı söylüyor ipince bir adam. dipteki blok, sağdaki dip odalardan biri. gecenin daha koyu olduğu bir gece. “erkan demir” dedikten sonra “memnun oldum erkan” deyişimdeki “k” harfine takıyor bu. “en önemli harfim” diyor. bir türlü istediği gibi telaffuz edemiyorum. bunu ciddiyetin değişik tonlarıyla çeyrek asır boyunca başıma kakacak.

    adını duymadığım kitapların adını bilmediğim yazarlarından söz edip duruyor bu. kulak verdiği bir cümle kurmak çok zor. kafasının içinde yankılı notalar. ne zaman birkaç cümle kurulsa, bir cümle ile o paragrafa dalıp konuyu başka bir yere taşıyor. insanın kazandığı bir üniversiteye başlarken ya da bir öğrenci yurduna yerleşirken tanıması gereken ilk insanlardan. çünkü sonra başka bir hayat başlayacak, çünkü sonra insan uzak bir şehirde kendini daha önce de yaşamış sanacak.

    benden dört beş yaş büyük, ama bırakıp giderken daha genç. öyle uzun biri değil ama yaylanarak yürüyor. neredeyse her klasik romanda geçen şu “yaylanarak yürüyordu” cümlesi, onu tanıyınca kafamda oturdu. zaten insan onu bir yerden tanıyordu. sonra cebeci’de berbat bodrumlar. temiz hava girince kararan kömürlükler. azıcık deterjan konmuş plastik leğenlerdeki suyun içinde beş gün kaldı mı kendi kendine yıkanmış sayılan kotlar. yakası ters çevrilmiş gömlekler içinde bir ilk gençlik.

    politik biri değil, devrimci hiç değil. çok yoksul, ama fazla şehirli. o yüzden gericilerden, faşistlerden uzakta. doğal politik. sürekli biçimde “ingiliz muhipleri cemiyeti üyesi” diye takılmamın nedeni de o. açlıktan ağzımız kokuyor, ama her akşamüstü “beş çayımı içeceğim” diyor bu. bir de çay olsa!

    bir sürü ev, sayısız ev arkadaşı, ev baskınları, paramparça edilen dergilerimiz. devletin büyük ayak izleri dolaşıyor odalarımızda. sonra da. erkan uzakta. bir süre görünmüyor. zaten ortamlarımız da aynı değil. 1994 mü? bir matbaada çalıştığını duyuyorum. matbaacılık sertifikası var tabii. aşçılık sertifikası da var. ona bakarsan gemi adamı sertifikası da. amatör fizikçi aynı zamanda. amatör kimyacı bir de. kavanozlarda bir sürü tuhaf madde. bir ara, taşınırken, “dikkat edelim, kamyonet çok sallansa bunlar patlayabilir” dediydi. içimi rahatlatan bir uyarıydı!

    matbaada çalışırken beni dtcf önünde buluyor. matbaa sahibinin eşyalı evi varmış 100. yıl’da. adamlar muhafazakâr filan ama iyiler. fazla kira da istemiyorlar. evde telefon bile var. hatta termosifon da. ev sahibinin oğlu filan şehirde kütüphane memuru. 15 günde bir gelip evde kalacak. o zaman arkadaşlarda kalırız, diyor. yatak da olabilen saçma bir tasarım ürünü iki kişilik kırmızı-siyah koltuğumu ve kitaplarımı yüklenip taşınıyorum. mutfak ağzına kadar dolu. fındık kreması bile var. iki haftada mutfağı sildik süpürdük. buzdolabının dibine konmuş kocaman çuvaldaki barbunyaya geldi sıra. sabah barbunya, öğlen barbunya, akşam barbunya, gece acıkana barbunya!

    muhafazakâr ev sahibinin evdeki bütün çekmeceleri cihatçı dergilerle doldurmuş oğlu ayın ortasında nişanlısı, ayın sonunda ise sevgilisiyle birlikte eve geliyor. ertesi gün eve her dönüşümüzde buzdolabında üçte biri içilmiş bir roze şarabı buluyoruz! buna dikkat eden de o. saatlerce ağız kaslarını yıllarca gergin tutmaya yetecek bir geyik çeviriyor.

    ankara için garip bir hastalık kışın ortasında buluyor beni. kardeşim ekrem’le, nasıl bir lüks ise, bir taksiye atıp ibni sina’nın intaniye servisine yetiştiriyorlar; pijama ve terlikle. ama sekizinci gün taburcu olduğumda paraları olmadığı için almaya gelemiyorlar. kimseden para istememek için sıhhiye’den eve kadar kar altında, terlik ve pijamayla yürüyorum. abdi ipekçi parkı’nda bir erkekle el ele yürüyen kız arkadaşımla karşılaşıyorum! eve darmadağın varıp anlatıyorum. bu ise üzülüp sıkılacağı yerde niye geç kaldın, insan bir haber verir diyor! aynı günlerde sevdiği kadına şu şiiri yazıyor:

    altın

    atom numarası 79
    iyi iletken
    ama aşkımı iletemez.

    tuhaf sesli kadın oralı bile olmuyor. hem kim bir dâhiyi sever ki! üstüne bir parkın bütün yaprakları dökülmüş gibi bakıyor erkan. ayda bir yıkansa, “fazla yıkanınca vücut nem kaybediyormuş” diyor. 100. yıl’daki belediye marketinden çaldığımız sucuğu günah diye yemiyor. dindar olsa içim yanmayacak! sanki o sucuğu cebime ben koydum! market kapısında iyilik perimiz gülderen teyzeyle karşılaşıyoruz. vurgunumuzu öğrenince gülmekten kalbi duracak gibi oluyor. ne zaman acıksak gittiğimiz kapısında “yine mi aç kaldı benim oğullarım” diyen teyzemiz. fırça bıyıklı hakan, “anne alma bu aç köpekleri eve” diyor ama ocak yanmaya başlıyor bile. pis adam bu hakan. sadece o mu? zafer de pis ona bakarsan, paris’te canına kıyan kemal de, okan da pis, ben zaten pisim, uğur da pis, ismail de. hemen hepimiz erkan’ın kırık ön dişine bakıp bakıp hep aynı soruyu soruyoruz:

    -boş mu abi, öğrenciye veriyor musunuz?
    -yok abi, onlar kirli bırakıyor!

    ankara’daki bütün klasik müzik konserlerine gidiyoruz. her yılın açılışını nazi işbirlikçisi carl orff’un “carmina burana”sıyla yapan cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası, başkent oda orkestrası, ingiliz kültür’deki dinletiler, nerede ücretsiz bir dinleti varsa. biletli olanlarda birkaç tanıdık iş görüyor. bazen polis veya asker okulu öğrencileri, resmî kurum personeli filan bu konserlere getiriliyor. emir almışlar, sıkıldıklarını belli etmeyecekler. o zaman bütün koltuklar dolu oluyor, ya ara merdivenlerde oturuyoruz ya da ışıkçı ağabeyin orada. bazen sadece gerçek izleyiciler geliyor. o zaman arka koltuklarda oturabiliyoruz. filtresiz sigaralarımızdan kalan tütün, fuayedeki yüksek ayaklı küllüklerde biriken gösterişli izmaritler içinde içli içli parıldıyor.

    konser olmadığı zamanlarda da heyecanıyla herkesi sıkan genç adamların taşkınlığıyla odalara dalıyoruz. senfonik şiir yazmışız sonuçta. yarı tanrı ıonescu galati bizi sabırla dinliyor. erkan dünya müzik tarihini alt üst edecek, bense şiir tarihini! sennur sezer de bir kitap fuarında onun “diyalektik müzik” teorisi ile benim “tefelsüfî şiir” teorimi ara sıra sabırlı sandalyesinin arkasına yaslanarak dinliyor. teorisine uygun değil ama benim kötü bir şiirimi o kötü gitarıyla besteleyip fena olmayan bir telaffuzla okuyor: “wa dîsa şevê dest pê kir / wek nifirekî dîsa…”

    radyoda bakırların, yaylıların, nefeslilerin birbirine karıştığı istasyonları buluyor. feodal kulaklarım bach’ı tanıyor, rachmaninoff’u, verdi’yi, mahler’i tanıyor. o tuhaf notalar, kanatsız kuşlar gibi rüyalarımın göğünde ışıldıyor. sapsarı ruhum her yaz batman’ın kuzeyindeki köyümde kabarıp sıcaktan kavrulan orta avrupa kırlarında dolaşıyor!

    sonra bir gün ince bir kardeşliği fark ediyorum onda. meğer gece ya da gündüz, sürekli biçimde beş santim kadar önümde yürümesi sebepsiz değilmiş. çok kimlik soruluyordu ankara’da. onun doğum yeri eskişehir’di. kimliğini hemen uzatıyordu. benim kimliğime bakma gereği ortadan kalkıyordu. var olmadan da yaşayabiliyordum!

    bu büyük deha günbegün sistemle daha fazla karşılaştı. orta zekâlı akademisyenler saçma sorular için çizgisiz kâğıtlara cevaplar yazmasını istediler. kıbrıs’ta yarım bıraktığı okuldan sonra dtcf’deki hungaroloji’yi herhalde 15 yılda filan bitirdi. sonra aynı okulda ermeni dili ve edebiyatı bölümünde yüksek lisans yaptı. ermenice bilen bir balkanlı. macarca ve ingilizceden kitaplar çevirdi. biri “mecdel parşömenleri”ydi. bana şöyle imzaladı, 11.12.2006’da: “dostum selim’e, fazla eleştirmemesi dileğiyle… : )”

    hayat gailesi işte. kimse az ilerideki bir kapıyı açıp buyur etmedi. çeviri bürolarında dirsek çürüttü. müzikten, bilimden, edebiyattan uzaklaştıkça uzaklaştı. sonunda kendi bürosunu açtı. ama büro oradan oraya taşınıp küçüldükçe küçüldü, bir masaya dönüştü. sabırsız bir telaşla bitmesini beklediği cümleleri başka yana çeken gürültülü cümlelerini kuramaz oldu. fazla sigara. fazla stres. aynı telaş. kalp krizi. kan. pıhtı. o sabahın o saatinde onun telefonundan arayan kişi o değildi.

    devletin kendimizi yozgat’ta hissetmemiz için canla başla çalıştığı mardin’de durduk yerde bir saat geri aldığım saatim, ayakkabılığın önünde unutulmuş sırt çantam, askıda unutulmuş ceketim. havaalanına bırakan bir dostumun uzattığı ceketi sırtıma atıp gece yarısı varıyorum kadınların dostumla beni gençliğimizde çok incittikleri ankara’ya. oraya her varışımda en azından haber vermem gerekirdi. öğrenilmiş bir hareketle telefonumu aldım. yok pin kodu, yok puk kodu. telefon kilitleniyor. danışmada, nedense beyaz çerçeveli gözlük taktığını düşündüğüm annesiyle telefonda konuşan görevli, görev tanımı içine girmemesine karşın yardımcı oluyor. ama erkan’a “geldim dostum” diyemedim bu sefer, o da “ben de yaldız’la kızımı alıp hemen isviçre’ye kaçıyorum, öptüm” diyemedi. yine de onu bir halk mezarlığının kuzey yamacına yasladıktan sonra da defalarca gördüm. bulvardaki uğultulu kalabalığın içinde yaylanarak yürüyordu. bir kitapçıdaki dergi bölümünün önünde durmuş, gözlüğünün üstünden bir dergiye bakıyordu. hızlı başlayan bir cümleyi gerip gülüyordu. ama ne zaman bir “ilkel neşe”yle ona doğru yürüsem, tabutunun sol omzumda sızlayan ağırlığı geliyor aklıma. konuşabilsek ve adını söylesem, o “k” harfinin telaffuzunu sorun edecekti, eminim.

    çeyrek asırdır bir türlü telaffuz edemedim be erkan. ne “kef”in “ke”si bu, ne “kaf”ın “ka”sı. kardeşliğin “ka”sı be qurban, kardeşliğin “ke”si!

    gazeteduvar: https://www.gazeteduvar.com.tr/…r/2018/04/18/erkan/
  • bu hafta sonu eskişehir'de söyleşisi/imza günü vardır.

    https://www.facebook.com/events/997943343714979/
hesabın var mı? giriş yap