• --- spoiler ---

    jack evini inşaa edene kadar yalnızca çocuk ve kadınları öldürdü. tek tek katlettiği insanları, soğuk odaya öldürdükten sonra taşıdı. toplu katliamı erkekler üzerinde deneyecekti, ne hikmetse onları öldürmeden soğuk odada topladı. bir anda açılmayan oda açıldı, verge ile karşılaştı. bulduğu "full metal jacket"i, kurşunu deneyemedi. evini, hayalini kurduğu gölde değil, verge ile karşılaştığı, kapısı açılmayan odada, cesetlerle kurabildi.
    --- spoiler ---

    trier, kendisine yakışanı yaptı. din, aile, erkek egemen toplum, hayvan hakları, meta fetişizmi, mesleki statü meselelerini suratımıza sert bir şamarla anlattı. iki gün oldu ama bu şamar etkisini iki ay, iki yıl gösterir sanırım.
  • filmekimi'nde izleme şansı bulduğum lars von trier filmi. genel anlamda baktığım zaman çok beğendiğim bir film oldu, sadece belli bir kısım pek tatmin etmedi. onu da göz ardı etmek mümkün. izlenmesi gereken, kaliteli bir film olduğunu düşünüyorum.

    film sonrası aldığım notlardan kısa kısa:
    --- spoiler ---
    -ışık ve renk kullanımı çok iyiydi. bazı sahnelerde çok güzel kompozisyonlar kurulmuştu. biraz fazla yakın çekim olması bazen göze battı, fakat duyguların verilmesi için belki bu gerekliydi ve müthiş oyunculuklar da bu batmayı gölgelemeye yetti zaten.

    -gereksiz denilebilecek hiçbir diyalog yoktu. özellikle geçişler sırasında verge ile jack'in yaptığı konuşmalar çok güzeldi. bu konuşmalar sırasında giren belgesel görüntüleri, tablolar vs. çok iyi oturtulmuş, filmde bir kopukluk oluşmasına sebep vermeden yerleştirilmiş. jack'in sadistliklerinin üzerine gelen, gerçek dünyada işlenen kötülüklerin görüntüleri filmin etkisiyle ve belki biraz da alışkanlık haliyle, o kadar da acımasız gelmiyordu. savaşlardan alınan gerçek ölüm görüntüleri, filmde gördüğümüz sahte ölümlerle neredeyse eşit etki yarattı. bu da manipülasyonun gücünü gösteriyor. öte yandan bunun bir sebebi de, filmde ölen karakterleri az çok tanısak da, savaşta kaybedilen insanların bireysel öykülerinden çok kitlesel ölümleri bizlere sunulduğu için, o vurucu etkisi yerine sadece ölen milyonlar aklımızda kalıyor.

    -filmde eksiklik olarak gördüğüm nadir noktalardan birisi, son dakikalarda jack ile verge'ün depodan çıktıktan sonrasındaki görüntülerdi. efektler daha kaliteli olabilirdi. böylesine gerçekçi bir filmin üzerine çok yapay duruyorlardı. belki de bilinçli bir şekilde, bunun gerçeklikten uzakta bir sanat olduğunun mesajını vermek için böyle yapılmış olabilir. fakat özellikle bu sonlardaki tablo sahnesi gözüme çok amatörce ve ve gereksiz geldi. tabloyu bilmiyor oluşumdan kaynaklı bir cahillikten de böyle düşünüyor olabilirim. yine de, spesifik ve filme anlam katan bir tabloyla ilişkili bir sahne olsa bile (yüksek ihtimalle öyledir), filmden kopuk bir sahne olduğu görüşündeyim. sonuçta, deneysel bir çalışma olması göz yumulacağı veya farklılık yaratıyor olması beğenileceği anlamına gelmemeli.

    -yine filmin bitiriliş şekli de çok da hoşuma gitmeyen noktalardan birisiydi. harika bir şekilde başlayan film, sırf gerekli olan bir iki sahneyi koyabilmek için bir sürü gereksiz sahne eşliğinde bitti. verge ile jack'in kanalizasyona girmelerinden sonra suyun aktığı sahne ile bitseydi daha çok etkilenirdim filmden. oradan sonraki tüm sahneler sanki yönetmenin "söylemek istediğim şeyleri bir de anlamayanlar için açık açık söyleyeyim." demek için koyduğu sahneler gibiydi. her şey açık hale getirildi, fakat filmin vuruculuğu azaldı. oysa kanalizasyona girilirken verge'ün ölüm meleği olduğu, jack'in ölüme gittiği zaten anlaşılmıştı. hatta mermiyi değiştirmek için depodan çıkarken tabancasını depoda bırakıp gitmesi ve kameranın özellikle bunu göstermesinden bile bunun artık jack'in sonu olduğu anlaşılabiliyordu.
    --- spoiler ---

    ***

    biraz senaryo irdelenip altındaki toplumsal eleştiriler konuşulacak olursa:
    --- spoiler ---
    -filmde işlenen cinayetlerde hastalıklı bir adamın sapıklıklarının ötesinde, büyük bir toplum eleştirisi de görülebilir:

    1. cinayette öldürülen kadın(uma thurman), bir tek bana öyle gelmiştir belki bilmiyorum, fakat biraz da olsa şehveti simgeleyen bir kadın gibi duruyordu. belki biraz da, jack'e dair yaptığı yorumlar üzerinden kibir de simgeleniyor olabilir.

    2. kadında ise açgözlülük ön plandaydı. polis olduğunu iddia eden birisine evini açmazken, sırf kocasından kalan emekli maaşını iki katına çıkartacağı ümidiyle, sigortacı olduğunu iddia eden birisini evine almakta hiçbir sakınca görmüyor kadın. burada polis yerine bir sigortacının rahatça eve alınması üzerinden hem devlete olan güvensizlik gösteriliyor hem de maddiyatçılık, alaycı bir dille eleştiriliyor.

    3. cinayet en acıklılarından biriydi belki de. ufacık çocuğuna dürbünlü tüfek kullandırılırken sanki baba-oğul beyzbol oynuyorlarmış gibi mutlu mutlu onları izleyen bir anne görüyoruz başta. amerika'da bireysel silah kullanımının ne durumda olduğu malum; bazı cumhuriyetçi siyasiler çocuklara küçük yaşta silah eğitimi verilmesi gibi şeyleri savunuyordu. bir yandan bunun eleştirisi yapılırken, daha da vurucu bir şekilde, jack'in sürek avı ve kargaları vurmakla ilgili söylediği şeyler, savaşlar ve soykırımlarla çok bağlantılıydı.

    4. cinayet bir yandan toplumun aptallığını, bir yandan da, açıkça görülecektir ki, hiç kimsenin yardım etmeyişi üzerinden toplumun duyarsızlığın eleştiriyordu.

    son cinayette farklı ırklardan insanları arka arkaya dizerek tek seferde yok etme planını kafamda tam olarak netleştiremesem de bu sahnenin toplumun tümden yok oluşunu simgelediği izlenimi oluşturdu.
    --- spoiler ---

    ***

    filmi yabancılaşma üzerinden ele almadan önce, anayurt oteli hakkında yazdığım şu entry'de geçen yabancılaşmanın genel tanımı hakkında bilgilerle başlamak, kısa bir özet olarak iyi olacaktır:

    --- spoiler ---
    sanayi devrimi’yle birlikte üretim biçimlerinin ve insanın üretim sürecindeki konumunun değişmesi ile birlikte metropollerin oluşması, yabancılaşmanın ilk adımlarını atmıştır. daha sonra, ikinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında dünya genelinde yaşanan yoksulluk ve maneviyat eksikliğinin de etkisiyle, yabancılaşma, yalnızlık ve içsel huzursuzluk, modern insanın en temel sorunlarından birisi haline gelmiştir.

    simmel (2009) bu sorunların “bireyin, bunaltıcı toplumsal güçler, tarihsel miras, dışsal kültür ve hayat tekniği karşısında kendi varoluşunun özerlik ve bireyselliğini koruma talebinden” (s. 317) doğduğunu öne sürer. simmel yaptığı yabancılaşma tanımında, bu meseleyi daha çok metropol ile özdeşleştirilmiş bir sorun olarak ele alır. metropolde uyaranların çokluğunun insanı daha çok bilinçliliğe itmesiyle birlikte entelektüellik artar ve bu düşünsellik farklı görüngülerle bütünleşerek yabancılaşmaya yol açar (simmel, 2009, s. 318). simmel (2009) yabancılaşmayı; modern yaşamda paraya verilen değer aracılığıyla maddiyat ve maneviyat karşılaştırması, kesinlik ve düzen, ihtiyatlı olma hali, farklılaşma gereksinimi ve bezmişlik üzerinden inceler (s. 317-329). metropol hayatı ve modern yaşam anlayışı ile birlikte doğan sistem sebebiyle, insanların değerleri maddi niceliklerle ölçülür ve kıyaslanır. bu da küçük topluluklarda mevcut olan samimi ilişkilerin yok olmasına sebep olur. samimi ilişkilerin eksikliği, çevreye karşı bir güvensizlik doğurur ve bu güvensizlik sonucunda, bireyde sürekli bir ihtiyatlılık hali meydana gelir. diğer bir yandan, metropol hayatının bir zorunluluğu olarak ortaya çıkan dakiklik ve kesinlik de bireyin içgüdüsel davranışlarını bastırıp tek tip düşünmek zorunda kalmasına sebebiyet verir. sonuç olarak, metropol yaşamının şartlarına uyum sağlamak amacıyla doğal halinden uzaklaşan insan, bir bezmişlik tavrı içerisine bürünerek kendisine ve insanlara yabancılaşır.

    yabancılaşma sorunu, metropole özgü yaşamın dışında, insanın üretimdeki konumu üzerinden de incelenmiştir. marx, paris el yazmaları’nda yabancılaşma kavramını incelerken işçi ile onun ürünü arasında ilişki üzerinde durur:
    ona göre, hayvanlar üretim yaparken içgüdüsel bir şekilde, sebebini bilmeden ve tasarlamadan, ihtiyaç sonucu ürünler üretirken; hayvanın aksine insan, ihtiyaç fazlası üretim de yapar ve bu üretimi soyutlama yetisi sayesinde kendi tasarımıyla birlikte gerçekleştirir. insan öz varlığını bunda bulur; fakat denetleyemediği, kendini gerçekleştiremediği bir iş sürecine zorlanırsa emeğe, ürüne, kendisine ve insana yabancılaşır. (alıntılayan ergil, 2014, s. 96)

    kendini gerçekleştiremeyen bireyin yabancılaşmasını sevra fırıncıoğulları şu şekilde açıklar:

    kendini gerçekleştirmekten kaçan ve çevreye uyumlanmayı seçen bir insanın iç tedirginliği çok fazladır çünkü her an kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkmaktadır. uyumlandığı çevre tarafından onaylanmamama korkusu ile doludur, ancak içindeki potansiyeli engellediği için de bağımlı olduğu bu çevreye karşı gizli bir düşmanlık beslemektedir. (fırıncıoğulları, 2018, s. 109)

    hüseyin akyıldız (1998) ise yabancılaşma meselesini psikolojik açıdan inceler ve yabancılaşmanın nedeni bireysel ruh hastalıkları bağlamında ele alır(s.137). “nevrotik yabancılaşmış hasta yabancılaşmış bir insandır. kendisini güçlü hissetmez. korkmaktadır ve çekingendir, çünkü kendini eylemlerinin ve yaşantılarının öznesi ve yapıcısı olarak görmez. yabancılaşmış olduğu için nevrotiktir” (fromm, 2015, s. 61).
    --- spoiler ---

    ***
    filmde yabancılaşma:

    --- spoiler ---
    aslında filmdeki yabancılaşma üzerinde uzun uzun durmak istediğim bir konu olsa da, saat ve yorgunluktan ötürü şu anda çok detaylı yazamayacağım. belki ileride, filmi ikinci izleyişimden sonra bir edit gelir.

    filmde yabancılaşmanın hem emeğe yabancılaşma ve kendini gerçekleştirememe üzerinden geliştiğini hem de, tabi ki ve daha açık olarak, psikolojik sorunlar bağlamında ele alınışını görmek mümkün.

    jack'in, verge ile yaptığı konuşmalardan aslında bir mühendis değil, mimar olmak istediğini öğreniyoruz. mimar ile mühendisi birbirinden ayıran şey, onun deyimiyle, mimarın şarkıları üreten bir insan, mühendisin ise sadece o şarkıları çalan bir makine olması. mimar değil mühendis olması sebebiyle kendi benliğini yansıtabileceği bir üretimin içerisine giremeyen jack, kendisini sadece bir makine olarak hissetmeye başlıyor. toplumun içerisindeki, toplumu bir arada tutan çark dişlilerinden birisi olup kalıyor. fakat bu durum, onun önce emeğe yabancılaşmasına, daha sonrasında da topluma, tüm insanlığa yabancılaşmasına sebep oluyor. bunun sonucunda da, kendini gerçekleştirebilmek amacıyla, kendi benliğini ve özgünlüğünü yansıtabilmek için önce kendi evini yapmayı tasarlıyor. fakat bunda da başarılı değil, çünkü yine emeğine ve maddeye yabancı. jack'in çıkar yolu, içgüdüsel olarak işlediği cinayetler ve ölü bedenlerden kurduğu ev oluyor. verge'ün malzemeyi doğru seçmekle ilgili söylediği şeyler de önemli bu noktada.

    jack'in işlediği cinayetlerin sıralaması da, yabancılaşma sürecinin ve bundan kurtuluşunun bir haritasını veriyor aslında.

    1. cinayette, yukarıda da dediğim gibi, şehveti simgeleyen bir kadının öldürülmesiyle, jack aslında bastırılmış arzularını açığa çıkartıyor. kadının ona "süt çocuğu" demesinden sonra sinirlenmeye başlamasının sebebi de biraz bu bastırılmışlık, ezilmişlik. seri katil olmaya layık görülmemesi aslında onun farklı olmadığı, sıradan olduğu demek ve jack bunu hayatı boyunca kabullense bile artık kabullenemiyor.

    2. cinayette, simmel'in yabancılaşmanın izlerinden birisi olduğunu söylediği rutinler, takıntılar ve alışkanlıkları görüyoruz. claire'i öldürdükten sonra, bu takıntılarından da arınıyor.

    3. cinayette aile kavramını yok ederken bir yandan da devleti ve düzeni yok ediyor.

    4. cinayette mekanikleşmiş ilişkiler yok edilirken, bir yandan da meta haline gelmiş kadın ve insan bedeniyle, simple'ın memesinden yaptığı cüzdanı göstererek alay ediyor.

    5. cinayet sonrası ise tüm toplumu yok ediyor ve kendi benliğini yansıttığı evi yaparak kendini gerçekleştirme sürecini tamamlıyor.
    --- spoiler ---
  • bu filmle bir kez daha gördüm ki lars von trier, birçok felsefi ve edebî disipline sahip biri.

    filme gelince; insanın ve insanlığın, kriko ile kafası ezilirken farkına varamadığım kanları, bir sinema perdesinden yüzüme sıçradı.
  • lars von trier'in manderlay'den sonra ikinci en az beğendiğim filmi olabilir. matt dillon çok iyi bir performans sergilemiş ancak gerek vakalar arasındaki geçişlerin yavanlığı gerekse epilogue bölümündeki eğretilik filmin vasatın bir tık üstü kategorisinde değerlendirilmesi için yeterli sanırım.
  • lars von trier'in, yine nymphomaniac benzeri bir anlatim tarzi izledigi, fazlasiyla ozdusunumsel buldugum ama boyle bularak da acaba yine trier'in tuzaklarindan birine mi dustum diye sormadan edemedigim filmi.
    zaman zaman konusanin jack mi, trier mi oldugunu kestirmek guclesiyor. ve elbette trier bunu sik sik, kendisini kolayci bir sekilde dogrudan jack'le ozdeslestirecegini dusundugu seyircisini tongaya dusurmek icin kullaniyor.

    yaratim surecini bir seri katil uzerinden tartismanin trier filmografisi adina cok anlamli oldugunu dusunuyorum, her yaratici hareketin yikimla basladigi konusunda kendisinin picasso ile hemfikir oldugunu iddia etmek mumkun zira.
    trier filmografisi demisken, tekrar izlemek de istiyorum ama ilk goruste yakaladigim kadariyla filmde antichrist, melancholia, nymphomaniac ve yanlis gormediysem kingdom'dan dogrudan alinan goruntu ve/veya ortak mekan kullanimi var.
    bu arada bilen varsa lutfen yazsin fakat ben daha once herhangi bir filminde eski calismalarina bu kadar dogrudan atifta bulunan baska bir yonetmen gormemistim.
  • -bir kehanetle- trier'in all-in yaptığı ve çektiği/çekeceği son film. bu çağın ilahi komedi'sini çektiği fikrindeydi sanırım. aklı sıra, takmış koluna elin vergilius'unu izleyeni orta yerinden çatlatacak.
  • dün film ekiminde izleme fırsatı bulduğum film. çağımızın en büyük yönetmeninin belki de en iyi filmi. filmin ilk kendini tanımladığı türden bambaşka bir yere sürüklenmesi ve seyirciyi sürüklemesi ayakta alkışlanacak bir performans.
    ilahi komedya, gösteri toplumu, william blake, goethe, rönesas, modernizm eleştirisi... her yanı ve detayı ile bir cüret, gerçek anlamıyla bir sanat eseri.

    kendi filmlerinden sahnelerle de sanata bakış açısını dürüst bir şekilde anlatan bir başyapıt. çağımızın en büyük yönetmeni, çağın özetini ortaya koymaktadır. şiddet'i gösterenler mi, yoksa her gün toplumda maruz kalıp sesini çıkarmayanlar mı suçludur? sanatın bir sınırı var mıdır? sanat etik bir kaygı güder mi? usta yönetmen hayatının işini yapmış, 5 sene ara verdiği için üzmüş ve bir sonraki ufka, yani bir sonraki filmine kadar sinemayı bir noktaya taşımıştır.
    çağdaşın olduğumuz için şükran duyuyorum. trier bir ressam, bir filozof, bir sanatçı, bir yönetmen, bir deha, hatırı sayılır bir entellektüel, çağa ayak uyduramamış bir aziz, umutsuz karanlığın içersinde bir "ateş getiren."

    saygıyla izledim, film bittiğinde heyecandan gözlerim doldu ve iki çelişik duygu kapladı içimi. ilki sanat ölümsüzlüğün tek yolu ve bu uğurda yaşanmalı ve ikinci daha hafif olan ve bastırmaya çalıştığım duygu; böyle bir film yapamayacağım için bir burukluk. seyircisi, çağdaşı olduğum için şükür ettim.

    başkaldırı, cüret, kara mizah ve gerçekten devrimci; ülkemizin "solcu", "sosyalist" yönetmenlerinin asla ulaşamayacağı devrimci bir nokta.

    sağol usta, çok yaşa, diğer filmini heyecanla bekliyorum.
  • trier’i sevin, sevmeyin yaptigi filmleri insanlik disi bulun ya da bulmayin, yonetmen bu filmde yine sinematografiyi arsa cikarmis.
    bana kalirsa icindeki dark side’i daha iyi anlatamazdi.
    muazzam bir anlatim, muazzam soundtrackler, muazzam bir mizah, muazzam gondermeler ve cok zorlayici bir film.
    izlerken bazen perdeye bakamiyorsunuz, iciniz daraliyor, dogru. ama bir seri katilin, hikayesini kendi agzindan anlattigi bir trier filminde farkli bir psikolojik baski beklemiyordum zaten.

    bir film nasil insaa edilir? alti nasil doldurulur? nasil resim olusturulur? bunlarin hepsi filmde yerli yerinde olmaktan oteye gecip sanata donusmus.
    ayrica cannes film festivali’nden “hitler’i anliyorum.” dedigi icin kovulmasinin intikamini resmen gostere gostere dalga gece gece bu filmle almis.
    hitler’in yaptigi seyleri sanat eseri olarak jack’in agzindan (aslinda bizzati trier’in agzindan) dinliyoruz.
    “madem dusuncelerim yuzunden beni kovdunuz, alin filmini yaptim, yiyorsa bi filmi cannes’a almayin.” demis resmen trier.

    dedigim gibi trier’in epey koyu bir dark side’i var. o kisma katilip katilmamak, kendisini sevip sevmemek baska bir sey. ama yaptigi isler gercekten insanda saygi uyandiriyor. film gercekten iyiydi.

    edit: imla
  • metallica şarkısı
  • filmekimi ankara gösterimi için 2 adet bilet aradığım film. yardımsever suserler yeşillendirebilir.
hesabın var mı? giriş yap