• https://www.youtube.com/watch?v=bmfudw7rbg0

    simdiye dek tanidigim insanlar icerisinde kendisinden daha garip biri oldugunu sanmiyorum. kimden bahsettigimi o donem eskisehir'de yasayan herkes aninda anlayacaktir: volki.

    volkan cok yasli bir anne babanin, cok gec dunyaya gelmis tek cocugu. cok buyuk olasilikla bu yuzden tv karsisinda buyumus, 80'lerin tum tv dizilerine, filmlerine kemal sunal'in unlu filmindeki karakter gibi yaklasan, yine ayni donemin tum bilgisayar oyunlarini yalayip, yutmus ve her birinin uzerinde milyonlarca gereksiz ayrintiya iliskin saatlerce konusabilen bir adam. muhtemelen bu tip bir hayat tarzinin sonucu olarak da, her an bir yerden bir saldiri, bir tehlike gelebilecegi suphesi icerisinde tetikte dolasan dunyanin en acaip insani. ve yine ustelik maalesef dovus teknikleri dersleri almis, kendisini bu konuda yetistirmis bir insan oldugu icin biraz da tehlikeli. bos bulunup "cuccuk" hareketi yapsaniz agzinizin ortasina tekme yeme sansiniz %99.99. bunun disinda son derece yavas hareketlerle, sakin sakin yuruyor. kendisini aceleli iken goren, bilen yok. adamin gayet sasmaz rituelleri var, her gun belirli saatlerde belirli yerlerde oluyor. her aksam ayni yerden bir litrelik kola ve ekmek aliniyor, her aksam ayni saatteki otobus ile eve geliniyor, ayni saatler arasinda basket oynaniyor ...vs...

    ayrica eli yuzu gayet duzgun olan bu adam, gayet guzel karikatur ve resim cizer, son derece karizmatik bir insan. bu yuzden de o yillarda eskisehir'e universite okumaya gelen kizlarin cogunun dikkatini cekerdi, taa ki kizlar masasina oturup, bir kac cift laf muhabbet edene kadar.

    kendisi, bir arkadasin arkadasi kontenjanindan hayatimiza dahil oldu. ara sira gorusur olduk. o sira yurtta kaliyor bu. duyduk ki buna yurtta cemaatciler musallat olmus, yurttan ayrilmis. ev ariyor. daha yakinlarda ben de ev arar pozisyonda oldugumdan kendisine uzuldum dogal olarak, ev bulana kadar bize davet ettim.

    bu sirada ev arkadasim cenk'e henuz haber verememisim. adami eve getirip biraktim, bir yere gitmem lazim sen takil dedim. o arada cenk gelmis, bakmis odasinda [evdeki en buyuk oda, daha dogrusu evin salonu] biri oturup, karsidaki duvara bakiyor. selamlasmislar filan. o sira cenk'te bir trip hasil olmus, ziplayarak odasindaki avizeye ayagini degdiriyor sonra tanidik tanimadik herkese "sen yapabiliyor musun ?" diye soruyor. ama volki'yi tanimiyor tabii, ne bilsin. ona da sorma gafletinde bulunuyor. adam sakin hareketlerle yuruyup, avizenin altina gelip hic ziplamadan ayagi sifir acarak avizeye degdirip sonra yerine oturup karsidaki duvari izlemeye devam ediyor. cenk o gunden beri kimseye o soruyu bir daha sormadi.

    bir sure sonra ev arkadasi arayan bir arkadasimizin yanina eve cikti. (bkz: hayvan ev arkadaşı/#16404560) burak'in anlattigina gore volki'nin kendisi ile ayni familyadan olan bir kac arkadasi var, eve geliyorlar ara sira. birlikte kung fu yapip, kuantum fizigi tartisiyorlar. biri ile ben de tanisiyorum, bana "kitap yaziyorum. anilarimi yazicam, adini "common x" koyucam" diyor, "tamam" diyorum 20 yasinda anilarini yazmaya karar veren bu arkadasa.

    bir gun burak'in eve getirdigi bir kiz burak'la gece boyu zerre ilgilenmeyip sabahleyin burak gidince, muhtemelen onceki gece begenip gozune kestirdigi volki'nin odasina giriyor. soyunup usulca yatagina giriyor ve elini volki'ye atiyor. sonraki 0.0025 saniye icerisinde yatmakta olan volki ziplayip havada yarim daire ciziyor, kizin bilegini kapip arkaya buruyor, kizi yere yatirip bir dizi ile de omzuna bastirip su muhtesem soruyu soruyor:

    "maksadin ne ?"

    ve biz bunu volki'den degil, bizzat kizin kendisinden ogreniyoruz.

    daha sonra hatirladigim baska bir olayi eklemek isterim. volki'nin burak'la kaldigi evde tuplu sofben var. volki surekli sasmaz ritueller ile yasayan bir insan oldugundan, her hafta ayni gunler, ayni saatlerde sac yikaniyor, yikanmak zorunda. yikan(a)mazsa adamin dengesi bozuluyor.

    yine banyo zamani geldigi gun, denk gelmis ve sofbeni tupu bitmis. bu delleniyor tabi, aksam saati oldugundan tup almak sozkonusu degil. ocakta su isitayim diyor. bakmis ocagin tupu de bitik. bu delirmis sekilde ne bok yicem diye dolanirken, ev arkadasi burak geliyor, "hayirdir ?" diye soruyor. bu da anlatiyor iste boyle oldu, soyle oldu diye. volki'nin bilmedigi ama evinde tuplu sofben bulunan her ogrencinin bildigi sey su. sofbenin biten tupu ocagi bir sure daha calistirir. ama burak da az gudik olmadigindan bunu adama direkt soylemeyip guluyor ve "kafani kullan kafani" deyip odasina gidiyor.

    biz bu hikayeyi burak'tan dinledik tabii. burak bu konusmadan sonra odasina gittigini ve yaklasik 1.5 saat kadar ders calistigini soyledi. sonra su icmek icin mutfaga geri geldiginde gordugu manzara su:

    volki iki elinin isaret parmaklarini uzatip diger parmaklari kapatmis, isaret parmaklari kafasinin iki yaninda. bacaklar omuz mesafesinde acik, pencerenin onunde, gozler kapali, disariya donuk sekilde dusunuyor. (kafasini kullaniyor)
  • sigarasını her seferinde avcunun içine basarak söndüren ve eli yara içinde olmasına rağmen bunun son derece zararsız olduğunu savunan ortaokul arkadaşım fatih, mal.
  • üniversite yurdundaki yan odadaki elemandır. cumartesi sabahı o uyurken gizlice oda kapısının üstündeki anahtarını alıp kapıyı üstüne kilitlemiştik. içerde kilitli kalınca kapıyı yumruklayağını, "açın lan .rospu çocukları" diye bağaracağını, yurt görevlisini cepten arayacağını filan düşünüyorduk. heyecanla, uyanıp kapıyı zorlamasını bekliyorduk. saat 10 civarı uyandı ve odasının kapı kolu bir kere inip kalktı. biz dışarıda kıs kıs gülerken devamını bekliyorduk. fakat hiçbir şey olmadı. bekle allah bekle. 1 saat, 2 saat, 3 saat... sıkılmıştık. dışarıyı çıkıp biraz dolaştık, internet kafeye oturduk vs. halen arayan yok. akşam üstü yurda döndük, halen montu kapı askısına asılı, kapı kilitliydi. fakat pes etmedik. akşam yemeği için bir esnaf lokantasına gittik. çıkışta birkaç el batak attık. döndüğümüzde durum aynıydı. şaka maka artık hiç komik bir tarafı kalmadığından kapıyı açıp içeri daldık.

    görünen manzara; çocuk yatakta yatıyor, 5 litrelik su bidonu çeyreğine kadar sidik ile dolu, annesinin 3 hafta önce gönderdiği küflenmiş böreklerin hepsi açılıp masanın üzerinde yenmiş. kırmızı ve uyuz gözlerle kafayı çevirip bize baktı ve "siz mi kilitlediniz lan kapıyı" dedi.

    bulunduğu durumu bu kadar kabullenmiş, kilitli kapıyı bir kere açmayı denedikten sonra "tüh, artık ömrümün sonuna kadar böyle yaşamak zorundayım" diye içinden geçirdiğinden emin olduğum elemanı hiç unutmam.
  • ortaokuldayken almanya'da yaşayan ama okumak için anne ve abisi ile türkiye'ye gelen bir arkadaşım vardı ki benim ve ailemin zihninde tam olarak bu kategoride yer etti.
    bir yaz tatili bitiminde beni evine davet etti. sohbet, muhabbet devam ederken birden "aa sana ne göstereceğim?" diyerek yerinden fırladı ve çalışma masasının (üstü kitaplıklı olanlardan) en ücra köşesinden bir kucak çikolata çıkarttı. hepsini tek tek nereden, ne kadara aldığını anlattı saatlerce, tabi bu arada bende ikram etmesini bekliyorum. anlatması bitince "çok güzeller değil mi?" diyerek hepsini yerlerine kaldırdı. böylesini ve bunu o günden sonra hiç görmedim.
  • bazılarından ciddi ciddi tırsıyodum. özellikle her gün usul usul yanıma sokulup pantolon cebinden çıkardığı kuru üzümü ikram eden psikopattan. herifle tek ilişkimiz buydu.

    -üzüm yer misin?
    -yok abi sağol.
  • ilkokul arkadaşım vardı, damla. en arkada oturuyordu, turuncu saçlı. hep saçlarına dokunmak istiyordum, bi de çillerine.

    ayakkabı bağcığı bağlamayı bilmezdim o zamanlar. hala bilmiyorum. ama bağcıklı ayakkabı giyerdim inatla, çok havalı gelirdi. heyy gidi. her tenefüste de bahçeye çıkardım ve kesin bağcıklarım açılırdı. hemen ayakkabımın içene tıkıştırırdım. ve ders zili çalınca damla'nın yanına giderdim. bağcıklarımı bağlardı.

    büyüktü bizden galiba. hiç oynamazdı bizimle. konuşmazdı bile. bazen ben de çıkmazdım tenefüse ödevlerini yapardık. çirkin yaz derdi hep. çirkin yazardım.

    her akşam annem yemek yaparken ben de o gün okulda ne yaptığımı anlatırdım. 12 yıl boyunca aksatmadım. ilkokuldayken hergün kesin onu anlatırdım. okula gidince anneme uzaktan gösterirdim, bıkmadan usanmadan: "bak o işte, turuncu saçlı!"

    5. sınıfta hatıra defterime bi yazı yazmıştı. sonra yazım çok çirkin diye ağlayıp geri silmişti. "ben bu sınıfta en çok seni seviyorum" demiştim kulağına. yemin ediyorum ki o gülüşünü hayatım boyunca unutamam. herkesin bi şeyler yazdığı hatıra defterim hala durur. onun yazıp sildiği sayfa da. arasında da gül kurutmuşum. o zamanlar yaptığım her şey şimdi çok komik ama o gül komik değil. o gül hala çok hüzünlü.

    sonraki sene yine en arkada oturuyordu. bi gün okula gelmemişti. sonra bi gün daha. bi gün daha. haberlerde gördüğümüz gibi çiçek de koymamıştık sırasına, fotoğraf da. annem haberin olduğu sayfayı gazeteden kesmişti, ben hiç ağlamamıştım.

    en arka sıraya kimse oturmadı ondan sonra, ben hiç tenefüste deli deli koşmadım, turuncu saçlı biri görünce şaşırmadım. "en sevdiğin renk ne" sorusunu "turuncu" diye cevaplayarak ona vefa borcumu ödedim bi parça aklımla, yıllarca.

    trafik kazasından insan öldüğünü ilk defa duymuştum. iki yıl önce deprem diye bi şey çıkarttılar şimdi de bu diye sinirlenmiştim belki de. hatırlamıyorum. bilmiyorum.

    ama bi daha bağcıklı ayakkabı giymediğimi ve hala bağcık bağlamayı öğrenemediğimi çok iyi biliyorum.
  • çok tuhaf bir arkadaşım vardı. adı kazım. durumları pek iyi değildi ama hayatı boyunca bunu bir gurur meselesi haline getirmemişti çocuk.

    ilkokuldayız işte. bir gün okula lüks bir araç girdi. top oynarken top gitti arabanın tamponuna mı ne bi yerine vurdu. bu gitti topu almaya. adam buna bi şeyler söyledi. bu başladı bağırmaya. arabanı buradan çıkartttt diye... adam bağırışlara dayanamayıp arabasını çıkarmıştı da müdür gelmişti o derece yırttı kendini.

    - oğlum niye bağırdın o kadar?
    - hem arabasını buraya getiriyor hem arkadaşım topu attığında çarpınca kızıyor.

    ben tabii yıllar sonra kendisini gördüğümde ve beni evine davet ettiğinde bu anımızı anlatıp o zaman anlamıştım google gözlük olan arkadaşımın hak arama inancını. şu an bir holding'in uluslararası davalarına bakıyor. babası vefat etmiş. o kötü durumdan tüm ailesini kurtarmış. kardeşlerine bile neler neler yapmış, almış.

    ve o kadar paranın içinde yüzmesine rağmen lüks evi, lüks eşyaları olmasına rağmen hiçbir zaman lüks araç almamış.
  • hamdi. dünyanın en fantastik adamlarından biriydi hamdi. ilkokuldayız. birgün hamdi rahatsızlandı. karnını tutuyor, rengi sararmış. ne oldu dedik, konuşmuyor. derste iki büklüm oldu. öğretmen endişe ile hamdi' ye bakıyor. hamdi sınıfın ortasına kusuyor. bildiğin kağıt kusuyor. ambulans ile hastaneye gidiyor hamdi. birkaç gün okula gelmiyor. dönünce ne oldu diyoruz. ne kadar kağıt yiyebileceğini denemiş hamdi. sınırını öğrenmiş. biz okuldayken hamdi evde atari oynamış. çizgi film izlemiş. hamdi gayet kendinden emin. siz cesaret edemezsiniz diyor. öyle güzel anlatıyor ki hasta olup evde yattığı zamanı biz ona salak bile diyemiyoruz. özeniyoruz.
    ortaokuldayız.
    kışın okul bahçesinde yavru bir kedi bulunuyor. hava soğuk. yağmur yağıyor. kedi yavrusu titriyor. hamdi kediyi sınıfa getiriyor. gergin yapısı ile bilinen fen bilgisi öğretmeni hamdi' yi azarlıyor. kediyi dışarı çıkar diyor. hamdi hayır diyor. hamdi şiddetli bir dayak diyor. öyle ki yediği tokatlardan dudağı patlıyor. kediyi de alıp gidiyor. yıllar sonra hamdi tıp fakültesini kazandı. toplanıp eski okulumuza gittik. hamdi bir kafes içinde okula o kedi ile geldi. fen bilgisi öğretmeni hala aynı okulda görev yapıyordu. bu kedi o kedi mi dediler. evet dedi. başka da hiçbir şey söylemedi.
    lisedeyiz. okulda ne kadar güzel kız varsa hamdi gidip çıkma teklif ediyor. saçını tarıyor. deodorantı kıyafetinin üzerine sıkıyor. gayet kendinden emin bir şekilde gidip konuşuyor, reddediliyor hamdi. kendisini reddeden istisnasız her kıza ertesi gün mektup yazıyor. mektubu sarı kırmızı bir zarfa koyuyor. neler hissettiğini, neler yapabileceğini yazıyor. verdiği rahatsızlık için kusura bakmamasını, bunun gayet normal olduğunu belirtiyor. okuldaki bir çok kızda hamdi' nin sarı kırmızı mektupları bulunuyor.
    başka bir arkadaşımız bir kıza tutulmuş. cesaret edip açılamıyor. kızın reddetme ihtimali yüksek. arkadaş cesaret edip adım atamıyor. haftalarca bize anlatıp duruyor. bir gün kızı bulunduğumuz sıraya çağırıyor hamdi. kıza diyor ki "bu senden hoşlanıyor ama söyleyemiyor, sen ne diyorsun". kız önce sinirleniyor. böyle şaka olmaz diyor. hamdi gayet ciddi. "bu bir şaka değildir, aşk itirafıdır" diyor. kız reddediyor. hamdi bize dönüp, " tamam, seni sevmiyormuş" diyor.
    otobüse biniyoruz. biz bilet atıyoruz. biri kimlik gösterip geçiyor. hamdi adama gidip nasıl bedava bindiğini soruyor. adamın basın mensubu olduğunu öğreniyor. hamdi bir yolunu bulup basın kartı ediniyor. otobüse bedava biniyor.
    üniversitede ayrıldık. hamdi çok gelip gitti. çok buluştuk. hayat dolu, cesur, ilginç bir adamdı. canı istesin elma şekeri bulmak için saatlerce dolanır, pamuk şeker alır, büyük bir ciddiyetle yerdi. eşek kadar adam lunaparka gider. birini beğenirse gider yüzüne söyler. beğenmezse yine yüzüne söylerdi. sesi çok kötüydü ama inatla ve keyifle karaoke yapardı. hamdi doktordu ama cesetlerden tiksiniyordu. tavuk yemiyordu. mücver yapmamı isterdi. iyi adamdı. bir gün testis kanseri olduğunu öğrendi. çok mücadele etti. başaramadı. hamdi dolu dolu yaşadı. unutmadım, istesem de unutamıyorum.
  • ilkokulda 4. sınıfa kadar birlikte okuduğum erhan'dır benim için. çocuk belki lazım olur diye kocaman bir el çantasına ne kadar alet-edevat bulursa doldurup okula geliyordu. ihtiyaç duyduğum ne varsa erhan'ın çantasında bulabiliyordum. makas, tornavida, conta, maşa, kerpeten bir düşünüşte aklıma gelenler. kendisiyle bir daha irtibat kuramadım. onunla ilgili aklımda tek bir soru var, kaç yaşına kadar o çantayla gezdiği.
  • üzerinden yıllar geçse de, pek iyi hatırlanmasalar da bir türlü zihinden çıkmayan arkadaşlardır.

    örneğin biri ilkokuldaki bir arkadaşımdı. kendisi sürekli sağlık kolu seçilmek isterdi. sınıf başkanlığı duruken kimsenin umrunda olmayan bir kol olduğu için seçilirdide her seferinde. lakin çocuğun pamukla bir alıp veremediği vardı. kulağımın ağrıdığını hocaya söylediğimde canhıraş bir şekilde ortaya atlayıp, "pamuk vereyim mi öğrtmenim" demişti. evet, ona göre pamuk her derdin devasıydı. ilkokuldan sonra haber almadım kendisinden. umarım doktor falan olmamıştır.

    bir diğeri ortaokulda sırtından 6-7 cmlik tekerlekli oyuncak arabalarla birisi "hıhnn hııınnn" yaptığı için sırtının morardığını idda edip 1.5 saat kuru ağlama yapan ve ertesi gün annesini okula getirmeyi başarabilen bi kızdı. adını bile hatırlamıyorum.

    bir diğeri de lisede her allahın saat başısı üşenmeyip bütün telefon rehberine çağrı atan bir arkadaşımdı. ziyadesiyle merak ederdim sebebini. soramadım ama. işte hep aklında olduğumuzu anlatıyordu kendince sanırım.
hesabın var mı? giriş yap