• suratindan pislik akan ki$iler icin kullanilan (kullanilabilen - arzuya gore) sifat tamlamasi. "at hirsizi" ile benzerlikler ta$ir.
  • çalan telefona uyandım ve ilk ağrı kesicimi aldım.

    lambamı açmak için uzandım ama yanmadı. (şehre uzak olduğum için sık sık elektrik kesintileri olur buralarda.) telefona ulaşmak için el yordamıyla oturma odasına doğru yürümeye başladım. kötü bir haber alacağımı biliyordum. babam kalp krizi geçirmişti belki, annem beyin kanaması ya da. belki de elim bir trafik kazasında kaybetmiştik abimi.

    ahizeyi kaldırırken arayan kişinin ablam olduğuna, ağlamaklı bir sesle "başımız sağ olsun kardeşim" diyeceğine emindim. (sırtımda bir ceset gibi taşıyordum soyadımı.)

    "efendim" dedim çekingen bir sesle.

    "oğlum, uyandırdım herhalde" dedi annem. "böyle gece yarısı aramak istemezdim ama…"

    rahatlamıştım.

    "hayırdır anne, kötü bir şey mi oldu?"

    "ilaçlarım çalınmış" dedi ve ağlamaya başladı. "az önce içmek için dolabı açtım ama kutu boştu."

    annemin burada söz etmek istemediğim bazı sıkıntıları vardı. sakinleştirmeye çalıştım bu yüzden: "bitmiştir anne ilaçların. ben yarın alır getiririm sana. yat uyu şimdi sen."

    ve fakat panik içindeydi: "samet çalmıştır kesin" dedi, "dolanıp duruyor evin etrafında kaç gündür. hiç sevmiyorum o çocuğu."

    "samet senin ilaçlarını niye çalsın anne?" dedim bezginlikle, "bittiğini fark etmemişsindir. ben sabah halledeceğim."

    "bilemiyorum oğlum." dedi, "hiç iyi görünmüyor o çocuk. geliyor kırıyor, gidiyor döküyor. cam çerçeve kalmadı. amcana da bir şey soramıyorum korkumdan."

    "sen yat uyu anne." dedim. "ben sabah erkenden geleceğim."

    telefonu kapattığım anda kapım dövülmeye başladı. gelen samet'ti. endişeli görünüyordu. nefes nefese girdi içeri ve karanlığa aldırmadan salona doğru yürüdü.

    bir mum yaktım.

    oturduk.

    kafam karışmıştı. biraz önce annemle ondan söz etmiştik ve şimdi samet karşımdaydı. yüzünün yarısı yoktu, kim bilir nerede bırakmıştı.

    "ağrı kesicin var mı?" diye sordu.

    "hayır" dedim, "sonuncusunu az önce içtim."

    yüzünün kalan yarısı da kayboldu. çünkü mum sönmüştü. karanlıkta öylece kaldık. nefes alış verişlerini duyuyordum. belli ki baş ağrısı dengesini bozuyordu.

    kalkıp ateş aranmaya başladım. "otur" dedi, "beni görmesen de olur. ben şu anda kendi sesimi duymaktan bile korkuyorum."

    oturdum. belki bir dakika belki birkaç saat konuşmadan birbirimize baktık. birbirimize birbirimizi görmeden baktık.

    tuhaf bir durumdu. rüyada gibiydim ve uyanmak için telefonun çalmasını bekliyordum.

    "bu baş ağrısı beni öldürecek." dedim, sohbet konusu açmak için. cümleye devam etmesini bekledim ama hiç ilgilenmedi.

    yüzünü görmüyordum ama anlayış bekler bir ifadeyle bana baktığını hayal etmekten de kendimi alamıyordum.

    bu bekleyiş beni öldürüyordu.

    "annemin ilaçlarını sen mi çaldın?" diye sorabildim sonunda.

    "hayır!" dedi kararlı bir sesle.

    "biliyorsun, sen çaldın. ama babanı neden öldürdün?"
  • (bkz: müfit gürsu)
  • big fish'te benim dikkatimi çeken, yazarın babasının ölümünü dört kez başka biçimlerde anlatması. bu, din mitolojisindeki baba katlini andırıyor. çocuğun büyüyebilmek, olgunlaşabilmek içim babasını öldürmesi bir yandan da kuraldır. kitabın bu tarafı iki farklı yoruma el veriyor: a) babanın ölümüne (hala) bu kadar gereksinim duyması anlatıcının babayı öldüremediğine delalet, b) ölüm anlatımlarından birinde baba sulara karışıyor, balık oluyordu. er geç ölecek de olsa, o anlatıma göre, yazar babasını suya salarak kendisi öldürdü, anlatıcı katil, kitapsa bir itiraf belgesi.

    (bkz: baba katli)
hesabın var mı? giriş yap