• öncelikle başlığın çok genel olduğunu söylemek lazım (ben açmadım). bu başlığın boş olduğunu görünce üzüldüm; bayağı bir aradım ve kültür bakanlığının sitesinde oldukça derli toplu bilgiler buldum, kah ekleyerek kah çıkararak bunları bir hizaya sokup bu başlığın altına gireyim dedim. ama şiiri ve romanı aynı entrynin içinde girersem çok çok uzun olacaktı, o yüzden önce roman-hikaye ile başlıyorum:

    seksen yılı kapsayan cumhuriyet dönemi edebiyatında roman ve hikâye türleri de şiirde olduğu gibi büyük bir zenginlik gösterir. çok sayıda yazarın çeşitli sınıflara ayrılabilecek yüzlerce eseri yayımlanır. ilk büyük örneklerini 1922’de halide edip’in ateşten gömlek, yakup kadri’nin kiralık konak ve reşat nuri’nin çalıkuşuromanlarıyla veren cumhuriyet romanı, 1940’lı yılların sonuna kadar fazla bir değişme göstermeden gelişir. 1946’da türkiye’nin çok partili hayata geçmesinden sonra 1949’da ahmet hamdi tanpınar’ın huzurve peyami safa’nın matmazel noraliya’nın koltuğu romanlarının ve arkasından orhan kemal, kemal tahirve yaşar kemal ’in toplumcu gerçekçi eserlerinin peşpeşe yayımlanmaya başlamasıyla türk romanı, -tabiî hikâyeyle birlikte- önemli bir değişim geçirir. üçüncü büyük değişme ise oğuz atay’ın 1971-1972’de yayımlanan tutunamayanlar romanıyla ortaya çıkar. bu bakımdan cumhuriyet romanını kabaca 1922 veya 1923-1950, 1950 sonrası ve 1970 sonrası olmak üzere üç döneme ayırarak incelemek daha uygun görünmektedir.

    1) 1923-50 dönemi
    1.a) memleket roman ve hikayesi
    atatürk ve inönü dönemlerini kapsayan bu ilk devrede roman ve hikâye yazarları, şiirdekine benzer şekilde ülkenin geçirdiği siyasî ve toplumsal değişmelerle yakından ilgilenirler. bir yandan yakın devrin tarihiyle bir hesaplaşma içine girerken bir yandan da devrimlerle şekillenen yeni türkiye cumhuriyeti’nin çeşitli sorunlarına eğilirler. bu yüzden çoğunun eserlerinde eski devrin tipleri, değişen tipler ve yeni devrin idealist tipleri yan yana bulunur. batılı ve doğulu değerleri temsil eden kuşaklar arasındaki çatışma ve yeni gençlik fikrî birçok romanın örgüsünü oluşturur. bu dönemde şöhretini önceki dönemlerde yapmış roman ve hikâye yazarları eser vermeye devam ederler. servet-i fünun’un usta romancısıhalit ziya(1865-1945), romana girmemekle birlikte hikâyeler yazar ve eserlerini, bazılarını topluca olmak üzere yeniden yayımlar. 1931’de ölen servet-i fünun romancısı mehmet rauf(1875- 1931), cumhuriyetten sonra sekiz roman ve üç hikâye kitabı çıkarır. ilk romanını 1888’de yazan hüseyin rahmi gürpınar(1864-1944) 41 romanından 24’ünü bu devrede verir. 1919’da yayımladığı memleket hikâyeleri’yle hikâyemizin anadolu’ya açılmasında büyük bir rol oynayan refik halit karay(1888-1965) ise yüzellilikler’in affedilmesiyle 1938’de türkiye’ye döndükten sonra devrin havasına uygun çok sayıda roman kaleme almış ve en önemli eseri olan gurbet hikâyeleri’ni de 1940’ta yayımlamıştır. bununla beraber ilk devrede roman ve hikâye alanını, bu alana daha önceki yıllarda girmiş olan üç büyük yazarın eserleri doldurur. bunlar halide edip adıvar, yakup kadri karaosmanoğlu ve reşat nuri güntekin’dir. bu yazarların eserleri hem çok okunması ve etkili olması hem de estetik bir değer taşıması açısından devrin popüler hikâye ve romancılarına kıyasla bir üstünlük taşır. her üç yazarın birçok hikâye ve romanını, edebiyatımızın anadolu’ya açılışı, yani “memleket edebiyatı” kapsamında değerlendirmek mümkündür. halide edip ve yakup kadri’nin millî mücadeleye fiilen katılmış olmaları, reşat nuri’nin anadolu’da uzun süre öğretmenlik yapmış olması dolayısıyla bu yazarlar, millî mücadeleyi, bu mücadelenin cereyan ettiği anadolu’yu ve insanını roman ve hikâyelerinde sıklıkla ele alırlar. ii.meşrutiyet döneminde yazdığı romanlarla haklı bir ün kazanmış olan halide edip adıvar (1882-1964), millî mücadeleye katıldıktan sonra eserleriyle de anadolu’ya açılır ve ateşten gömlek (1922) romanı, dağa çıkan kurt (1922) ve izmir’den bursa’ya (yakup kadri, falih rıfkı ve mehmet asım’la birlikte, 1923) adlı hikâye kitaplarıyla devrin aydınları ve gençleri üzerinde büyük bir hayranlık uyandırır. türk’ün millî mücadeledeki mucizevî iradesini ve direniş gücünü anlatan bu eserlerden ateşten gömlek ingilizce, almanca, fransızca, arapça ve rusça gibi birçok dile çevrilmesi ve filme alınan ilk romanlardan olması bakımından da önemlidir. taassup yüzünden acımasızca öldürülen aliye öğretmenin hikâyesini veren vurun kahpeye (1923, kitap halinde 1926) romanı da millî mücadeleyle ilgilidir. sırası gelmişken bu eserlerin romanımızda “millî mücadele romanı” diye sınıflandırabileceğimiz bir grup romanın öncülüğünü yaptığını söyleyelim. yakup kadri ve reşat nuri’den başka 1950’ye kadar aka gündüz, mehmet rauf, burhan cahit, peyami safa, 1950’den sonra da kemal tahir, fikret arıt, ilhan tarus, samim kocagözve tarık buğra tarafından yazılmış birçok millî mücadele romanı vardır. diğer roman ve hikâyelerinde yeni türkiye cumhuriyeti’nin gençlerini ve kadınlarını anlatan, eğitim konusuna ve iradeli, güçlü kadın tiplerine ön planda yer veren halide edip adıvar’ın sinekli bakkal (1936) romanı da türkçe’nin klâsikleşmiş eserleri arasındadır. sinekli bakkal sokağı etrafında bütün bir ii. abdülhamit dönemi istanbul’unu güzel taraflarıyla birlikte veren ve buradan batılı ve doğulu değerlerin bir sentezine gitmeye çalışan roman, osmanlı’ya karşı o dönem eserlerinde, söz gelişi yakup kadri’nin sodom ve gomore (1928) ve mithat cemal’in üç istanbul (1938) romanlarında, mahkûm edici bir şekilde görülen olumsuz bakışı değiştirmesi ve geçmişe daha hoşgörülü bakması açısından edebiyatımızda bir dönüm noktası gibi kabul edilebilir. bu olumlu bakış, daha sonra abdülhak şinasi hisar ve safiye erol gibi romancıların eserlerinde, söz gelişi fahim bey ve biz (1941) ve ciğerdelen’de (1947) daha güçlü bir şekilde görülür. halide edip gibi aktif bir şekilde millî mücadeleye katılan yakup kadri karaosmanoğlu’nun (1889-1974) da eserlerinin önemli bir kısmı millî mücadele ve anadolu’yla ilgilidir. zaten daha ii. meşrutiyet döneminde hikâyemizin anadolu’ya açılmasını sağlayan iki yazardan -diğeri refik halit karay- birisi odur. romanlarının çoğunda ii. abdülhamit, meşrutiyet ve mütareke dönemlerini ve bu dönemlerin istanbul’unu anlatan yazar, özellikle millî savaş hikâyeleri (1947) ve hikâyeler (1985) gibi kitaplarında toplanan hikâyelerinde ve yaban (1932), ankara (1934) ve panorama (1953-1954) romanlarında millî mücadeleyi, millî mücadele sonrasının ankara’sını ve ülkedeki siyasî çekişmeleri mesafeli ve zaman zaman da keskin ve kötümser bir eleştirel bakış açısıyla gözler önüne serer. eserlerini kendine özgü bir sanatkârane üslûpla yazan ve mizacından kaynaklanan bir özellikle halkıyla kaynaşamamış aydının psikolojisi üzerinde yoğunlaşan yakup kadri’nin özellikle yaban romanı, cumhuriyet döneminde köy romanının ilk örnekleri arasında olması bakımından önemlidir. anadolu köylerinin sefaleti, köylünün cahilliği, geriliği ve aydınların bu konudaki sorumluluğu etrafında dönen romandaki bazı önyargılı yaklaşımlar hem döneminde hem de sonraki yıllarda çeşitli tartışmalara ve dolayısıyla başka köy romanlarının yazılmasına yol açmıştır. bu ilk dönemin üçüncü önemli yazarı olan reşat nuri güntekin’in (1889-1956) roman ve hikâyeleri ise istanbul’un yanı sıra bütün anadolu’yu kapsayan geniş bir anket gibi yorumlanabilir. anadolu kasaba ve şehirlerinin hayatı, bu çevrelerin sorunları ve dikkate değer insan tipleri (dini istismar eden softalar, vicdanı ile geçim sıkıntısı arasında bocalayan memurlar, öğretmenler, doktorlar, subaylar, lüks hayatın özlemini çeken gençler) onun roman ve hikâyelerinin dünyasını doldururlar. yabancı bir okuldan yetişmiş modern bir istanbul kızının sevdiği adamdan bir çeşit intikam almak amacıyla da olsa anadolu’ya geçişini ve idealist bir öğretmen olarak kendini anadolu insanının hizmetine adamasını romantik bir havada anlatan çalıkuşu, hem okuru zorlamayan kurgusu hem de temiz ve pürüzsüz üslûbu dolayısıyla türkçenin en çok okunan klâsik romanları arasındadır. reşat nuri, birçok romanının ana örneğini teşkil eden çalıkuşu’ndan sonra yazdığı roman ve hikâyelerde, zaman zaman duygusal aşkları öne çıkarmakla birlikte anadolu’nun gerçeklerine daha çok dikkat etmiş ve bunları yer yer atatürk devrimlerinin paralelinde çok keskin olmayan eleştirel bir bakışla sergilemiş ve bir bakıma kendisini anadolu’daki cahillik ve gerilikle savaşmakla görevli saymıştır. bu üç yazardan halide edip özellikle sinekli bakkal, yakup kadri kiralık konak, reşat nuri de yaprak dökümü (1930) ve eski hastalık (1938) gibi romanlarında tanzimat’la başlayan uygarlık değişimini, çatışan eski ve yeni değerleri ve bunları bir senteze ulaştırma sorununu ele alırlar. bu konu, cumhuriyet’in ilk döneminin önde gelen romancılarından olan peyami safa’nın (1889-1961) birçok eserinde daha büyük bir önem kazanır. o, 1922’den itibaren yazdığı romanların çoğunda mekân olarak genellikle istanbul’u seçmekle birlikte ülkenin en önemli sorunu olarak gördüğü batı-doğu çatışmasına ön planda bir yer vermiştir. modern ve geleneksel değerler arasındaki çatışma ilk olarak onun iki ayrı dünyayı sembolik mekânlar etrafında veren fatih-harbiye (1931) romanıyla başlar ve bir tereddüdün romanı (1933), biz insanlar (1939), matmazel noraliya’nın koltuğu (1949) ve yalnızız (1951) romanlarında gitgide daha derinleştirilmek suretiyle işlenir. aslında peyami safa’nın bu romanları, cumhuriyet dönemindeki benzerleriyle birlikte tanzimat’tan sonra ahmet mithat’ın romanlarıyla başlayan ve hüseyin rahmi’yle devam eden “alafrangalık” teminin daha geniş bir çerçevede devamıdır. bu konuyu ele alan eserlerin çoğunda dikkati çeken ortak yapısal özellik, kahramanların çoğunun belirli değerleri veya toplum kesimlerini temsil eden tipik kişilikler olması, dolayısıyla olay örgüsünün de bu zıt kişilikler arasındaki çatışmaya dayanmasıdır. romanlarında kişilerin iç dünyasına, psikolojisine de önem veren, hatta bazan aşırı şekilde psikolojik açıklama ve yorumlara yer veren peyami safa’nın 1930’da yayımlanan dokuzuncu hariciye koğuşu romanı ise yeni anlatım tekniklerini denemesi açısından ayrı bir değer taşır. james joyce, virginia woolf ve william faulkner tarafından geliştirilen “bilinç akışı romanı”nın iç monolog gibi bazı tekniklerini burada deneyen yazar, bu yolu sonraki romanlarında daha da geliştirir. özellikle matmazel noraliya’nın koltuğu, roman kahramanı ferit’i romanın merkezine bir “yansıtıcı merkez” ya da “bilinç aynası” gibi yerleştirmesi ve dünyayı bu aynadan yansıtması bakımından türk romanında yapısal açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. bu yol daha sonra gerçeküstücü özellikler taşıyan romanlarda farklı şekillerde karşımıza çıkacaktır. eserlerinde ülkenin ve anadolu’nun sorunlarına girmemekle birlikte, abdülhak şinasi hisar’ın fahim bey ve biz (1941) romanı da peyami safa’nınkiler gibi geleneksel roman anlayışına getirdiği yenilikle dikkate alınması gereken bir eserdir. yazarın “boğaziçi medeniyeti” diye adlandırdığı osmanlı’nın yüksek tabakasının yaşayışıyla ilgili hatıra, duygu ve izlenimlerini, belli bir olay örgüsünden çok bir kişiliğin etrafında verdiği bu romanı, cumhuriyet dönemi romanının alanında tek kalmış örnekleri arasındadır. bu özelliği dolayısıyla roman, 1942’de yapılan chp roman yarışmasında üçüncülük ödülüne lâyık görülür. hayranlık duyduğu marcel proust’un geçmiş zaman peşinde adlı ünlü roman serisinin etkisiyle oluşturduğu bu roman tarzını abdülhak şinasi hisar, çamlıca’daki eniştemiz (1944) ve ali nizami bey’in alafrangalığı ve şeyhliği (1952) romanlarında da sürdürür. olay örgüsünden çok duyguyu ön plana çıkaran bu anlatım yolu, cumhuriyet dönemi hikâyesinin büyük isimlerinden memduh şevket esendal ve sait faik tarafından da uygulanmıştır. cumhuriyet’in ilk büyük hikâye yazarları arasında yer alan memduh şevket esendal (1883-1952), romanlar da yazmış olmakla birlikte, ülkenin büyük sorunlarına ancak geri planda yer veren, buna karşılık küçük, sıradan insanların duygu ve düşüncelerini, yaşama sevincini iddiasız bir gerçekçilik içinde anlatmayı tercih eden bir hikâyecidir. çeşitli gazete ve dergilerde 1908’den itibaren yayımlanan hikâyeleri, oldukça geç bir tarihte 1946’da hikâyeler adıyla kitaplaşır. o, özellikle 1920’den sonra yazdığı hikâyelerde etkisinde kaldığı ünlü rus yazarı çehov’un hikâye tarzını türkçe’de başarıyla uygular ve bu tarz hikâyelerinde sanatsız, rahat ve temiz bir dille hareketli olaylardan çok duygulara yer vererek sıradan insanların hayatlarından ilgi çekici kesitler sunar. memduh şevket’in bu hikâye tarzıyla eserlerini aynı tarihte veren fahri celâlettin göktulga (1875-1975) ve yedi meşale grubunun nesir yazarı kenan hulusi koray’ın (1906-1943) hikâyeleri arasında temel bir fark vardır. bu yazarlar hikâyelerinde olay örgüsü unsuruna, başı sonu belli olaylara ağırlıklı bir yer verirler. bir asabiye doktoru olan fahri celâlettin hastanelerde tanıdığı ruhen hasta kişilerin, eski devir tiplerinin küçük, dar dünyalarını başarıyla anlatırken kenan hulusi masalımsı aşk hikâyelerine ve e. a. poe’nunkileri andıran korku hikâyelerine yönelir. ilk devrenin tanınmış hikâyecileri arasında bulunan bu yazarların eserlerinde şüphesiz istanbul’un ve taşra şehir ve kasabalarının hayatından gelen canlı sahneler de yer alır. abdülhak şinasi hisar dışarda tutulursa, genel olarak “memleket edebiyatı” kapsamı içinde değerlendirilebilecek olan bu önde gelen roman ve hikâye yazarlarının yanı sıra dönemin ikinci, üçüncü sınıf yazarları da aynı çerçeveye sokulabilecek eserler vermişlerdir. bunlar arasında ilk olarak atatürk devrimlerinin ülkede benimsenmesi ve yaygınlaşması yolunda heyecanla çalışan aka gündüz’ü (1886-1958) sayabiliriz. bir çeşit tezli eser sayılabilecek roman ve hikâyelerin yanı sıra popüler aşk romanları da yazan aka gündüz’ün yanı başında mahmut yesari (1895-1945), çarpık batılılaşmayı ve toplumsal sorunları ele alan popüler roman ve hikâyelerle dikkat çeker. aka gündüz ve mahmut yesari gibi yazı hayatına cumhuriyet öncesinde başlayan sadri ertem’in (1900-1943) roman ve hikâyeleri de bu çerçevede görülebilir. sadri ertem’in farklı tarafı, tasvirci olmaktan çok eleştirici bir bakış açısını tercih etmesi ve konularını daha çok köylünün ve işçilerin hayatından seçerek, bunları sanat endişesi gözetmeksizin çok keskin bir gerçekçilik anlayışıyla vermesidir. onun özellikle kumaş fabrikaları yüzünden dokuma tezgâhlarını kapatmak zorunda kalan köylülerin isyanını anlatan çıkrıklar durunca (1931) romanı, bizde toplumcu gerçekçi romanın ilk örnekleri arasında sayılır. toplumun alt tabakalarına inerek toplumsal ve ahlakî sefaletleri natüralistlere has keskin ve acı bir dille anlatan reşat enis aygen’in hikâye ve romanlarında da benzer bir durum vardır. bunlarda toprak reformu gibi toplumsal konular ve köylülerle köy ağaları arasındaki ezen-ezilen ilişkisi eleştirel bir bakış açısından verilmiştir. köyü ve kasabayı toplumcu ya da sosyalist gerçekçi bir bakış açısıyla ele alan yazarlarımız içinde sabahattin ali’nin (1907-1948) hikâye ve romanları, estetik açıdan daha büyük bir değer taşır. üç tane de roman yazmış olmakla birlikte o, asıl başarısını hikâye alanında göstermiştir. memleket gerçeklerini ekonomik yapının doğurduğu toplumsal çelişkiler, giderek sınıf çatışmaları perspektifinden gören yazarın hikâyelerinde anadolu köy ve kasabalarının ezilen, horlanan insanları, düşkün kadınları, yoksul emekçileri, çaresiz memurları etkileyici bir trajik atmosfer içinde anlatılır. yazar sanatı bir nevi araç gibi görmekle birlikte, bir propagandacı düzeyine inmeksizin fikir ve mesajlarını kurduğu hikâye dünyası içinde ustalıkla eritir. bu hikâyeler, 1935-1947 yılları arasında değirmen, kağnı, ses, yeni dünya ve sırça köşk kitaplarında toplanmıştır. onun 1937’de yayımlanan kuyucaklı yusuf romanı da toplumcu gerçekçi bir perspektifle yazılan romanların ilk başarılı örneğidir. hareketli bir olay örgüsüne sahip olan bu romanında yazar, bir anadolu kasabasındaki -edremit- trajik bir aşk hikâyesinin etrafında fabrikatör, kaymakam ve jandarma komutanı arasındaki çıkar ilişkilerine ve bu gücün ezdiği insanların trajedisine geniş yer vermiştir. cumhuriyet döneminin bu ilk devresinde köy ve kasaba hayatını, diğer yazarlardan farklı bir eleştirel bakışla ortaya koyan bu eserler, “memleket şiiri”nde de gözlemlendiği gibi, memleket roman ve hikâyesinin değişik bir versiyonu gibi görülebilir. özellikle sabahattin ali’nin bu yolda yazdığı eserler, daha sonra yaygın bir şekilde devam edecek olan toplumcu gerçekçi roman ve hikâyenin örnek alınan eserleri olmuştur.

    1.b) popüler aşk romanlari
    cumhuriyet roman ve hikâyesinin bu ilk döneminde genel olarak ülkenin sorunlarını, anadolu’yu ve anadolu insanının durumunu veren eserlerin yanı sıra, daha çok kadın yazarların eserleriyle ortaya çıkan bir “popüler aşk romanları” modasıyla karşılaşırız. sevgi, aşk ve ihtiras konularını, mutlu bir aile yuvasında ideal bir hayatı veya bunun özlemini anlatan bu romanlar, geniş bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmiş ve çok okunmuşlardır. bazıları tefrika halinde gazetelerde kalmış olan popüler aşk romanları, estetik açıdan fazla bir değer taşımayan, ancak orta sınıf okuyucunun özlem veya beklentilerine cevap veren eserlerdir. bu tarzda eser veren yazarlardan aşk bahçesi adlı romanı 1924’te çıkan burhan cahit morkaya (1882-1949) ile yaban gülü adlı romanı 1925’te çıkan güzide sabri aygün (1886-1946) tarih bakımından bir önceliğe sahiptir. sonraki yıllarda esat mahmut karakurt, selâmi izzet sedes, etem izzet benice, şükufe nihal, halide nusret zorlutuna, nezihe muhittin, muazzez tahsin berkant, mükerrem kâmil su, cahit uçuk, peride celâl ve kerime nadir gibi yazarlar peşpeşe popüler aşk romanları yazarlar. kadın yazarlardan güzide sabri, muazzez tahsin berkant (1900-1984) mükerrem kâmil su (1906-1984) ve kerime nadir’in (1917-1984) aşk romanları çok okunmuş, bunların bir kısmı filme de alınmıştır. peride celâl (d. 1915) ise daha sonraki romanlarında yeni anlatım tekniklerini denemek suretiyle sanat romanı yazmaya yönelmiştir. aslında kadın yazarlar olgusu, cumhuriyet’in ilânından sonra kadına tanınan haklara paralel olarak gitgide genişleyen ve güçlenen bir olgudur. kısaca belirtmek gerekirse, halide edip’ten sonra yetişen birçok kadın yazar, roman ve hikâyelerinde romantik bir aşk hikâyesinin etrafında da olsa “kadının eğitimi, hakları ve toplumdaki konumu” gibi temalara geniş yer vermiş ve böylece cumhuriyet dönemi edebiyatında çok sık bir şekilde ele alınan kadın konusu, bu yazarların elinde yeni duyarlılıklar, yeni bakış açıları kazanmıştır.

    1.c) tarihi romanlar cumhuriyet’in ilk döneminde popüler aşk romanlarının yanı sıra “tarihî roman” başlığı altında toplanabilecek romanlar da yazılmıştır. aşk romanlarında olduğu gibi fazla bir estetik değer taşımayan ve çoğu gazetelerde tefrika halinde kalan tarihî romanlar, konularını genellikle eski türk tarihinden, bazan da osmanlı tarihinden alırlar. çok okunan, daha doğrusu geniş bir okur kitlesinin roman ihtiyacını karşılayan bu eserler, atatürk döneminin tarihî ve destanî havasından, bu devirde ortaya atılan türk tarih tezinden beslenirler ve bu taraflarıyla millî mücadele romanlarına yakındırlar. bununla birlikte bu romanların ortaya çıkışında daha çok romantik akımın bir sonucu olarak walter scott’ın romanlarıyla başlayan ve bütün avrupa edebiyatlarına yayılan “tarihî roman modası”nın etkisi vardır. cumhuriyet döneminin ilk tarihî romanları abdullah ziya kozanoğlu’nun (1906- 1966) kaleminden çıkmıştır. onun 1923’te yayımlanan kızıltuğ romanından sonra bu tarzda yazdığı yirmiden fazla roman vardır. 1928’de ilk romanı kara davut’u yayımlayan nizamettin nazif tepedelenlioğlu ile yine aynı yıl cehennemden selâm romanını yayımlayan m. turhan tan da tarihî roman sahasında birçok eser vermiş yazarlar arasındadır. iskender fahrettin ise daha çok türk tarih tezine uygun romanlar yazmıştır. bu dönemin sonuna doğru yazılan tarihî romanlardan özellikle ikisi, hem kurgusal yapısı hem de üslûbuyla diğer romanlara göre estetik açıdan büyük bir üstünlük gösterir. bunlardan ilki nihal atsız’ın 1946’da çıkan bozkurtların ölümü, ikincisi safiye erol’un 1947’de yayımlanan ciğerdelen romanıdır. halihazırdan geriye dönerek geçmişi bir destan veya masal atmosferi içinde anlatan bu romanlardan ikincisi mistik tarafının yanı sıra halihazır ile geçmişi birleştiren iç içe geçmiş hikâyeleriyle kurgusal açıdan da bir farklılık gösterir

    2. 1950 sonrası:
    2.a) toplumcu gerçekçi yazarlar: köy roman ve hikayesibirinci dönemde sadri ertem, reşat enis ve sabahattin ali’nin eserleriyle ortaya çıkan ve esasen anadolu köy ve kasabalarının sorunlarını konu edinen toplumcu gerçekçi roman ve hikâye, 1930’lu yılların sonunda samim kocagöz ve kemal bilbaşar gibi yazarların elinde alanını genişletir ve 1950’den sonra büyük yazarların elinde yaygın bir hareket haline gelir. bu devrede salim şengil’in 1947-1957 arasında çıkardığı seçilmiş hikâyeler dergisi, köyü konu alan hikâyelere veya köy hikâyeciliğine yeni bir hız kazandırır. köy konusunun 1950’li yılların yanı sıra 1960’lı ve 70’li yıllarda da yaygın bir şekilde ele alınmasında nâzım hikmet’in şiirleriyle güçlenen marksist fikir ve inanışların da kuşkusuz önemli bir rolü vardır. ilk romanı olan ikinci dünya’yı 1938’de, ilk hikâye kitabı olan telli kavak’ı da 1941’de yayımlayan samim kocagöz (1916-1993), konularını çoğunlukla söke ovası ve menderes vadisi dolaylarında yaşanan olaylardan seçerek toprak sorununu, sınıflar arası çıkar çatışmalarını, ekonomik etkenlerle ortaya çıkan değişmeleri anlatır. eserlerinde samim kocagöz gibi daha çok batı anadolu köy ve kasabalarını anlatan kemal bilbaşar (1910-1983) da ilk hikâye kitabını anadolu’dan hikâyeler adıyla 1939’da, ilk romanını da denizin çağırışı adıyla 1943’te yayımlamıştır. onun özellikle doğu anadolu bölgesindeki zalim ağa-yoksul köylü ilişkisini ve hazin bir aşkı masalımsı bir dille anlatan cemo (1966) romanı, yayımladığı dönemde çok yankı uyandıran bir eser olmuştur. sonraki yıllarda da marksist fikirler doğrultusunda eserler veren bu yazarlardan başka, orhan kemal, kemal tahir ve yaşar kemal gibi büyük yazarların elinde toplumcu gerçekçi roman ve hikâye, daha geniş bir alana yayılır ve edebiyat dünyamızda büyük yankılar uyandıran ve geniş bir okur kitlesi tarafından okunan örneklerini verir. ekmek kavgası adlı ilk hikâye kitabını ve baba evi adlı ilk romanını 1949’da yayımlayan orhan kemal (1914-1970) de kocagöz ve bilbaşar gibi hikâye ve romanı birlikte yürüten yazarlardandır. roman konularını bizzat gördüğü ve yaşadığı olaylardan çıkaran orhan kemal, birçok eserinin konusunu yakından tanıdığı çukurova bölgesinden almıştır. bunlarda tarlada ağır şartlar altında çalışan ırgatların, dokuma fabrikalarındaki işçilerin, büyük şehre göç eden gurbetçilerin acıklı hikâyeleri yaşanmışlıktan gelen bir kuvvetle anlatılır. özellikle bereketli topraklar üzerinde (1954) ve murtaza (1962) romanları çok sözü edilen ve beğenilen eserleri arasındadır. son romanlarında aynı başarıyı yakalayamayan yazarın hikâye ve romanlarında yapı ve üslûp endişesi çoğu zaman geri planda kalmıştır. nâzım hikmet’le birlikte 1938’de on beş yıl hapse mahkûm edilmiş olan kemal tahir (1910-1973) ise daha çok roman üzerinde yoğunlaşmış ve bu türde verdiği eserlerle orhan kemal’e kıyasla daha yaygın bir üne kavuşmuştur. onun 1955’te sağırdere’yle başlayan romanlarının bir kısmında köy konusu, hapisteyken yakından ilgilendiği çankırı ve çorum yöresinde geçen olaylara ağırlık verilerek ele alınır ve buralardaki mülkiyet ilişkileri, ağalık kurumu ve eşkiyalık hareketleri tarihî köklerine dikkat çekilerek anlatılır. önemli bir kısım romanı da konularını doğrudan doğruya tarihten alır. yakın tarihe ait çeşitli olaylar esir şehrin insanları (1956), esir şehrin mahpusu (1962) ve yol ayrımı (1971) gibi başarılı romanlarında, farklı bir tarih görüşüyle osmanlı devletinin kuruluşu da çok yankılanan ve tartışılan devlet ana (1967) romanında anlatılmıştır. tarihî maddeciliğe farklı bir bakış getiren romanlarında yazar, daha çok toplumların tarihini ön plana çıkardığı için genel olarak kahramanlarına oldukça mesafeli ve olumsuz bir açıdan bakar. kemal tahir’in romanları, diyaloglara aşırı derecede ağırlık veren objektif anlatım yöntemi ve kendine özgü üslûbuyla çağdaşlarına nazaran bir farklılık ve üstünlük taşır. kemal tahir gibi daha çok roman türünde yoğunlaşan yaşar kemal (d. 1923) de yurt içinde ve yurt dışında çok yankılanan romanlarıyla büyük bir ün kazanmış toplumcu gerçekçi yazarlardandır. onun 1955 yılında yayınlanan teneke ve ince memed romanlarından başlayarak günümüze kadar yazdığı yirmiden fazla romanı çeşitli dillere çevrilmiş, bunlar yurt içinde ve dışında birçok ödüle lâyık görülmüştür. sınıfsal bir bakış açısıyla romanlarında, genellikle çukurova köylüsünün, güney ve doğu anadolu insanının ekonomik ve toplumsal değişimden kaynaklanan sorunlarını, buralardaki ekonomik sömürüyü, yoksul köylü-zalim ağa çatışmasını, düzene başkaldıran köylüleri, töreleri ve kan davalarını ele alanyaşar kemal, bu olayları anlatırken halk türkü, masal, efsane ve destanlarından hem konu hem de üslûp açısından geniş ölçüde yararlanmıştır. bu durumun bir sonucu olarak üslûbu da lirik ve şiirsel bir niteliğe bürünmüştür. karakteristik bir şekilde ince memed romanında görülen bu üslûp, yazarın hemen bütün romanlarında karşımıza çıkmaktadır. toplumcu gerçekçi ya da sosyalist gerçekçi roman, daha sonra yetişen köy enstitülü yazarlar kuşağında çok daha şematik kalıplar içerisinde devam ettirilmiştir. bunlar arasında sarı traktör (1959) romanıyla talip apaydın’ı (d. 1926) yılanların öcü (1959) romanıyla da fakir baykurt’u (1929-1999) sayabiliriz. kendisi de bir köy enstitüsü mezunu olan mahmut makal’ın 1950’de yayımlanan ve köye dair ilgi çekici mektup ve notları içeren bizim köy kitabının köy romanı üretimine bir hareket, bir hız kazandırmış olduğunu da bu vesileyle belirtelim. yazı hayatına sabahattin ali’yle birlikte çıkardığı markopaşa adlı mizah gazetesiyle başlayan aziz nesin (1915-1995) de 1948’den itibaren yayımlanan mizahî hikâye ve romanlarıyla toplumcu gerçekçi edebiyatta önemli bir yer işgal eder. toplumdaki aksayan yönleri, yergiye elverişli tarafları, türedi, zıpçıktı tipleri abartılı, paradoksal, zaman zaman da ironik bir dille anlatan bu hikâye ve romanlar türk okurunun en çok okuduğu eserler arasına girmiş, yazarın böylece genişleyen ünü sonradan yurt dışına da yayılmıştır.

    2.b) sanati ön plana çikaran psikolojik eserler: bağimsiz yazarlar1950 sonrasında bazı roman ve hikâye yazarlarımız, neredeyse bir akım haline gelen toplumcu gerçekçi roman ve hikâyenin dışında kalarak kendilerine özgü bir roman ve hikâyenin peşinde olmuşlardır. bunlar genellikle bireyin iç dünyasına, psikolojiye daha çok eğilmişler, bir sanat olarak romanın yapısı ve üslûbu üzerinde de daha çok kafa yormuşlardır. daha önceki bir bölümde, peyami safa’nın matmazel noraliya’nın koltuğu (1949) ve yalnızız (1951) romanlarında, romanın merkezine bir “bilinç aynası”, bir “yansıtıcı merkez” yerleştirmek suretiyle yeni bir teknik denediğinden söz etmiştik. peyami safa’yla aynı yıllarda eserlerini veren ahmet hamdi tanpınar (1901-1962) da romanı öncelikle bir sanat eseri olarak kabul eden bir anlayışla karmaşık ve sanatkârane romanlar ve hikâyeler kaleme almıştır. şiir ve deneme alanlarında da cumhuriyet dönemi edebiyatının en orijinal eserlerini veren tanpınar, hikâyelerini abdullah efendi’nin rüyaları (1943) ve yaz yağmuru (1955) kitaplarında bir araya getirmiş, daha sonra romana geçerek cumhuriyet romanının zirve eserlerinden huzur’u 1949’da, saatleri ayarlama enstitüsü’nü de 1954’te (kitap halinde 1962’de) yayımlamıştır. sahnenin dışındakiler (1950, kitap halinde 1973) romanından sonra onun mahur beste ve aydaki kadın adlı yarım kalmış iki romanı daha vardır. batı ve doğu kültürünü çok iyi tanıyan, romanın her şeyden önce kendisi olmasını isteyen ve bu açıdan marcel proust, aldoux huxley ve james joyce gibi fransız ve ingiliz yazarlarının roman tarzını üstün bulan tanpınar’ın hikâyeleri, görünenin ardında görünmeyeni araştıran, yer yer fantastik özellikler taşıyan ve bu yönüyle gerçeküstücülüğe yaklaşan çok ilgi çekici hikâyelerdir. bir huzursuzluğun romanı olan ve otobiyografik bir özellik taşıyan huzur ise hayatı ve varlığı bir bütün olarak estetik bir açıdan algılamak isteyen kahramanı mümtaz’ın sanatçı kişiliği ile hayatın gerçekleri arasındaki çatışmayı ve bu çatışmanın yarattığı bunalımı verir. gerek mümtaz’ın gerekse diğer roman kişilerinin yaşadığı huzursuzlukta batılı ve doğulu değerler arasındaki çatışma da önemli bir rol oynar. batı müziği formlarına uygun bir tempoda yazıldığı düşüncesiyle bazı eleştiricilerin bir “müzikal roman” olarak nitelediği huzur’dan sonra yazılan saatleri ayarlama enstitüsü ise çok başarılı bir ironik eserdir. roman, ii. abdülhamit, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerini yaşayan kahramanı hayri irdal’ın anıları aracılığıyla iki uygarlık arasında bocalayan türk toplumu ve devlet kurumlarındaki yanlışlıkları, saçmalıkları ince bir şekilde eleştirir ve alaya alır.hikâye türünün büyük isimlerinden sait faik abasıyanık (1906-1954) da eserlerinde toplumcu gerçekçi edebiyatın dışında kalarak bireye, bireyin iç dünyasına eğilen yazarlardandır. aslında o, hikâyeye 1930’lu yıllarda başlamış, ilk hikâye kitabını semaver adıyla 1936’da yayımlamıştı. bu bakımdan onun eserini, 1950 sonrası içinde düşünmek çok da doğru olmayacaktır. ancak onun hikâye kitaplarından çoğu 1948’den sonra yayımlanır ve bu tarihten sonraki hikâyeleriyle daha güçlü bir etkiye sahip olur. özellikle 1954’te çıkan gerçeküstücü özellikler taşıyan alemdağ’da var bir yılan kitabı türk hikâyesine yeni bir açılım getiren bir eser olmasıyla önemlidir. bir istanbul hikâyecisi olan sait faik, orhan veli ve cahit sıtkı’nın şiirde yaptığı gibi gibi küçük ve sıradan insanların yaşama sevincini, ada ve deniz insanlarını, tabiat güzelliklerini anlatmakla birlikte gerçekleri basit bir şekilde yansıtmanın ötesine geçerek gerçeğin taşıdığı ruh ve anlamı keşfetmeye çalışır. güzel olanın peşinde koşan, konu ve olaydan çok yaşanan anları anlatan hikâyeleri, çoğu zaman çağrışımdan çağrışıma atlayan şiirli bir üslûba sahiptir. sait faik gibi hikâye ve romanlarında şiirli bir üslûp kullanan, denizi ve denizin insanlarını anlatmayı daha çok tercih eden cevat şakir kabaağaçlı ya da halikarnas balıkçısı’nın (1886-1973) eserleri de bu dönem içinde ele alınabilir. yazı hayatına çok önce başlamış olmakla birlikte onun eserleri de 1940’lı yıllardan sonra kitap haline gelmiştir. biraz savruk bir şekilde olmakla birlikte, ege ve akdeniz’in denize tutkun insanlarını anlattığı hikâye ve romanlarında çağrışımlarla yüklü lirik ve tutkulu bir dil daima dikkati çeker. bu eserlerde onun yakından tanıdığı eski yunan ve roma edebiyatından gelen unsurların da önemli bir rolü vardır. 1950 sonrasında hikâye alanının önde gelen isimlerinden olan haldun taner (1915- 1986) de gerçekçiliğe önem vermekle birlikte ideolojik perspektife iltifat etmeyen hikâyeciler arasındadır. tiyatro alanında da çok dikkate değer eserler vermiş olan taner’in hikâyeleri ironik bir nitelik taşır. bunlarda köyden şehre göçen saf insanlar, görgüsüz türedi zenginler, kenar mahallelerden en zengin semtlere kadar çeşitli tipte görgüsüz ve bilgisiz kadınlar ironik ya da mizahî bir dille anlatılır. on ikiye bir var (1954) ve sancho’nun sabah yürüyüşü (1969) adlı hikâye kitapları ulusal ve uluslararası ödüller alan eserleri arasındadır. haldun taner’le aynı kuşağa mensup olan tarık buğra (1918-1994) da 1950 sonrasının önde gelen bağımsız hikâye ve roman yazarlarındandır. hikâye ve romanda kurgusal yapıya ve üslûba çok önem veren yazar, hikâyelerinde daha çok türk entellektüelinin bunalımlarına, çelişkilerine yer verir.buğra’nın özellikle 1963’te yayımlanan küçük ağa romanı getirdiği farklı perspektifle millî mücadele romanları içinde ayrı bir yere sahiptir. bu eserde, millî mücadele sırasında halkın meşru otoritenin temsilcisi olan padişaha bağlılığını sürdürmek göreviyle akşehir’e gönderilen kültürlü ve seciyesi sağlam bir medrese adamının, istanbullu hoca’nın, burada içten bir değişmeye uğrayarak kuva-yı milliyeye katılışı ve gösterdiği büyük yararlıklar anlatılır. roman, hiç bir fikrî saplantıya yer vermeksizin büyük bir psikolojik değişimi tutarlı bir çizgide sergiler. eser sağlam kurgusal yapısı ve konusuna uygun üslûbuyla da bir üstünlük gösterir. tarık buğra daha sonra yazdığı dönemeçte (1980) ve yağmur beklerken (1981) gibi romanlarda da demokrat partinin kuruluşu ve serbest fırka olayı gibi yakın tarihin siyasî olaylarını farklı bir perspektiften ele almış ve bu olayları roman kahramanlarının iç dünyalarına önem vererek anlatmıştır.

    3) 1970 sonrasi: modern ve postmodern eğilimler
    1970 sonrasında türk romanında özellikle oğuz atay’ın (1934-1977) tutunamayanlar (1971-1972) romanıyla birlikte kendini gösteren ve 1980’li yıllarda güçlenen yeni bir eğilim ortaya çıkar. bu eğilimin iki önemli özelliğinden birisi romanın kendisini de bir roman konusu olarak ele alması, ikincisi de bireyin karmaşık iç dünyasına yönelerek bu dünyayı önceki romanlardan çok farklı anlatım teknikleriyle vermesidir. tutunamayanlar romanı, bu özelliklere uygun olarak iç içe geçmiş veya üst üste binmiş üç hikâyeden oluşur. insanları ezen, yozlaştıran toplumsal düzen ve toplumun sahte değerleriyle uyuşamayarak sanata sığınan selim işık’ın intiharla sonuçlanan hayatı ilk hikâyeyi, selim’in hayatını ve intiharını araştıran ve onun etkisiyle bir kişilik değişimine uğrayarak hayatı değişen turgut özben’in ruhsal dünyası ikinci hikâyeyi, bütün bu olayların yazılması ve kitap haline gelmesiyle ilgili gelişmeler de üçüncü hikâyeyi oluşturur. böylece bu roman hem bir romanın doğuşu ve yazılışının hikâyesini hem de birbirine benzeyen iki kahramanın hikâyesini karmaşık bir anlatım yöntemiyle verir. oğuz atay bu yolla klâsik gerçekçi roman anlayışının anlatım tekniklerini yıkarak bu vesileyle hem geleneksel roman anlayışıyla hem de toplumun insanı ezen düzeni ve sahte değerleriyle alay eder. bu, batıda gelişen modernist ve postmodernist roman anlayışlarının türk romanına uygulanmasıdır. açıkçası tutunamayanlar’da james joyce, franz kafka, william faulkner gibi modernist romancıların ve vladimir nabokov ve a. robbe grillet gibi postmodern yazarların kullandığı anlatım teknikleri karmaşık bir şekilde kullanılmıştır. atay’ın tehlikeli oyunlar (1973) romanı ve korkuyu beklerken (1975) adlı hikâye kitabında da uyguladığı bu teknikler, eserlerin yayımlandığı yıllarda lâyıkıyla değerlendirilememiş olmakla birlikte, özellikle 1980’den sonra büyük bir ilgi uyandırmış ve yazarı tanpınar gibi gitgide artan bir ilginin odağı haline getirmiştir. yusuf atılgan’ın bir yalnızlığın bunalımlarını anlatan anayurt oteli de hemen hemen aynı tarihlerde (1973) ve benzer tekniklerle yazılmış diğer bir ilgi çekici romandır. 1980’den sonra eser veren birçok hikâye ve roman yazarı eserlerinde bu yeni teknikleri kullanmıştır. bu yazarlar arasında özellikle bir düğün gecesi (1973) romanıyla adalet ağaoğlu’nu (d. 1929), fantastik bir özellik taşıyan kılavuz (1990) romanıyla bilge karasu’yu (1930-1995); daha sonraki kuşaklardan da dedektif romanının bir çeşit parodisi olan bir cinayet romanı (1989) adlı eseriyle pınar kür’ü (d. 1945), arzu sapağında inecek var (1989) adlı fantastik romanıyla nazlı eray’ı (d. 1945) ve yeni bir biçim peşindeki sevgili arsız ölüm (1983) romanıyla latife tekin’i (d. 1957) sayabiliriz. çağdaş yazarlardan orhan pamuk (d. 1952) ise benzer özellikleri taşıyan romanlarıyla günümüzde çok sözü edilen ve medya aracılığıyla geniş bir kitle karşısında tartışılan bir romancıdır. onun özellikle kara kitap (1990) romanı birçok bakımdan oğuz atay’ın tutunamayanlar’ını andırır. klâsik gerçekçilik anlayışından uzaklık, anlatım yöntemleri, hikâye anlatıcılarının çeşitliliği, değişik üslûp ve söyleyiş özelliklerine sahip metinlerin varlığı iki romanın yapısal benzerlikleri arasındadır. her iki romanda da bir arayış içinde olan kahramanlar, kişiliklerini bulduklarında kendi hikâyelerini yazmaya başlarlar. bir roman veya hikâye yazmayı da konu edinmiş olan bu eserlerin farklı tarafı, oğuz atay’ın kahramanlarının hamlet ve don kişot gibi batı edebiyatlarının büyük eserlerini, orhan pamuk’un kahramanlarının ise binbir gece hikâyeleri, mesnevi ve hüsn ü aşk gibi doğu edebiyatlarının büyük eserlerini kendilerine örnek almış olmalarıdır. orhan pamuk daha sonra yazdığı yeni hayat (1994), benim adım kırmızı (1998) ve kar (2002) romanlarıyla da büyük yankılar uyandırmış ve batı dillerine çevrilen eserleriyle dünya çapında ün kazanmış bir romancımızdır. modern ve postmodern eğilimlerin roman ve hikâyeye hakim olduğu bu dönemde daha önceki dönemde yaygınlaşan toplumcu gerçekçi roman hareketine sokulabilecek eserler de elbette yazılmıştır. özellikle 1971’de askerlerin hükûmete verdiği 12 mart muhtırası ve sonrasında gelişen olaylar birçok romana konu olmuş ve yazarlar, toplumcu gerçekçi bir bakışla halkı sömüren kapitalist burjuva düzenine karşı devrimci gençlerin isyanını anlatan romanlar yazmışlardır. daha önceki romanlardan farklı olarak burada köylünün yerini halk, toprak ağasının yerini kapitalist burjuva sınıfı, dağa çıkan köylünün yerini de devrimci gençler alırlar.erdal öz’ün yaralısın (1974), fürüzan’ın 47’liler (1974), sevgi soysal’ın şafak (1975) ve samim kocagöz’ün tartışma (1976) romanları bu konuda yazılmış romanların örnekleri arasındadır. 1980’li yıllarda toplumcu gerçekçi roman çizgisini terk ederek bireye ve yeni anlatım yöntemlerine yönelen türk roman ve hikâyesi, elbetteki bu saydığımız isim ve eserlerden ibaret değildir. ününü önceki yıllarda yapmış birçok yazarın bu dönemde de eserler vermesinin yanı sıra 1940’lı, 50’li ve 60’lı yıllarda doğan birçok roman ve hikâye yazarı dikkate değer eserler vermiş ve vermeye de devam etmektedirler. bu isimler arasında tomris uyar (d. 1941), sevinç çokum (d. 1943) alev alatlı (d. 1944), mustafa kutlu (d. 1947), mehmet eroğlu (d. 1948), selim ileri (d. 1949), ahmet altan (d.1950), nedim gürsel (d.1951) ve ihsan oktay anar (d.1960) gibi yazarlar ön plana çıkmış görünmektedirler.
  • cumhuriyet dönemi türk edebiyatına şiir açısından bakıldığında da şunlar söylenebilir: (kaynak yine kültür bakanlığı sitesi ama metine çok şey ekleyip çok şey çıkardım,kaynaktaki metnin aynısı değil):
    1) 1923-1940 dönemi
    1a) memleket şiiri
    atatürk’ün hayatta bulunduğu bu ilk devrede şiirin manzarasına baktığımızda ilk olarak şöhretini önceki dönemlerde yapmış şairlerin şiirleriyle karşılaşırız. şiir dünyamızda tanzimat’tan bu yana her devirde büyük bir şair olarak kabul edilen abdülhak hamit(tarhan), servet-i fünûn edebiyatının önde gelen şairlerinden cenap şahabettin, ali ekrem(bolayır), hüseyin siret (özsever), asıl şöhretini ii. meşrutiyet döneminde yapmış olan ahmet haşim, yahya kemal(beyatlı), mehmet akif(ersoy) ve mehmet emin(yurdakul) bu dönemde ya son şiirlerini yazarlar ya da eski şiirlerin yeni baskılarını yaparlar. önceki kuşaklardan özellikle ahmet haşim ve yahya kemal, hem bu dönemin hem de sonraki dönemlerin şiirinde sürekli bir etkiye sahip olmuş isimlerdir.

    topluca yayımlanmamakla birlikte yine de şiirleri dillerde dolaşan yahya kemal (1884-1958), özellikle şiir ve edebiyat konusundaki görüşleri ve edebî sohbetleriyle yeni nesiller üzerinde çok etkilidir. onun özellikle 1921 nisanında dergâh’ta çıkan “üç tepe” ve 1936 ocağında kültür haftası’nda çıkan “memleket’ten bahseden edebiyat” yazıları sembolik bir değer taşır. ilk makalede kastedilen üç tepe, çamlıca, tepebaşı ve metristepe’dir. burada şair cumhuriyet’ten sonra edebiyatın artık istanbul’daki çamlıca veya tepebaşı yerine afyon’daki metristepe’den konuşacağını anlatmak ister. şiirde konuşulan türkçe’yi, “beyaz lisan” dediği türkçe’nin kendine mahsus ses ve ahengini arayan büyük şairin şiir ve edebiyat konusunda geliştirdiği formüller ve farklı zamanlarda yayımladığı şiirler, birçok şair ve yazarın zihninde yer eder ve büyük bir şair olarak da sık sık hatırlanır.

    şiirini devrinin sorunlarından ve gündelik konulardan uzak tutan ahmet haşim (1887-1933) ise hiç değişmeyen bir kelime kadrosu etrafında dönen ve sessiz bir şarkıya benzeyen kapalı şiiriyle cumhuriyet dönemi şairleri üzerinde daha çok etkili olmuştur. onun özellikle piyale adlı şiir kitabının 1926’da yayımlanışı edebiyat dünyasında büyük bir olay olur. şiirleri ve kitabının önsözündeki şiire dair fikirleriyle haşim, cumhuriyet’in bütün dönemlerinde ya hayranlık duyulan ya da karşı çıkılarak bir alternatif oluşturulmaya çalışılan vaz geçilmez bir isim olarak daima hatırlanmış ya da tartışılmıştır.

    o kadar etkili olmalarına rağmen gerek yahya kemal’in gerekse ahmet haşim’in şiiri, atatürk devrinde ortaya çıkan genel şiir manzarasının gene de dışında kalır. bu dönemde benimsenen şiir, hece şairlerinden faruk nafiz çamlıbel’in (1898-1973) anadolu’yu ve millî heyecanları anlatan şiiridir. yahya kemal’i çok beğenmekle birlikte atatürk devrinin destanî havasının tesirine kapılarak bu dönemin özlediği şiirin dikkate değer örneklerini veren faruk nafiz’in bu yoldaki en önemli şiiri, dönemin klâsikleşmiş şiir örnekleri arasında sayılan “han duvarları”dır. 1922’de ankara’ya geçtikten sonra kayseri’ye öğretmen olarak tayin edilmesi dolayısıyla buraya yaptığı yolculuğun bir hikâyesini veren han duvarları, türk yurdu dergisinde 1925 ocağında yayımlanır. hece vezniyle yazılan şiir, ilk defa anadolu coğrafyası ve insanıyla karşılaşan bir istanbullu şair veya aydının uğradığı şoku ve onun gözünden anadolu’nun şaşırtıcı manzarasını verir ve şiirimizin anadolu’ya yönelişini ifade etmesi bakımından sembolik bir değer taşır. sert ve acımasız anadolu tabiatı, her biri bir gurbet ve ayrılık hikâyesinin kahramanı olan hüzünlü ve dalgın anadolu insanları ve kendisi de gurbete çıkmış olan şairin bu insanlarla birleşen kaderi şiiirin esasını oluşturur. han duvarları, maraşlı şeyhoğlu satılmış adlı bir halk şairinin kendi dramını veren bir koşması -ki bu koşmanın her bir kıtası konakladığı hanların duvarında şairin karşısına çıkar- etrafında örülmüş estetik açıdan da değerli bir şiirdir. böylece modern şairin şiiriyle halk şairinin şiiri, başka deyişle yüksek edebiyatla halk edebiyatı birleşir. han duvarları bu bakımdan da önemlidir.

    1926-1929 arasında atatürk’ün yakın ilgisi ve maarif vekâletinin desteğiyle istanbul’da basılıp ankara’da dağıtılan hayat dergisi, bu yılların fikir ve edebiyat hayatında önemli bir rol oynar. milliyetçilik ve çağdaşlık ilkelerine inanmış bir kadronun çıkardığı ve dönemin önde gelen bütün fikir ve sanat adamlarının toplandığı dergide yeni türkiye cumhuriyeti’nin fikrî ve felsefî temelleri oluşturulmaya çalışılırken bir taraftan da atatürk ilke ve devrimlerine uygun millî ve sosyal bir edebiyatın nasıl olması gerektiği tartışılır. memleketçi edebiyat eğilimine sahip birçok şair ve yazarın eserlerinin yayınlamdığı hayat’ta faruk nafiz’in de “sanat” başlıklı bir şiiri çıkar. bu şiir cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkan yeni şiirin veya anadolu coğrafyası ve insanını anlatacak “memleket şiiri”nin bir çeşit bildirisi gibi kabul edilebilir.şairin bu yolda yazdığı şiirlerin önemli bir kısmı 1926’da yayımlanan çoban çeşmesi’nde ve diğer kitaplarında toplanmıştır. emleketçi şiirin dikkate değer örneklerini faruk nafiz’den başka millî mücadele’ye bizzat katılan kemalettin kamu(1901-1948) ve ömer bedrettin uşaklı (1904-1946) gibi lirik şairlerin eserlerinde de buluruz.

    genel olarak memleket manzaralarını ve insanlarını tasvir eden ve gördükleri karşısındaki izlenim ve duygularını dile getiren bu şairlere, şiirlerinde folklor ve halk edebiyatı unsurlarına daha çok yer veren isimleri de katmak gerekir. bunlar arasında en önde gelen isim ahmet kutsi tecer’dir (1901-1967). aslında ii. meşrutiyet döneminde ziya gökalp’ın makale ve şiirleriyle başlayan halk edebiyatına ve folklora yöneliş, cumhuriyet döneminde özellikle 1932 şubatında halkevlerinin açılışıyla büyük bir ivme kazanır. ülkenin birçok şehir ve kasabasında açılan ve 1951 yılında kapanışına kadar çok önemli toplumsal ve kültürel faaliyetler gerçekleştiren halkevlerinin çıkardığı dergilerde çok sayıda memleket şiiri yayımlanır. doğrudan doğruya devlet yardımıyla çıkarılan ve sayı olarak yetmişe ulaşan halkevi dergileri içinde 1932 şubatında bizzat atatürk’ün verdiği isimle çıkarılan ülkü dergisi diğerlerinin öncüsü durumundadır. ülkü’nün yönlendirdiği halkevi dergileri arasında yer alan yeni türk, halk bilgisi haberleri (istanbul), fikirler (izmir), ün (isparta), kaynak (balıkesir), taşpınar (afyon), konya (konya), karacadağ (diyarbakır), inanç (denizli), 19 mayıs (samsun), gediz (manisa), başpınar (gaziantep) dergileri oldukça uzun süre çıkmış ve çevrelerinde çok etkili olmuşlardır.

    çoğunlukla yörede çalışan öğretmenlerin yönettiği bu dergilerde atatürk’ü ve devrimleri yücelten şiirlerin yanı sıra anadolu şehir, kasaba ve köylerini romantik ve idealist bir bakışla anlatan çok sayıda şiir çıkmıştır. inönü döneminde ise bu şiirlerin biraz karamsar, gerçekçi ve eleştirici bir nitelik kazandığını söyleyebiliriz. bunlar memleketçi şiirin bütün bir anadolu coğrafyasına yayıldığını gösteren örneklerdir ve çoğunluğu öğretmen şairler tarafından yazılmıştır. 1930-1934 yılları arasında sivas’ta öğretmenlik yapan ahmet kutsi de buraya geldikten sonra halk şiir ve folklorunu, kendi şiirine yön verecek yeni bir kaynak gibi keşfetmiş ve halk edebiyatı geleneğinin çok canlı bir şekilde yaşadığı sivas’ta, 1931’de bir “halk şairleri bayramı” düzenlemiş, ertesi yıl da “halk şairlerini koruma derneği”ni kurmuştu. bu sırada keşfettiği âşık veysel (şatıroğlu) (1894-1973), daha sonra gene onun çabalarıyla bütün ülke çapında tanınan ve sevilen bir halk ozanı olmuştu. birçok şiirinin yayımlandığı ülkü dergisini 1941-1945 yıllarında yönetmiş olan ahmet kutsi tecer’in memleket sevgisini anlatan hece şiirleri, şiirinin önemli bir kısmını oluşturur. bu şiirler, halkevi dergilerindeki diğer şairlerin şiirleriyle kıyaslandığında estetik açıdan çok ileridedir. ahmet kutsi, heceyi kendine özgü bir şekilde kullanmak bakımından da devrin diğer hece şairlerinden farklı bir konuma sahiptir.

    bazı şiirlerini ankaralı âşık ömer takma adıyla yazan behçet kemal çağlar (1908- 1969)da güzel yurt köşelerini anlatan ve âşık gelenekleriyle beslenen bir kısım şiiriyle memleket şairleri grubuna dahil edilebilecek bir şairdir. ancak onun şiirlerinin büyük kısmı, türk devrimlerini ve atatürk’ü retorik oyunların ağır bastığı hamasî tonda bir hitabet üslûbuyla anlatan şiirlerdir. bu şiirler dolayısıyla o, çoğu zaman “devrim şairi” veya “atatürk şairi” olarak nitelendirilmiştir. çağlar, ankara’dan yürütülen halkevi çalışmalarına zaman zaman yönetici olarak katılmış ve bir kısım şiirlerini ülkü’de yayımlamıştır. özellikle atatürk döneminde heceyle yazan birçok şairin memleket şiiri çerçevesine sokulabilecek şiirleri vardır. bu şairler arasında, haluk nihat pepeyi, orhan şaik gökyay, şükufe nihal başar ve arif nihat asya’yı sayabiliriz.

    anadolu’yu ve anadolu insanını, anadolu’nun çeşitli cephelerinde yürütülen millî mücadeleyi, başta atatürk olmak üzere bu mücadelenin büyük kahramanlarını ve türk devrimlerini heyecanlı ve zaman zaman destanî bir üslûpla anlatan memleket şiiri, özellikle 1929’dan sonra nâzım hikmet ran’ın (1902-1963) elinde farklı bir çehre kazanır. nâzım hikmet ve onu takip eden şairlerin elinde memleket şiiri, anadolu’yu ve anadolu insanını çeşitli yönleriyle tasvir etmekle yetinmeyerek ülkenin ve halkın problemlerini marksist bir perspektiften sergileyip bunları gene marksist bir reçeteye göre çözüme kavuşturmak davasını üstlenir. böylece memleket şiiri farklı bir siyasî ve ideolojik mahiyet kazanır. başlangıçta kafiye ve vezne dayanan memleket şiirleri ve millî heyecanları dile getiren şiirler yazan nâzım hikmet, 1921’de ankara’ya geçip buradan ilgi duyduğu sovyet devrimi dolayısıyla sosyoloji ve ekonomi okumak üzere moskova’ya gitmiş ve orada tanıdığı fütürist şair mayakovski’nin etkisiyle moskova’dan 1924’te farklı bir şiir görüşüyle dönmüştü. aydınlık dergisinde yayımlanan yeni tarzdaki siyasî şiirleri dolayısıyla hakkında başlatılan soruşturma yüzünden 1925’de moskova’ya kaçan şair, siyasî şartları elverişli gördüğü bir zamanda, yani 1928’de türkiye’ye tekrar döner ve zekeriya sertel’in çıkardığı resimli ay dergisinde eski şairler ve eski şiir aleyhinde açtığı bir kampanyadan sonra şiir kitaplarını peşpeşe yayımlamaya başlar.

    resimli ay dergisinin haziran, temmuz 1929 sayılarında şairin “putları yıkıyoruz” başlığı altında abdülhak hamit ve mehmet emin yurdakul’un şiirlerini şiddetle eleştiren ve özellikle abdülhak hamit’in dâhi şair olmadığını ve bunların şiirinin dönemin özlediği, aradığı şiiri hiçbir zaman temsil edemeyeceğini iddia eden imzasız iki yazısı çıkar. kendisinden önceki bütün şiir anlayışına, dolayısıyla bu şiirin esasını oluşturan bütün şekil, içerik ve üslûp normlarına karşı şiddetli bir tepkiyi ifade eden bu yazılar edebiyat dünyasında bir tartışmaya yol açar. yakup kadri, ahmet haşim ve hamdullah suphi (tanrıöver) eski şairlere karşı bir haksızlık olarak niteledikleri bu saldırıya karşı çıkan yazılar yazarlar. nâzım bu yazıları her üç şahsiyeti de hicveden şiirlerle karşılar. bunun arkasından aynı yıl ilk şiir kitabı olan 835 satır’ı yayımlar. bundan başka şairin 1929-1936 arasında sekiz şiir kitabı daha yayımlanır ve bunlar dönemin edebiyat dünyasında geniş yankılar uyandırır.

    bu şiir kitaplarında yer alan şiirlerde nâzım hikmet, çağının diğer şairlerinden çok farklı bir yol izler. serbest nazma geçişi gösteren bu şiirlerde, eski mısra, beyit ve kıta biçimleri çeşitli basamaklara bölünerek yeni mısralar, yeni “satır”lar oluşturulur. bunlarda vezin ve kafiye tamamen reddedilmemekle birlikte, vezinli her mısra bölünerek birkaç mısraya dönüşmüş, kafiyeler de sürpriz etkisi uyandıracak bir şekilde şiirin çeşitli noktalarına dağılmıştır. bir çeşit grafik şiire dönüşen bu şiirlerde türkçe’nin bütün ses imkânlarından geniş şekilde yararlanılır. şairin kendi terimleriyle söylersek bunlar, o dönem şiirinin ve halk şiirinin “üç telli saz”ı yerine bir “orkestra”nın gür ve zengin sesli ahengini vermeyi amaçlayan ve geniş halk kitlelerine hitap etmek için yazılan meydan şiirleridir. ahmet haşim, “marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalan” bu zengin orkestranın bir keman telinin “titrek, uzak ve mahrem sesini” duyurmadığını söylese de bu şiirler, gerek şekil gerekse ses alanında getirdiği yeniliklerle birçok şair ve yazar tarafından heyecan ve hayranlıkla karşılanır. nâzım’ın şiirinde modern resmin ve sinemanın da önemli bir rolü vardır. türkiye’de bulunduğu yıllarda sinema sanatıyla uğraşan, senaryolar yazan ve birçok filmin çekiminde ünlü tiyatro adamı ve yönetmen muhsin ertuğrul’la birlikte çalışan şair, konu ve kişilerini uzak ve yakın plânlar hâlinde kelimelerle resmeden gelişmiş bir manzum hikâye tarzını özellikle salkım söğüt ve bahri hazer gibi karakteristik şiirlerinde çok başarılı bir şekilde uygular. onun şiiri şekil ve içerik bakımından çok zengindir. bu durum, şairin yaratma gücünden, dünyayı bütün duyu organlarıyla kavrama ve hemen her şeyi şiire sokma çabasından ve gözlem ve tasvir yeteneğinden ileri gelir.

    1938’de komünizm propagandası yapmak ve rejimi yıkmak iddiasıyla tutuklandığı mahkeme tarafından 28 yıl hapse mahkûm edilen nâzım hikmet’in şiiri, bu tarihten sonra fazla duyulmamış, türk okuru onun yeni şiirleriyle ancak ölümünden sonraki bir tarihte, yani 1965 yılında yayımlanan şiir kitaplarıyla yeniden karşılaşmıştır. bu tarihten günümüze kadar şiir dünyamızın gündeminde kalan, lehinde ve aleyhinde birçok şey söylenen nâzım hikmet’in şiiri, özellikle hapishane yıllarından itibaren daha çok iç dünyasına yönelerek bazı değişmelere uğramıştır.

    bu tarz, ercüment behzat lav, ilhami bekir tez, nail vahdeti çakırhan ve hasan izzettin dinamo gibi şairler tarafından devam ettirilmiş ve dile getirdiği fikirlerle bazı hikâye ve roman yazarlarını etkileerek onlara bir yol açmıştır.

    1b) şiirde bireyci eğilimler ve bağımsız şairler:

    cumhuriyet dönemi şiirinin bu ilk döneminde yeni türk edebiyatının başlangıcından beri görülen gerçekçi çizginin bir çeşit devamı gibi kabul edebileceğimiz “memleket şiiri” ve onun değişik versiyonlarının yanı sıra romantik çizginin değişik bir devamı sayılabilecek ikinci bir çizgi daha belirir ki bu, yedi meşaleciler adıyla çok kısa bir süre devam etmiş şiir hareketinde ve şiiri kendi beni etrafında oluşturan nisbeten bağımsız şairlerde görünür.

    edebiyat tarihlerinde yedi meşaleciler adıyla tanınan genç şairler grubu, bu ismi, 1928’de meşale adıyla çıkardıkları dergiden ve ortaklaşa yayımladıkları yedi meşale adlı şiir kitabından alırlar. üstad kabul ettikleri ahmet haşim’in de etkisiylemuammer lütfi(bahşı), sabri esat(siyavuşgil), yaşar nabi(nayır), vasfi mahir(kocatürk), cevdet kudret(solok), veziya osman (saba) şiirlerini -kenan hulusi(koray) ise nesirlerini- topladıkları bu kitabın ön sözünde “ayşe-fatma terennümü” dedikleri ve bir “beylik edebiyat” olarak niteledikleri memleket şiirine karşı çıkarlar. hülyanın ağır bastığı gerçek şiirin, sanat yönü ağır basan şiirin örneklerini verme iddiasında bulunurlar. ancak bu ortak şiir hareketini fazla devam ettiremeyen genç sanatçılardan her biri daha sonra ayrı bir yol takip ederek edebiyat ve kültürün başka alanlarında kendilerine ün kazandıran çalışmalar yapmış veya eserler vermişlerdir. bunlardan sabri esat, çeviriye yönelerek türkçesiyle de değer taşıyan çeviriler yapmış, vasfi mahir ve cevdet kudret edebiyat tarihi ve edebiyat araştırmaları alanında değerli eserler vermiş, yaşar nabi ise yayıncılıkta karar kılarak, 1933’te edebiyat dünyamızın çok önemli ve sürekli dergilerinden varlık’ı çıkarmaya başlamış, başta yıllıklar olmak üzere birçok değerli eserin yayımlanmasında önemli hizmetler yapmıştır. kenan hulusi ise asıl şöhretini hikâye alanında yapar.

    yedi meşale şairleri içinde şiire bağlı kalan yalnızca ziya osman saba (1910-1957) olmuştur. eserlerinin çoğu varlık’ta yayımlanan şairin şiiri, daha çok kendine dönüktür. çocukluk özlemi, hatıraların değeri, ev-aile sevgisi, tanrıya kulluk, kadere boyun eğiş, küçük mutluluklarla yetinme, kader ve ölüm karşısında teslimiyet ve hatta öte dünya özlemi gibi temalara ağırlık veren saba’nın şiiri, ev içi şairi olarak bilinen behcet necatigil’in adeta bir müjdecisi gibidir. yakın dostu cahit sıtkı tarancı gibi hece vezninin imkânlarını kullanmada ısrarlı olmakla birlikte 1940’tan sonra şiirinde serbest şekilleri de kullanmıştır.

    şiirini kendi patetik ve mistik mizacının ve mistik eğilimlerinin etrafında oluşturmuş olan necip fazıl kısakürek(1904-1983) ise bu dönemin büyük şairleri arasındadır. hem şiir anlayışı hem dünya görüşü bakımından nâzım hikmet’in karşı kutbunda yer alan ve fikirleri ve aksiyonuyla onun kadar sonraki kuşaklar üzerinde etkili olmuş olan necip fazıl’ın şiiri, saf şiir ya da yahya kemal’in deyimiyle “halis şiir” anlayışına yakındır. 1923’ten sonra çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirleri 1925’ten itibaren örümcek ağı, kaldırımlar ve ben ve ötesi gibi kitaplarında toplanmıştır. halk ve tekke şiiri unsurlarıyla, özellikle yunus emre’nin şiiriyle beslenen, hece vezniyle yazılmış bu şiirlerde sıkı bir şekil endişesi dikkati çeker. şairin kurtuluşu metafizik kaynaklarda arayan huzursuz, muztarip ve trajik ruh hali, şiirlerin fikir ve anlam örgüsünü oluşturur. bunlarda kaynağı meçhul bir korku, yalnızlık, vehim, sayıklama ve hastalık motifleri çok belirgindir. “meçhul semtlerden gelip meçhul semtlere giden meçhul sahıslara karşı duyulan anlatılmaz bir korku” şiirlerinin, hatta tiyatrolarının esasını oluşturur.

    bu dönem şiirinin karakteristik bir örneği olan kaldırımlar’da çok belirgin olarak görülen bu trajik ruh hali, şairin 1934’te nakşibendî şeyhi abdülhakim arvasî ile tanışmasından sonra nisbeten bir huzura kavuşmuş görünür. bu nedenle sonraki yıllarda yazdığı şiirlerde mistik veya dinî motif ve fikirler gitgide kuvvetlenerek toplumun bütün problemlerine doğru genişleyen bir seyir izler. 1943’te büyük doğu dergisini çıkarmasından sonraki yıllarda ise necip fazıl’ın şiiri tamamen dinî ve siyasî ideallerin emrine verilmiş gibidir. tıpkı nâzım hikmet gibi siyasî iktidarlara karşı çıkan ve bu yüzden birçok kovuşturmaya uğrayan, hapsedilen necip fazıl kısakürek, fikirleriyle gençliğin bir kesiminde çok etkili olmuş; sezai karakoç ve ismet özel gibi sonraki dönemlerin önde gelen şairlerini de etkilemiştir.

    ahmet hamdi tanpınar (1901-1962) da cumhuriyet döneminin bu ilk devresinde, şiirini kendi rüya ve hayalleri etrafında ören ve bütün ömrünce “halis şiir”in peşinde olan büyük şairler arasındadır. başlangıçta şiirde yahya kemal ve ahmet haşim’in etkisinde olan, ancak ünlü fransız şairi valery’yi tanıdıktan sonra kendi yolunu bulan tanpınar, “mükemmeliyet” ideali dolayısıyla üstad tanıdığı yahya kemal ve haşim gibi fazla şiir yazmamış, cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren çeşitli dergilerde yayımladığı şiirlerini oldukça geç bir tarihte bir araya getirmiştir: şiirler, 1961.

    çok yönlü sanatı ve zengin kültürü dolayısıyla roman, hikâye, deneme ve eleştiri alanlarında da cumhuriyet dönemi edebiyatının çok değerli eserlerini kaleme almış olan tanpınar’ın şiiri, rüya ve masal unsurlarıyla, daha doğrusu renkli ve zengin bir hayaller silsilesiyle yüklü, zengin çağrışımlar uyandıran aydınlık bir şiirdir. devrin birçok şairlerinden farklı olarak folklordan uzak duran tanpınar, yine de şiirlerinin çoğunu hece vezniyle yazmış ve mehmet emin (yurdakul) veya orhan veli gibi şiir tarihimizde büyük değişmeler gerçekleştirmiş olmamakla birlikte, 1900-1950 yılları arasında heceyle meydana getirilen şiirin şaheser sayılabilecek örneklerini vermiştir. bu bakımdan o, necip fazıl, ahmet kutsi, ahmet muhip ve cahit sıtkı’yla birlikte - ne yazık ki cumhuriyet dönemi edebiyatında kısa bir süre işlendikten sonra terk edilen- hecenin önde gelen şairleri arasındadır.

    cumhuriyet dönemi şiirinin bu ilk devresinde halis ya da saf şiirin peşinde koşan bir diğer bağımsız şair de ahmet muhip dıranas’tır (1908-1980). şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanan dıranas, halk şiiri geleneğinden de beslenmekle birlikte daha çok sembolist şiirin büyük temsilcisi baudelaire’den etkilenmiştir. onun şiiri, lisede okurken öğretmeni olan tanpınar’ın şiirine yakın bir çizgide durur ve şiirlerinde aşk, tabiî güzellikler, hayat ve ölümle ilgili duygular imajlarla yüklü nisbeten kapalı bir dille ifade edilir.

    samimî, küçük duygulanışların ve mutluluk hülyalarının şairi olan cahit sıtkı tarancı (1910-1956) da gerçek şiirin peşinde olan bağımsız şairler arasındadır. tek ihtirası “güzel şiirler söylemek” olan şairin şiir anlayışında fransız şiirinin, özellikle baudelaire’in önemli bir yeri vardır. belki de bu etkiyle o, türkçe’nin sesine, şekil mükemmelliğine ve hece veznine çok önem vererek necip fazıl, tanpınar ve dıranas’ın şiirine yakın bir şiir meydana getirir. onun şiirleri tanpınar ve dıranas’a göre daha geniş bir okur kitlesinin severek okuduğu şiirlerdir. şairin mizacı da büyük ölçüde şiirine yansımıştır denilebilir. gerçekten de birçok şiirinde kendini bir türlü kurtaramadığı “ölüm” fikrî sabiti yaşama sevinciyle birlikte yer almış, bu temler etrafında türkçe’nin güzel şiirleri onun dilinden doğmuştur.

    cumhuriyet’in bu ilk döneminde memleket şiirinin yanı sıra genel olarak kendi mizaçlarına uygun bir halis şiirin peşinde olan bu şairlerde dikkati çeken başka ortak noktalar, şiirde türkçenin sesine ve şekil mükemmelliğine önem vermek ve aruzun yerine geçen hece vezni üzerinde ısrarla çalışarak bu veznin imkânlarını genişletmeye çalışmak olmuştur. vezinde durakları kaldırarak yeni ahenk kalıpları oluşturmak yönündeki bu çalışmalar ne yazık ki fazla uzun sürmemiştir. nitekim bu şairlerin çoğu sonraki şiirlerinde serbest manzumeye yönelerek heceden uzaklaşırlar.

    2) 1940 sonrası:
    2a) garip hareketi
    1938’de atatürk’ün ölümü ve ismet inönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki yıllarda türk edebiyatındaki destani ve devrimci hava coşkusunu kaybeder ve memleket şiirinin hızı kesilir. bu ilk dönemdeki osmanlı, islâm tarihi ve din karşısındaki olumsuz tutumun doğurduğu boşluk duygusu ve yaklaşan büyük savaşın genç şairlerin ruhunda uyandırdığı karamsarlık da şiir ve edebiyatın değişmesinde önemli bir etkendir. şiirin tekrara düşmesi ve bir bıkkınlık yaratması da bu değişmede önemli bir rol oynamıştır.

    ankara erkek lisesi’nde birlikte okumuş olan orhan veli kanık, oktay rifat horozcu ve melih cevdet anday’ın 1941’de garip adıyla yayımladığı ortak şiir kitabı işte böyle bir ortamda çıkar. orhan veli’nin yazdığı bir ön sözle edebiyat dünyasının karşısına çıkan bu şiirler, türk şiirinde önemli bir değişmeye, önemli bir dönüm noktasına işaret eder. aslında bu değişme orhan veli’nin 1937’den itibaren varlık dergisinde yayımladığı şiirlerle, özellikle de 1938’de çıkan kitabe-i seng-i mezar‘la başlamıştır denilebilir. her üç şairin bu tarihten sonra yayımlanan ve daha sonra “bu kitap, sizi alışılmış şeylerden şüpheye davet edecektir” şeklindeki bir takdim cümlesiyle garip adı altında toplanan şiirleri, başlangıçta birçok kimse tarafından reddedilmek ve şiir üzerinde geniş bir tartışmaya neden olmakla birlikte bir süre sonra genel bir kabul görerek türk şiirinde yeni bir şiir hareketinin, yeni bir şiir modasının doğmasına yol açmıştır.

    1950’li yıllarda da devam eden bu hareketin ana çizgilerini garip ön sözünde bulmak mümkündür. buna göre, şiiri eski şiirin şairane modalarından kurtararak tabiîleştirmek ve basitleştirmek, bunun için de bilinçaltına açılmak ve ondaki saflığı, çocuksuluğu, tabiîliği yakalamak gerekir. vezin, kafiye, mecaz, istiare ve abartma şiir için gereksizdir. zekânın bir oyunu olan bu unsurlar tabiîliğe engeldir ve tabiatı ya da gerçeği olduğundan farklı gösterirler. şiir bir söz, bir anlam sanatıdır. bu yüzden “sanatlar arası tedahüle” meydan vermemek, yani şiiri resim ve müzikle karıştırmamak gerekir. bu nedenlerden dolayı eski şiir cümlesini de terk etmelidir. şiirde kelime veya mısra güzelliği yerine bütünün güzelliği ön planda olmalıdır. ayrıca zevk mutlaka değişmeli; şiire dindarların, feodal zümrenin, burjuvazinin değil, çalışan insanların zevki hakim olmalıdır.

    bu görüşler, bir taraftan şiirde sesi, müzikaliteyi esas alan yahya kemal ve özellikle de ahmet haşim’e karşı bir tepkiyi ortaya koyarken -garip ön sözü esasen piyale ön sözüne bir cevaptır-, bir taraftan da en güzel örneklerini faruk nafiz’de bulan retorik oyunlara ve geleneksel şekillere dayalı idealist memleket şiirine karşı çıkıyordu. başka bir açıdan bakıldığında garip ön sözü, çalışan insanın, sokaktaki insanın zevkini şiire hakim kılmak istemekle birlikte, ses oyunlarından veya istiare ve mecazdan geniş şekilde yararlanan nâzım hikmet’in ihtilâlci, siyasî ve ideolojik şiirinin de karşısında yer alıyordu.

    her üç şair de gerek bu kitaba alınan gerekse daha sonra yayımlanan şiirlerinde dünyaya ya küçük bir çocuğun saflığı ya da yetişkin, fakat rahatına düşkün, sıradan ve bön bir kimsenin basit tedirginliği içinden bakarlar. okura garip gelen şaşırtıcı şeylerden söz ederler. bu şiirde anlatılan sıradan insan, ince duyarlılıklara yabancı, zekâya ve metafiziğe kapalıdır. kullanılan üslûp da genel olarak sıradan gerçekliği birtakım edebî sanatlarla değiştirmeksizin olduğu gibi veren ve “fenomenolojik üslûp” diye adlandırılabilecek bir üslûptur. bununla birlikte garip şairleri, söz konusu insanları, onların her zamanki hallerini, zevklerini anlatırken zaman zaman zekânın bir ürünü olan ironiye de başvururlar. bu yüzden garip şiirinde nükte ve şaka önemli bir yer tutar.

    garip şiiri, fransız edebiyatından ve batıda gelişen sanat ve fikir akımlarından geniş ölçüde etkilenmiştir. bu konuda varoluşçuluk ve gerçeküstücülüğün etkilerini, 1938’de türkçe’ye dünya nimetleri adıyla çevrilen eseriyle andre gide’i ve fikirleri ve şiirinden sık sık söz edilen andre breton ve paul eluard’ı hatırlayabiliriz. özellikle andre gide, dünya nimetleri’ndeki duyularla yaşama ve zevkçiliği telkin eden görüşleriyle devrin şairleri ve genç kuşaklar üzerinde çok etkili olmuştur. garip şiiri 1940-1950 arasında genç şairleri büyük ölçüde etkileyerek bir moda yaratır. bu yıllarda çıkan edebiyat dergilerinde bu yolda yazılmış çok sayıda şiir vardır. nâzım hikmet’in yaptığı şekil yeniliklerini çok ileri bir noktaya götürerek gerçek anlamda “serbest manzume”yi getiren bu şiir, sonradan bazı büyük şairlerin bile ilgisini çekmiş, ahmet hamdi tanpınar, cahit sıtkı, hatta hapisanedeyken nâzım’ın kendisi bile bu tarzda şiirler yazmışlardı.

    garip şiirinin önde gelen şairi orhan veli kanık (1914-1950), son şiirlerinde geleneksel anlatım araçlarını kullanmış olmakla birlikte hayatının sonuna kadar bu tarz şiiri sürdürmüştür. bütün şiirleri dikkate alındığında onun gerçekten de türk şiirinde büyük bir yenileşmeye yol açtığı söylenebilir. oktay rifat horozcu (1914- 1988) sonradan bu şiirden uzaklaşarak bir süre ii. yeni şiirine katılmış, bu arada sosyalizme ve toplumcu sanat ilkesine bağlı olarak halk edebiyatı ve folklor unsurlarından yararlanan taşlamalar ve toplumcu şiirler yazmıştır. garip’in üçüncü önemli ismi olan melih cevdet anday (d. 1915) da sonradan bu şiirden uzaklaşarak toplumcu ve zihnî bir şiire doğru kaymıştır.

    2b) garipler dışındaki bağımsız şairler
    atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıkan garip hareketi, kuşkusuz dönemin bütün şairlerini kendi çatısı altında toplayabilmiş değildir. 1940’tan sonra ün kazanan birçok şair, garip şiirine katılmayarak şiirlerini kendi çizgilerinde bağımsız bir şekilde sürdürmüş ya da memleket şiirini kendilerine özgü bir şekilde devam ettirmişlerdir.

    şiire garip şairlerinden daha önce başlayan asaf halet çelebi(1907-1958), mistik ve dolayısıyla esrarlı bir hava taşıyan tamamen içe dönük şiiriyle 1940 sonrasının en orijinal şairleri arasındadır. doğu ve batı kültürünü ve felsefelerini çok iyi tanıyan çelebi’nin he (1942), lâmelif (1945) ve om mani padme hum (1953) gibi kitaplarında toplanan şiirleri masallardan, dinlerden veya şairin rüya ve hayallerinden gelen, dolayısıyla büyülü bir hava yaratan sembollerle yüklüdür. şiiri bir bilmeceye dönüştüren bu semboller, ses tekrarları ve özellikle doğu dillerinden alınma kelimeler şairin ruh dünyasına veya bilinçaltına ait gizli duygulara tekabül ederler.

    doğum tarihi bakımından orhan veli ve arkadaşlarıyla aynı kuşaktan olan fazıl hüsnü dağlarca(d. 1914) da şiire onlardan önce başlamış ve 1935’de havaya çizilen dünya adlı ilk şiir kitabını yayımlamış olmakla birlikte, 1940’tan sonra peşpeşe şiir kitapları çıkarmış ve ününü de bu tarihten sonra yapmıştı. çok verimli bir şair olan ve seksenden fazla şiir kitabı bulunan dağlarca, gerçeküstücü şairlerin sık sık başvurduğu, bizde ise 1950’den sonra yaygınlaşan serbest çağrışım yöntemini ilk kullananlar arasındadır. başlangıçta esasen kendi beniyle ilişkisini yakından duyduğu kozmik âlem ve bunun esrarı etrafında dönen şiirler yazan dağlarca, sonraki kitaplarında türk tarihinin büyük zaferlerini, batı emperyalizmini ve bu emperyalizm altında ezilen vietnam ve cezayir halklarının dramını ve daha birçok konuyu destansı bir havada anlatan uzun şiirler ve ayrıca çocuk şiirleri kaleme almıştır. o cumhuriyet dönemi türk şiirinin kendi yolunu kendisi bulan ve tek başına yürüyen en güçlü şairleri arasındadır.

    şiirde asıl benliğini 1940’tan sonra bulan behçet necatigil(1916-1979) de garip dışında kalan önemli şairler arasındadır. ömrü boyunca halis şiirin peşinde olan necatigil’in içe dönük ve çekingen mizacıyla şiiri arasında yakın bir ilişki vardır. o, ilk şiirlerinde dış âlemin çirkinlikleri ve içi dışı farklı insanlar karşısında daima huzur bulduğu ailesine ve evine sığınan bir şairdir. bu bakımdan da “ev içi şairi” olarak tanınmıştır. bazı şiir kitaplarının adlarında bile (kapalı çarşı, 1945; çevre, 1951; evler, 1953) bu özellik görülür. şiirinde kendine özgü, tutarlı bir dünya kuran necatigil, daha sonraki eserlerinde divan şiirinin cinas ve tevriye gibi anlatım araçlarından ve mitolojik unsurlardan çağdaş şekilde yararlanan kapalı bir şiire yönelmiştir. bu orijinal ve çok ilgi çekici şiirler, şairin batı ve doğu şiirini yakından tanıyan zengin kültürünün ürünüdür.

    ilk şiirlerindeki garip etkisinden bir süre sonra kurtulmuş olan cahit külebi (1917- 1997) de 1940 sonrasında ün yapmış şairler arasındadır. memleket şiirine yeni bir hava getiren şiiri, saz şiirinin daha modern bir biçimi gibi kabul edilebilir. bu şiirde halk edebiyatı geleneğinin rolü kadar şairin yetiştiği çevreyle yakından ilgili çocukluk izlenimlerinin de önemli bir yeri vardır.

    bu dönemde kendine özgü bir şiir dünyası oluşturan başka tanınmış şairler de vardır. bunlar arasında ironiye kaçan bir anlatımla sıradan insanların günlük yaşayışından kesitler veren salah birsel’i (1919-1999), bir süre garip tesirinde kaldıktan sonra bireyin hayatın akışı içerisindeki sevinç ve mutluluklarını anlatan şiirden insanın evrendeki yerini arayan felsefî bir şiire kaymış olan sabahattin kudret aksal’ı (1920-1993) ve romanlar ve oyunlar da yazmakla birlikte batı anadolu’yu ve yaşama sevincini anlatan yaşantı şiirleriyle ün kazanmış olan necati cumalı’yı (1921-2001) sayabiliriz

    2c) nazim hikmet'ten sonra: toplumcu gerçekçi şairler
    nâzım hikmet’in 1938’deki mahkûmiyeti dolayısıyla şiir dünyasından çekilmesinden sonra, daha önce yayımlanmış şiirlerinden fikir ve nâzım tekniği bakımından etkilenmiş bazı şairler, onun şiirdeki yolunu değişik bir şekil ve üslûpta devam ettirirler. yanıltıcı bir şekilde “toplumcu gerçekçi şairler” diye adlandırılan, kimi zaman da “1940 kuşağı” adı altında toplanan bu şairler arasında rıfat ilgaz(d. 1911-), cahit irgat (1916-1971), suat taşer(d. 1919), ömer faruk toprak(1920- 1979), arif damar (d. 1925), mehmet başaran(d.1926), hasan hüseyin korkmazgil (1927-1984) ve ahmed arif(1927-1991) dikkati çekerler. marksist fikirler doğrultusunda toplumun sorunlarını ön plâna çıkaran bu şairler, 1940-1960 arasında ve daha sonraki yıllarda birçok şiir kitabı yayımlamışlardır. siyasî iktidarlara karşı çıkan ve bu yüzden birçok kovuşturmalara uğrayan bu şairler, şiirlerinde yoksulluk, siyasî baskılar, hürriyetsizlik, faşizm, emperyalizm, kapitalist sömürü, sosyal adaletsizlik, mutlu azınlık gibi temaları işlerler.

    bu yolda yazan şairler arasında özellikleceyhun atuf kansuile attilâ ilhanön plâna çıkan iki önemli isimdir. önceleri halk şiiri geleneğine bağlı şiirler yazan ceyhun atuf kansu (1919-1978), daha sonra yukarıda adları sayılan toplumcu gerçekçi şairlere katılarak anadolu’nun dertlerini, acılarını, sevinç ve mutluluk özlemlerini dile getiren şiirler yazmıştır.

    1946’da chp şiir yarışmasında bir şiiriyle cahit sıtkı tarancı ve fazıl hüsnü dağlarca gibi iki ünlü şair arasında ikincilik ödülünü alarak beklenmedik bir ün kazanan attilâ ilhan (d. 1925) ise gerek şiiri gerekse şiir ve edebiyata yeni bir yön vermeyi amaçlayan eleştirel yazılarıyla 1950 sonrasında dikkati çeken bir isim olmuştur. şiirinin karakteristik örneklerini 1954’te yayımladığı sisler bulvarı’nda ortaya koyan attilâ ilhan’ın şiiri, hem toplumsal hem bireysel, hem batılı hem de türk olma iddiası güden imajist bir şiirdir. ancak onun şiir tarihimizdeki asıl önemi, 1952’de çıkmaya başlayan mavi dergisinde 1954’te garip şiirine yönelttiği eleştirilerinden ileri gelir. bu dergide hem garip şiirinden hem de diğer toplumcu gerçekçi şairlerden farklı “sosyal realizm” adını verdiği bir edebiyat hareketi uyandırmaya çalışan attilâ ilhan’ın yazıları, amacına ulaşamamakla birlikte, özellikle garip şiirine yönelttiği eleştirilerle etkili olmuş ve bir bakıma ii. yeni şiirinin yolunu açmıştır. ilhan, aslında hissî bir hava taşıyan bu eleştirilerinde garip şiirini batıyı taklit etmek, yerli bir sanat görüşüne dayanmamak ve dolayısıyla toplumun gerçeklerinden uzak olmakla suçlamış ve sadece bir anlam şiiri olmayı hedefleyen garip hareketi’nin imajı yok ederek şiiri bir söz oyunu, bir şaka haline getirdiğini ileri sürmüştür. ancak buna benzer eleştiriler, attilâ ilhan’dan daha önce hisar şairleri tarafından dile getirilmiş olmakla birlikte, edebiyat dünyamızda fazla bir yankı bulmamıştı.

    2d) hisar şairleri

    gerçekten de 1940 sonrasında garip şiirine ilk tepki, 1950’de çıkmaya başlayan hisar dergisi etrafında toplanan bir grup şair tarafından ortaya konmuştur. hisar, mehmet çınarlı(1925-1999) ve ilhan geçer’in (d. 1917), 1950-1957 ve 1964-1980 arasında olmak üzere yaklaşık yirmi dört yıl çıkardığı önemli dergilerden birisidir. bu iki isimden başka, dergide en çok şiirleri yayımlananlar arasında munis faik ozansoy, yahya benekay, gültekin samanoğlu, mustafa necati karaerve nevzat yalçınvardır. ikinci devrede bu isimlere nüzhet erman, talat sait halman, bekir sıtkı erdoğanve yavuz bülent bakiler gibi şairler de katılmıştır.

    ilk sayıdan itibaren belli bir çizgiyi tutturmayı ve sonuna kadar götürmeyi hedefleyen hisar şairleri, gerek yazılarında gerekse diğer edebiyat dergileriyle yaptıkları tartışmalarda birkaç nokta üzerinde ısrarla dururlar. bunları şöyle sıralamak mümkündür: başka milletlerin, özellikle fransızların edebiyat ve sanatını taklit etmekle millî bir sanat yaratılamaz. yeni bir şiir meydana getirmek için mutlaka eskinin reddedilmesi gerekmez. yenilik eskinin içinden doğmalıdır. sanat ideolojinin baskısı altında olmamalı, belli bir dünya görüşünün propogandasını yapmamalıdır. şiirde öztürkçeci veya tasfiyeci bir anlayışı sürdürmek onu okunmaz ve anlaşılmaz bir hale getirdiği için bu yolu da terk etmek gerekir.

    hisar şairlerinin uyandırmaya çalıştıkları şiir hareketini, ii. meşrutiyet’le başlayan millî edebiyat hareketinin ve bir açıdan da cumhuriyet’in ilk döneminde yaygın olarak gözüken “memleketçi şiir”in bir devamı gibi görebiliriz. edebiyatımızın geçmişten gelen kültürel ve edebî geleneklerine bağlı olan bu hareket, geleneği reddeden garip hareketine ve yine geleneği reddetmekle kalmayıp siyasî ve ideolojik bir şiire yönelen nâzım hikmet ve takipçilerinin şiirine karşı şiddetli bir tepkiyi ifade eder.

    bu hareketin önde gelen şairlerinden mehmet çınarlı, heceyi de kullanmakla birlikte esasen aruzla yazan bir şairdir. diğer şairler de hece veznine, kafiyeye ve geleneksel nâzım şekillerine önem verirler, ancak serbest bir tarzda şiirler yazan hisar şairleri de vardır. grubun dikkate değer şairlerinden mustafa necati karaer’in şiiri, sese verdiği önem ve zengin çağrışımlarıyla öne çıkar.

    3) 1955 sonrasi: ii.yeni şiiri

    1940-1950 arasında şiir dünyamızı yaygın bir moda halinde hükmü altına alan garip şiiri, 1950’den sonraki örneklerinde yavaş yavaş kendini tekrarlamaya ve yozlaşmaya başlar. bu şiire karşı 1950’de hisar şairleri, 1954’te attilâ ilhan tarafından yöneltilen eleştiriler ve daha çok da ilhan’ın imaja yeniden dönen şiirleri sonucunda türk şiirinde yeni bir hareket doğar. 1954’te başlayarak 1960’lı yılların ortalarına kadar devam eden, daha doğrusu on yıllık bir süreci kapsayan bu hareket, garip şiirinden sonra gelen ikinci önemli yenilik gibi düşünüldüğü için esasında yanlış bir şekilde ii. yeni şiiri olarak adlandırılmış, bu ad sonradan yaygın bir şekilde kullanılır olmuştur.

    bu harekette şiir hem kendi içinde önemli bir değişmeye uğrar hem de alanını genişletir ve dışa açılır. ii. dünya savaşının sona ermesinden sonra türkiye’nin batıya, özellikle de amerika’ya yaklaşması ve 1950’den sonra gerçek anlamda çok partili hayata geçiş ve demokrat parti iktidarını deviren askerî hareket sonucunda kabul edilen 1960 anayasasının getirdiği geniş özgürlük ortamı ii. yeni şiirinin genişleme ve dünyaya açılmasında önemli rol oynayan siyasî ve toplumsal etkenler arasındadır.

    yeni tarzdaki şiir, 1954’ten itibaren yedi tepe, pazar postası, salkım, kimsecik ve köprü gibi dergilerde, 1960’tan sonra da yeni dergi ve papirüs’te kendini göstermiştir. bu dergilerde herhangi bir bildiri veya ortak hareketle kendilerini takdim etmeksizin cemal süreya, ilhan berk, turgut uyar, edip cansever, sezai karakoç, ece ayhanve ülkü tamer’in benzer doğrultuda şiirleri yayımlanır. 1956’da yayımladığı perçemli sokak kitabıyla harekete katılan oktay rifat, kitabına ii. yeni şiirinin teorik temellerini ortaya koymayı amaçlayan bir ön söz koyar. diğer şairler de şiirlerini daha sonraki yıllarda kitaplaştırırlar. böylece 1957’de edip cansever’in yerçekimli karanfil, 1958’de cemal süreya’nın üvercinka ve ilhan berk’in galile denizi, 1959’da da turgut uyar’ın dünyanın en güzel arabistanı, sezai karakoç’un körfez, ece ayhan’ın kınar hanım’ın denizleri ve ülkü tamer’in soğuk otların altında adlı kitapları ard arda şiir okurunun karşısına çıkmış olur.

    garip şiirine bir tepki olarak doğan, 1960’lı yılların ortalarına kadar güçlü bir şekilde devam eden, hatta bazı çizgileri günümüz şairlerinde de yaşayan ii. yeni şiiri, garip şiirinden daha çok tartışılmış, lehinde ve aleyhinde çok şey söylenmiştir. esasen serbest çağrışıma dayanan ve bir bakıma tanzimat’la başlayan romantik çizgiyi değişik bir biçimde yeniden canlandıran bu harekette şiir, bir anlam sanatı olmaktan çıkar ve bir görüntü sanatı haline gelerek imajist bir karakter kazanır. kelime ve kelimenin diğer kelimelerle ilişkisinden doğan karmaşık çağrışımlar alışılmadık görüntüler yaratır. şairlerin kelimelerle çok oynaması, cümle yapısındaki bozmalar, mantık dışı söyleyişler ve soyutlamalar bazan aşırıya giderek ortaya “anlamsız şiir” denebilecek örnekler çıkar. bununla beraber ii. yeninin önde gelen şairleri kapalılığı daima önemsemekle birlikte, anlamsız şiire hiçbir zaman prim vermemişler ve bu şiirin aslında değişen toplumsal ve kültürel şartların ortaya çıkardığı karmaşık insanı, onun karmaşık ruh halini ve başta kadın ve cinsellik olmak üzere çeşitli sorunlarını anlatabilmek için böyle bir anlatıma yöneldiğini haklı olarak belirtmişlerdir.

    gerçekten de ii. yeni şiiri, garip şiiri’nden daha ileri bir yeniliği gerçekleştirerek dilin anlatım imkânlarını olabildiğince genişletmiş, şiir cümlesinde büyük yenilikler yapmış ve sıradan gerçekliğin, görünen gerçekliğin ifadesi olmanın ötesine geçerek şiiri yeniden sanat kutbuna döndürmüştür. bu şiirin var oluşunda gerçeküstücülüğün, freud’un bilinçaltıyla ilgili görüşlerinin ve marksizmin garip şiiri’ne kıyasla daha güçlü etkileri bulunduğunu belirtelim.

    ii. yeninin önde gelen şairlerinden cemal süreya (1931-1989), zarif ve parıltılı şiirinin yanı sıra yazıları ve değerlendirmeleriyle de bu şiirin niteliğini en iyi ortaya koyan isimdir. şiire daha önce başlamış olmakla birlikte bir öncü olarak bu hareketi başlatan ilhan berk (d. 1918) anlamsız şiire yaklaşan şiirleriyle bir farklılık gösterir. edip cansever’in (1928-1986) ve ece ayhan’ın (1931-2002) şiirleri de kapalılıkta ilhan berk’in şiirine yakındır. son şiirlerinde behçet necatigil gibi divan şiiri geleneklerinden de yararlanan turgut uyar (1927-1985) ise bu dönem şiirlerinde daha çok toplum ve törelerle çatışarak yenilgiye uğrayan insanın acılarını nisbeten açık bir dille anlatır.

    siyasal bilgiler fakültesinde okurken cemal süreya ile birlikte şiire başlayan sezai karakoç (d. 1933) da ii. yeninin güçlü ve etkili şairleri arasındadır. dünya görüşü bakımından diğer şairlerden farklı olan karakoç, islâmî düşünceyi gerçeküstücülükle kaynaştıran, çarpıcı benzetme ve imajlarla yüklü kapalı bir şiir oluşturmuş ve din duygusunu taze bir ilhamla yeniden dirilterek birçok genç şairi etkilemiştir. bu etki, şiirimizde cahit zarifoğlu, erdem beyazıt ve alaattin özdenören gibi şairlerin elinde 1960’lı ve 1970’li yıllarda islâmcı şiir denilebilecek bir şiir çizgisine yol açmıştır.

    1950’li yılların sonlarında hilmi yavuz(d. 1936) ve özdemir ince(d. 1936), 1960’lı yıllarda da ataol behramoğlu(d. 1942), ismet özel(d. 1944), süreyya berfe(d. 1943) ve refik durbaş(d. 1944) gibi şairler genel olarak ii. yeninin etkisinde veya izinde kendilerine özgü bir şiiri geliştirirler. bu isimler 1980’li ve 1990’lı yılların da önde gelen şairleri arasındadır.

    şiirlerini esasen 1965’ten sonra yayımlayan can yücel (1926-1999) ve osman türkay (1927-2001) da devrin ii. yeni dışında ün kazanmış şairleri arasındadır. bu iki şairden can yücel, siyasî şiirleri ve zaman zaman küfre kaçan ironik üslûbuyla, osman türkay ise kıbrıs üzerine yazdığı şiirlerle dikkati çeker.

    4)ii.yeni şiir sonrasi: ideolojik şiir

    1961 anayasasıyla birlikte toplumun çeşitli kesimlerine getirilen özgürlükler ve bunun sonucunda çeşitli siyasî ve meslekî kuruluşların ortaya çıkması, siyasî ve ideolojik tartışmaları gitgide arttırarak 1970’li yılların sonunda ülkeyi bir kaosa sürüklemişti. bu dönemde kurulan türkiye işçi partisi, devrimci işçi sendikaları konfederasyonu, türkiye öğretmenler sendikası ve onların karşısında yer alan meslek kuruluşları ve derneklerin faaliyetleri ve aralarındaki çatışmalar ve bunun paralelinde ortaya çıkan 1968 öğrenci olaylarıyla oluşan gergin siyasî-ideolojik ortam, edebiyat üzerinde de etkili olmuş ve şiir, siyasî ve ideolojik bir yöne kaymaya başlamıştı. yön, papirüs, diriliş, ötüken, hisar, ant, yeni dergi, edebiyat, türk edebiyatı, töre, devlet, halkın dostları, yansıma, sanat emeği, milliyet sanat gibi sağ veya sol eğilimli fikir ve sanat dergilerinde yapılan tartışmalar ve yayımlanan şiirlere bakıldığında, özellikle ii. yeninin bir durgunluk içine girmesinden sonra şiirin ideolojik bir renk kazandığı ve giderek bir çeşit “slogan şiiri”ne dönüştüğü açıkça görünür. nâzım hikmet’in 1965’ten sonra yayımlanan ve yeniden aktüel bir hale gelen şiirleri de bu gelişmeyi besleyen, özendiren önemli bir etken olmuştur. böylece 1960’lı yılların ortalarından sonra ve özellikle 1970’li yıllarda türk şiiri, sosyalist şiir, islâmcı şiir ve türkçü şiir diye ifade edebileceğimiz üç kolda bir gelişme gösterir.

    daha önceki dönemlerde tanınmış olan rıfat ilgaz, cahit irgat, suat taşer, hasan izzettin dinamo ve a. kadir gibi sosyalizme inanan şairler bu yoldaki yeni şiirlerini kitaplaştırırlar. ahmed arif’in hasretinden prangalar eskittim (1968) adlı kitabı ile hasan hüseyin’in 60’lı ve 70’li yıllarda peşpeşe çıkan kitapları bu yılların en çok yankılanan eserleridir. özgürlük, tam bağımsızlık, faşist baskılar, proleteryanın ezilmişliği ve egemenliği, sınıf kavgası bu yıllardaki şiirin başlıca temalarını oluşturur.

    oktay rifat da dahil olmak üzere birçok ii. yeni şairi de bu havanın etkisinde kalarak sosyalist bir mahiyet taşıyan toplumcu şiirler yazarlar ve bunları çeşitli kitaplarında toplarlar.

    necip fazıl ve sezai karakoç çizgisine bağlı bir grup şair ise aynı yıllarda islâmî fikir ve temlere ağırlık veren şiirler yazarlar. bunların içinde nuri pakdil, cahit zarifoğlu, erdem beyazıt ve ismet özel gibi isimler dikkati çekerler.

    çeşitli dergilerde ve şiir kitaplarında türkçü temaları işleyen şairler arasında ise abdürrahim karakoç ve niyazi yıldırım gencosmanoğlu gibi isimler vardır.

    5)1980 sonrasi: çağdaş şiir
    türk şiiri 1980 sonrasında ülkeyi içine düştüğü siyasî kaostan kurtaran 12 eylül askerî müdahalesinden sonra bu ideolojik ve siyasî havanın etkisinden kurtularak yeniden kendi yatağına döner. 1980 sonrasında çıkan şiir ve edebiyat dergilerinde kendini gösteren birçok yeni şair vardır ve bunların şiir çalışmaları oldukça dağınık bir manzara göstermektedir. 1980’li ve 90’lı yılların şiirinde geçmişte yedi meşaleciler ya da garip şiirinde görüldüğü gibi dikkate değer bir grup çalışması, bir ortak şiir hareketi oluşmuş değildir.

    sadece bir grup şair, sovyetler birliğinin dağılmasından sonra “açıklık politikası”nın bir sonucu olarak “yenibütüncü“ adını verdikleri yeni bir yapılanmaya doğru gitmek istemeleriyle dikkati çeker. seyit nezir, veysel çolak, hüseyin haydar, metin cengiz, tuğrul keskin’in imzaladığı “yenibütün: kendini biriktiren bireyin şiiri” başlıklı bildiri broy dergisinde çıkar. ancak bu hareket şiirimizde esaslı bir değişmeye yol açamamıştır.

    açıktır ki 80’li ve 90’lı yılların şairleri daha eserlerini tamamlamış ve zamanın ayıklayıcı süzgecinden geçmiş değildirler. bu bakımdan haklarında yapılacak değerlendirmeler ister istemez eksik kalmak durumundadır.

    bununla birlikte yine de bu yılların şiiri hakkında bazı genel değerlendirmeler yapılabilir. 80’li ve 90’lı yılların şiirinde dikkati çeken önemli noktalardan birisi şairlerin şiirimizin bütün geçmişine, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun şiirin büyük ustalarına sahip çıkmaları, şiirin esasen bir araç olmayıp bir amaç olduğuna ve esas konusunun birey olduğuna inanmalarıdır. bu yıllarda çıkan dergilerde görülen önemli bir başka ortak nokta da şiiri teorik planda ele alan tartışmaların oldukça fazla oluşudur.

    günümüzde ticarîleşme, şiirleri kasetlere ya da cd'lere doldurma ve klip çekme modasının dışında kalan çalışmalar sürmekte ve şiirimize yeni yollar açmaktadırlar. 1980’li ve 90’lı yılların şiirinde en önde gelen isimler arasında “1960 kuşağı şairleri” diye de nitelenen 1935-1945 arasında doğmuş hilmi yavuz, özdemir ince, ataol behramoğlu, ismet özel ve süreyya berfe’yi saymamız gerekiyor. 1950’li yıllarda doğan enis batur, ebubekir eroğlu, murathan mungan ve haydar ergülenise daha sonraki kuşağın parlayan isimleri arasındadır.
  • aktif realizm hareketinin, genç nesil hareketine pasif yaşlı olarak, üstü kapalı mücadele girişimi.
  • değişen sistemle son iki yıldır geniş bir yazar kitlesi dersanelerde gösterilmeye başlanmıştır..
  • cumhuriyet dönemi edebiyatı, türk edebiyatı tarihinin zengin ve dinamik bir devresidir. bu dönemde başta şiir olmak üzere, roman-hikâye ve tiyatro türlerinde çok sayıda eser yazılmıştır. bu türlerin yanı sıra, deneme, eleştiri, hatıra, biyografi gibi türlerin büyük bir gelişme gösterdiğini görürüz.

    bu dönemim edebiyatında siyasî ve toplumsal değişmelere bağlı olarak önemli gelişmeler vardır. cumhuriyet dönemi edebiyatı'nda siyasî ve toplumsal değişmeler, edebî etkiler ve türlerin kendi tarihiyle ilgili nedenlerden ötürü özellikle şiir, hikâye, roman ve tiyatro türlerinde gelişmeler ortaya çıkmıştır. bu bakımdan edebiyatı 1923-1940 arası, 1940 sonrası veya 1940-1960 arası, 1960 sonrası ve 1980 sonrası gibi siyasî değişmelere bağlı yuvarlak yirmi yıllık dilimlere bölmek, özellikle türler dikkate alındığında her zaman anlamlı ve tutarlı sonuçlar verir.

    cumhuriyet dönemi şiiri, realist çizginin devamı olarak kabul edebileceğimiz “memleket şiiri” ve onun değişik versiyonlarının yanı sıra romantik çizginin değişik bir devamı sayılabilecek ikinci bir çizgi daha belirir ki bu, yedi meşaleciler adıyla çok kısa bir süre devam etmiş şiir hareketinde ve şiiri kendi beni etrafında oluşturan nisbeten bağımsız şairlerde görülmektedir.

    edebiyat tarihlerinde yedi meşaleciler adıyla tanınan genç şairler grubu, bu ismi, 1928’de meşale adıyla çıkardıkları dergiden ve ortaklaşa yayımladıkları "yedi meşale" adlı şiir kitabından alırlar. muammer lütfi (bahşı), sabri esat (siyavuşgil), yaşar nabi (nayır), vasfi mahir (kocatürk), cevdet kudret (solok), ve ziya osman (saba) şiirlerini -kenan hulusi (koray) ise hikâyelerini- topladıkları bu kitabın ön sözünde “ayşe-fatma terennümü” dedikleri ve bir “beylik edebiyat” olarak niteledikleri memleket şiirine karşı çıkarlar. ancak bu ortak şiir hareketini fazla devam ettiremeyen genç sanatçılardan her biri daha sonra ayrı bir yol takip ederek edebiyat ve kültürün başka alanlarında kendilerine ün kazandıran çalışmalar yapmış veya eserler vermişlerdir. bunlardan sabri esat, çeviriye yönelerek türkçesiyle de değer taşıyan çeviriler yapmış, vasfi mahir ve cevdet kudret edebiyat tarihi ve edebiyat araştırmaları alanında değerli eserler vermiş, yaşar nabi ise yayıncılıkta karar kılarak, 1933’te edebiyat dünyamızın çok önemli ve sürekli dergilerinden varlık’ı çıkarmaya başlamış, başta yıllıklar olmak üzere birçok değerli eserin yayımlanmasında önemli hizmetler yapmıştır. kenan hulusi ise asıl şöhretini hikâye alanında yapar.

    yedi meşale şairleri içinde şiire bağlı kalan yalnızca ziya osman saba olmuştur. eserlerinin çoğu varlık’ta yayımlanan şairin şiiri, daha çok kendine dönüktür. çocukluk özlemi, hatıraların değeri, ev-aile sevgisi, tanrıya kulluk, kadere boyun eğiş, küçük mutluluklarla yetinme, kader ve ölüm karşısında teslimiyet ve hatta öte dünya özlemi gibi temalara ağırlık veren saba’nın şiiri, ev içi şairi olarak bilinen behcet necatigil’in bir müjdecisi gibidir. yakın dostu cahit sıtkı tarancı gibi hece vezninin imkânlarını kullanmada ısrarlı olmakla birlikte 1940’tan sonra şiirinde serbest şekilleri de kullanmıştır.

    şiirini kendi patetik ve mistik mizacının ve mistik eğilimlerinin etrafında oluşturmuş olan necip fazıl kısakürek ise, bu dönemin büyük şairleri arasındadır. hem şiir anlayışı hem dünya görüşü bakımından nazım hikmet’in karşı kutbunda yer alan ve fikirleri ve aksiyonuyla onun kadar sonraki kuşaklar üzerinde etkili olmuş olan necip fazıl’ın şiiri, saf şiir anlayışına yakındır. halk ve tekke şiiri unsurlarıyla, özellikle yunus emre’nin şiiriyle beslenen hece vezniyle yazılmış bu şiirlerde sıkı bir şekil endişesi dikkati çeker. şairin kurtuluşu metafizik kaynaklarda arayan huzursuz, muztarip ve trajik ruh hali şiirlerin fikir ve anlam örgüsünü oluşturur. bunlarda kaynağı meçhul bir korku, yalnızlık, vehim, sayıklama ve hastalık motifleri çok belirgindir. “meçhul semtlerden gelip meçhul semtlere giden meçhul sahıslara karşı duyulan anlatılmaz bir korku” şiirlerinin, hatta tiyatrolarının esasını oluşturur.

    cumhuriyet döneminin ilk devresinde tanpınar, şiirini kendi rüya ve hayalleri etrafında örerek saf şiirin peşinde olur. başlangıçta şiirde yahya kemal ve ahmet haşimin etkisinde olan, ancak ünlü fransız şairi paul valery’yi tanıdıktan sonra kendi yolunu bulur. çok yönlü sanatı ve zengin kültürü dolayısıyla roman, hikâye, deneme ve eleştiri alanlarında da cumhuriyet dönemi edebiyatının çok değerli eserlerini kaleme almış olan tanpınar’ın şiiri, rüya ve masal unsurlarıyla, daha doğrusu renkli ve zengin bir hayaller silsilesiyle yüklü, zengin çağrışımlar uyandıran aydınlık bir şiirdir. devrin birçok şairlerinden farklı olarak folklordan uzak duran tanpınar, yine de şiirlerinin çoğunu hece vezniyle yazmış ve mehmet emin ya da orhan veli gibi şiir tarihimizde büyük değişmeler gerçekleştirmiş olmamakla birlikte, 1900-1950 yılları arasında heceyle meydana getirilen şiirin şaheser sayılabilecek örneklerini vermiştir. bu bakımdan o, necip fazıl, ahmet kutsi, ahmet muhip ve cahit sıtkı’yla birlikte -ne yazık ki cumhuriyet dönemi edebiyatında kısa bir süre işlendikten sonra terk edilen- hecenin önde gelen şairleri arasındadır.

    cumhuriyet dönemi şiirinin bu ilk devresinde halis ya da saf şiirin peşinde koşan bir diğer bağımsız şair de ahmet muhip dranas’tır. şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanan dranas, halk şiiri geleneğinden de beslenmekle birlikte daha çok sembolist şiirin büyük temsilcisi baudelaire’den etkilenmiştir. onun şiiri, lisede okurken öğretmeni olan tanpınar’ın şiirine yakın bir çizgide durur ve şiirlerinde aşk, tabiî güzellikler, hayat ve ölümle ilgili duygular imajlarla yüklü nisbeten kapalı bir dille ifade edilir.

    doğal ve küçük duygulanışların temsilcisi cahit sıtkı tarancı da gerçek şiirin peşinde olan bağımsız şairler arasındadır. tek ihtirası “güzel şiirler söylemek” olan şairin şiir anlayışında fransız şiirinin, özellikle baudelaire’in önemli bir yeri vardır. belki de bu etkiyle o, türkçe’nin sesine, şekil mükemmelliğine ve hece veznine çok önem vererek necip fazıl, tanpınar ve dıranas’ın şiirine yakın bir şiir meydana getirir. onun şiirleri tanpınar ve dıranas’a göre daha geniş bir okur kitlesinin severek okuduğu şiirlerdir. şairin mizacı da büyük ölçüde şiirine yansımıştır denilebilir. gerçekten de birçok şiirinde kendini bir türlü kurtaramadığı “ölüm” fikri sabiti yaşama sevinciyle birlikte yer almış, bu temler etrafında türkçe’nin güzel şiirleri onun dilinden doğmuştur.

    cumhuriyet’in bu ilk döneminde memleket şiirinin yanı sıra genel olarak kendi mizaçlarına uygun bir saf şiirin peşinde olan bu şairlerde dikkati çeken başka ortak noktalar, şiirde türkçenin sesine ve şekil mükemmelliğine önem vermek ve aruzun yerine geçen hece vezni üzerinde ısrarla çalışarak bu veznin imkânlarını genişletmeye çalışmak olmuştur. vezinde durakları kaldırarak yeni ahenk kalıpları oluşturmak yönündeki bu çalışmalar ne yazık ki fazla uzun sürmemiştir. nitekim bu şairlerin çoğu sonraki şiirlerinde serbest manzumeye yönelerek heceden uzaklaşırlar.
  • meb'in talim terbiye kurulu diye bir birimi vardır; ışte o birimin kör baktigi dönemdir

    siyasal etkilerle bicimlenen bakışınin birebir etkisiyle ders kitapları edebiyattan soğutma kitapları haline gelir.

    oysa hayat şunu gösteriyor: insanlar edebiyat kitaplarında dayatilanlari değil, kendi bildiklerini okuyor.

    okullarda dayatilmasa birçok yazarın artık okunmaz olduğu görülür. yakup kadri, halide edip, peyami safa...

    guncelden geriye öğretilmesi elzemdir efendim.
  • en güzel ama çok zorlanılan türk edebiyatı dönemidir.
  • beni delirtmiştir. sınav hazırlığındayım. en son 2012'de lys ye girmiş biriyim. o zaman sınava bu kadar kasmamıştım tabii. geç değil diyerek istediğim bölüm için kolları sıvadım. çok az bir zamanım kaldı ve artık daha fazla yazar daha fazla şair özellikle daha fazla yapıt görmek, ezberlemek, duymak istemiyorum. yeter artık cidden yeter. neden ya neden bu kadar yapıt yazarsın ki? bir tane yap böyle efsane olsun. yada ne bileyim şiirlerini tek bir yapıtda topla fabrika gibi kitap çıkarınca eline ne geçiyor. kafayı yedim beş dakika okuyayım diyorum gene her şey birbirine giriyor kitabı bırakıyorum. bide o kurdukları akımlar yokmu? canı sıkılan sikerim böyle işi deyip yeni akım kurmuş. biri sanat için biri toplum için biri sanat için biri toplum için, hızır idi yunus idi hızır idi yunus idi.
  • 20. yüzyıl türk nesri ve cumhuriyet dönemi türk nesri olarak aldığım iki dersten yarın vizelerinden düşük alacağımı düşünüyorum şimdiden. çünkü çalışma isteği sıfır...
hesabın var mı? giriş yap