• bir arkadaşınızın evinde bilgisayarla vakit geçirirken, arkadaşınızın kedisinin ayağınızda oluşan batık tırnak yarasını yaladığını görmeniz, kediye bir tekme savurmanız, ondan sonraki takip eden bir kaç hafta boyunca internetten kuduzu araştırmanız, bir sürü kuduz olmuş insan videosu izlemeniz, suya yaklaşarak tepkinizi test etmeniz, güneşe direkt bakabiliyor muyum diye gözünüzü güneşe dikmeniz, vs.
  • antalya karpuzkaldırandayız. asker baba ve ailesi yazın iki haftalığına bir kampa gelmişler, deniz, güneş, kum vesaire. tatil gayet sıkıcı geçiyor, kendimi bildim bileli denizden nefret eden şahsım, çocukluğumu yaşadığım o doksanların ilk yıllarında bir baba zulmune uğruyor, zira baba bey inatla yüzmeyi öğretmeye uğraşıyor. günlerim su yutarak geçiyor, açık renk tenim öylesine yanıyor ki görenler "çocuk bişmiş resmen" demekten kendilerini alamıyorlar. kum kristalleri götüme kaçıyor, ayaklarıma çakıllar batıyor, iki hafta boyunca işkenceye uğruyorum adeta. garsonluk yapan asker abilerin getirdiği karpuzu beğenmeyen babamın "burası karpuzkaldıran, bu nasıl karpuz ehe ehe" gibi komiklik denemelerini de söylersem, ne kadar iğrenç bir ambiyansta çile doldurduğumu daha iyi anlarsınız.

    denizin şerrinden kurtulabilmek için, babamla denize biraz girdikten sonra sıvışıyor, kıyıda kumdan kaleler yapmakla falan uğraşıyorum. güneş az ebemizi siksin diye baba emriyle sabahın köründe kalkıp plaja koştuğumuz için su zaten buz gibi, belime kadar suya girene kadar dayanabiliyorum ancak, su belimi geçtiği anda en hassas yerlerim büzüşüyor, içim kamaşıyor, denizden iyice tiksinip paniğe kapılıyorum, su daha belim hizasındayen çırpınmaya başlıyorum.

    her neyse, bir gün yine bol sivrisinekli uykumuzdan uyanıyor, bok varmış gibi denize koşturuyoruz. babam inat etmiş yüzme öğretecek. "tanrı yüzmemizi isteseydi bize yüzgeç verirdi baba" diyorum, "yüzgecin yok ama baban var" diyor, suda beni yatap konuma getirip kulaç attırmaya ayak sallatmaya uğraşıyor. yatay haldeyken yüzümüz suyun içinde kaldığı için sadece nefesimi tutmaya uğraşıyorum, kafamı sağa sola çevirmeyi akıl edemiyorum ki suyun içinde ne aradığımı bilmiyorum zaten. anca kol bacak sallıyorum, babam da eşsiz bir zevkle beni suyun üzerinde tutmaya uğraşıyor. "amına koyım baba" diyebiliyorum, sözcükler ağzımdan birer baloncuk olup uçuyor.

    bir anda nefesim bitiyor, her zamanki gibi ağzımdan ama en çok burnumdan tuzlu suyu çekiyorum. babam, hareketlerimin yüzmeye çalışmaktan çok çırpınmaya döndüğünü görünce gülerek beni ters yüz ediyor. gülüyor, çünkü su adamın ancak çüküne geliyor, bu seviyede ben hayatta kalmaya uğraşıyorum. suyun dediğim seviyede olduğunu ben de biliyorum, çünkü babam cart mavi slip mayoyla arz ı endam ediyor. gerçekten çok kötü günlerdi.

    hikayenin asıl kısmı şimdi başlıyor.

    bir iskele var, milletin oradan denize atladığı falan. babam "şimdilik yeter" diyerek beni iskeleye bırakıp yüzmeye devam ediyor. benim ağzım yüzüm sikilmiş tuzlu sudan, merdivenden tırmanmaya çalışıyorum. ama demirler paslanmış, ben de bacağımı bu paslı demirlere sürtüyorum. biraz bereleniyor.

    o anda şoka giriyorum. çünkü ilkokul öğretmenimiz hayat bilgisi dersinde ballandıra ballandıra bize tetanozu anlatmış. paslı demirlerden bulaştığını biliyorum. tetanozun ebe siken bir hastalık olduğunu biliyorum. öleceğimi anlıyorum ama ölüm korkusu yedi yaşındaki bir çocuğun taşıyamayacağı kadar ağır bir duygu.

    sessizce kumsala dönüyorum. kovaya kum dolduruyorum, kale yapıyorum. gemide filmini izleyenler bilirler, bitmek bilmeyen dakikalar süren denizden kum çıkarma sahneleri vardır ya, hayatım o sahneler gibi ağırlaşıyor, bir kaç saniye sanki bir yıl gibi geçiyor. bir şey düşünmek istemiyorum. kum katıyorum, su katıyorum bok katıyorum kale yapıyorum anca.

    konuşmuyorum pek. anneme bile söyleyemiyorum. ölüm için çok erken, çünkü daha önce hiç ölümü düşünmemişim. büyüyemeden ölmek. en iyisi kimseye söylemeden ölmek, çünkü öleceğimi söyleyecek cesaretim yok. annem yarayı fark ediyor ama önemsemiyor, o yaşta çocukların dizi dirseği yarasız olmaz zaten. yemek yiyoruz, kaldığımız yere gidiyoruz, annem babam kardeşim uyuyor, ben uyuyamıyorum. günler böyle geçiyor, ölüm korkusu beni pençesine almış sıkıyor, canımı acıtıyor. soğuk suyun yarattığı taşak kamaşmasını vücudumun her yerinde her an hissediyorum.

    günler geçiyor, denize adımımı bile atmak istemiyorum. yarayı görmek istemiyorum. susuyorum. "neyin var" diyorlar, "hiç bir şeyim yok" diye mırıldanıp kale yapıyorum. "ölümüm nasıl olacak acaba, canım acıyacak mı" diye sessizce düşünürken onlarca kale yapıyorum. tek hatırlayabildiğim yaptığım kaleler, kovam biraz daha büyük olsa uzaydan görülebilecek kadar çok kale yapıyorum, su kanalı yapıyorum, yollar, köprüler, kervansaraylar yapıyorum. wonder dikiyorum adeta.

    eve dönüyoruz. korku buz gibi, yaz sıcağında beni üşütüyor. anneannemin bir sözünü hatırlıyorum bir gece, "bir şeyi kırk kere söylersen olur" diye. "anneannem dediyse doğru demiştir" diyorum. ondan sonra başlıyorum, her fırsatını bulduğumda kırk kere "ben ölmeyecem, ben ölmeyecem, ben ölmeyecem..." diye fısır fısır çocuk dilinde dua ediyorum. ölüm korkusu o kadar büyük ki çoğu zaman kırkı geçiyorum, gece uyumadan önce yatağımda yüzlerce defa "ben ölmeyecem" diyorum.

    hiç ağlamadım ama, sadece ölmemek istedim.

    aylar geçiyor. tetanoz falan olmuyorum. ölmüyorum da. belki o paslı demirlerde tetanoz mikrobu yoktu, belki de ilkoku birde olduğumuz aşı beni korudu. ama o kadar çok "ben ölmeyecem" dedim ki, ölsem ayıp olurdu zaten. böyle düşünüyorum bu kadar sene sonra.
  • evde kimse yoktur ve odada bilgisayar başında film izlenmektedir. birden içeriden çatal bıçak sesine benzer bir şangırtı duyulur. o anda açık olan balkon kapısı, evin 3. kat gibi kolay erişebilecek bir mesafede oluşu, hırsızın eve sızıp mutfakta ivil ivil gezinip, olası bir durumda kullanmak üzere ekmek bıçağına yeltenebilecek oluşu gibi paranoyaların tek bir lahzada oluşturulmasıdır.

    şimdi olayların nasıl akıl ve fikirden yoksun şekilde geliştiğini göreceğiz:

    beliren ani paranoyanın akabinde, göğüs kafesinden gırtlağa doğru çıkan tekinsiz bir dalgayla oturulan koltuk usulca kaydırılır ve ayağa kalkılır. "ulan bütün kesici aletler de mutfakta anasını satayım, herif direkt 1-0 önde" düşünceleriyle, gözler deli gibi kesici; kesici olmasa bile bir şekilde zarar verici bir alet arar. ve o an aynı zamanda bir kadın olarak dünyaya gelindiği için minnet duyulan nadir anlardan biridir. zira, tuvalet masasındaki kadim dost törpü; "ben senin kurtuluş biletinim" der gibi sırıtmakdır. telaşla törpü alınır.

    "ulan kılıfından çıkarayım da, ani bir saldırı olursa zaman kaybetmeyeyim" düşüncesiyle kılıf çıkarılarak törpü tıpkı bir kemik saplı çelik bıçak edasıyla sıkıca kavranır. o an için törpü tanrıdır ve kesinlikle tapılası bir varlıktır çünkü. aynı anda bir tomb raider edası da yerleşir ancak abartmamak için savuşturulur.

    tereddüt içinde odanın kapısından koridora doğru kafa uzatılır. sol taraftaki balkon kapısına ve perdelere bakılır. perdenin hareketinden içeriye giren birinin olup olmadığı kestirilmeye çalışılır lakin rüzgar estiği için bunun işe yaramayacağı gerçeği balyoz etkisi yaratır. aynı esnada bilinç akışında şu da vardır; "ulan ben sola bakarken ya sağdan bir darbe gelirse. lağn!" diyerek telaşla kafa sağdaki salona çevrilir. salon boştur neyse ki.

    sonra büyük bir korkuyla koridordan mutfağa yönelinir. her zaman açık bırakılan ışığın bu kez kapalı olmasına sövülür. önce mutfağın karşısındaki diğer yatak odasına bakılır. karanlığın içinde zor bela seçilebilen yatağın üstündeki beyaz yastığın kaymış olduğu farkedilir. "acaba sabahtan beri bu yastık öyle miydi," diye panik yaratılır ama soğukkanlılığı korumaya çalışarak dikkatler tekrar mutfağa çevrilir. yavaşça mutfağa girilip lamba düğmesine basılır. etraf kolaçan edilir. lavabodaki tabak çanağa bakılır. belki ses onlardan gelmiş olabilir.

    ama her şey normal gözükmektedir. fazla kafa yorulmamaya gayret edilir.
    kimsenin olmadığına emin olununca "heh, ne salağım lan, bu kadar çok film izlememeliydim" hezeyanlarıyla odaya doğru yol alınır. odaya giderken hala kafanın içinde bir yerlerde sayıklayan "lan, ya saklandıysa, ya arkamdan çıkıp hüleeaaynnn diye üstüme atlarsa" şeklindeki tüm düşünceler ise bu had safhaya ulaşan paranoyanın eseridir.
  • lisedeyken çok yakın bir arkadaşım ve onun aşırı kıskanç bir erkek arkadaşı vardı. bu olayı arkadaşım sevgilisinden ayrıldıktan sonra bana anlatıyor. ben ise ayrılma sebeplerinden birinin kızın benimle arkadaş olması olduğunu ve erkek arkadaşının en başından beri beni çekememesine rağmen kızın bunu bana çaktırmamaya çalıştığını hayretler içinde dinliyorum. paranoya anısı ise şu şekilde cereyan etmiş:

    günlerden bir gün öğlen yemekhanede arkadaşlarıyla beraber yemek yerken arkadaşımın erkek arkadaşı kızı arıyor. arkadaşım önce her zamanki gibi canımlı cicimli konuşurken birden "yok artık. inanmıyorum sana. nasıl yani?" diye bağırmaya başlıyor, çünkü erkek arkadaşı beni kastederek "o yanında değil mi? ne yapıyorsunuz onunla?!" diye telefonda kızı azarlamaya ve suçlamaya başlıyor.

    bu da böyle ağzım açık dinlediğim bir gerçek kesittir sevgili sözlük.

    edit: imla
hesabın var mı? giriş yap