• mükemmel bir posteri olan film.

    burda
  • film baştan sona gerilim müziği eşliğinde çekilmiş. göl kıyısında bir evde bir haftayı anlatan film durağan, gerildiğiniz boşa çıkıyor.

    epeydir önlerden film izlememiştim tekrar hatırladım neden izlenmemesi gerektiğini.

    şöyle bir güzel cümle de hatırımda kaldı,

    başkasının kısırdöngüsünden çıkabilirsin ama kendininkinden asla.
  • salata sahnesi ile polanski'nin repulsion'nına selam çakmıştır.
  • 60'lı 70'li yılların kült psikolojik gerilim/dram filmleri ile bağ kuran, ‘amerikan bağımsız sineması’nın son dönemdeki en güçlü örneklerinden biri.

    iki kadın karakterin hem kendilerine dönük hem de birbirleri üzerinden ilerleyen yüzleşme anları ve bundan doğan çatışmalar, bir duygu labirenti inşa ediyor ve çözümsüzlükler içinde sürekli artan bir huzursuzluğa tanıklık ediyoruz.

    keegan dewitt’in eskiye öykünen ve filmin gerilim/gizem ritmini biçimlendiren olağanüstü müzikleri, seyirci üzerinde tansiyon yükseltici ve merak uyandırıcı bir etki yaratıyor. ‘robert greene’in geçmiş ile şu an arasında köprü kuran basit, kaba, hatta kuralcılar tarafından hatalı görülebilecek ama son derece etkili kurgu anlayışı da bu etkinin tamamlayıcısı oluyor.

    sean price williams’ın göl evini bu dünyadan soyutlayan ve iki karakter için bir tür sığınak haline getiren ve zaman zaman güneşin parlaklığından beslenen hülyalı rüyalı görüntü yönetimi, içsel karanlıkla bir çeşit kontrast oluşturuyor ve genele yayılmış dengesiz, garip atmosferi görsel açıdan da bölümlemiş oluyor.

    hiçbir karakterin açık edilmemesi ve bu belirsiz/değişken yapının izleyicinin kasıtlı olarak yanlış yönlendirilmesi ile iyice bulanık hale gelmesi, yönetmenin kafasında oluşturduğu puzzle’ı bizlerin de oluşturmaya çalışmasını sağlıyor ve tamamlanamayacak olsa da parçaları birleştirme uğraşı büyük bir haz kaynağına dönüşüyor.

    filmin ana fikrini oluşturan ‘başkasının hayatından çıkabilirsin ama kendininkinden çıkamazsın’ repliğinin bulunduğu ve mağlubiyet döngüsü içinde yaşanan buhranların dile getirildiği neredeyse on dakika süren sahne, ‘alex ross perry’nin cesur hamlelerinden en mühimi denebilir. başka bir yönetmenin elinde hızlı kurgu ve çeşitli efektler ile alacalı bulacalı görüntülerle doldurulabilecek bu dakikalar, ‘perry’nin doğal/gerçekçi/hüzünlü ve gergin diyalog örgüsü ile metne derin bir katman ekliyor.

    elizabeth moss’un geride bıraktığımız ‘oscar’larda ‘en iyi kadın oyuncu’ dalında aday olan herkesten daha iyi bir performans çıkardığını söylemek gerek. bir depresyon portresi. gerçek manada yeryüzünün ‘nevrotik’ kraliçesi. tek kelime ile muazzam ! son olarak ‘inherent vice’ ve ‘steve jobs’ta izlediğimiz ‘katherine waterston’ın da hakkını vermek lazım. yakın ama uzak arkadaş rolünde heyecan verici bir işe imza atıyor. cins bir karakter olan ‘rich’i canlandıran ‘patrick fugit’in de bu güçlü iki kadın oyuncu arasında ezilmediğini belirtelim.

    queen of earth’; her an bir şey olacakmış gerginliği içinde akan ve bu nedenle temposu hiç düşmeyen akılcı bir film. bazı şeyleri apaçık göstermenin ya da hissettirmenin her zaman gerekli ve faydalı olmadığını vurgulaması açısından da övgüye değer. histerik kadın karakterlerin hikayelerini izlemekten keyif alan ve psikolojik gerilim türüne ilgisi olan herkesin vakit ayırması şart. geçtiğimiz yılın en iyilerinden biri olması dışında, bağ kurduğu filmlerin kalitesine yaklaşabilmiş, ileride de adından söz ettirebilecek bir yapım.
  • böyle bir dostunuz varsa düşmana ihtiyacınız yok temalı vasat altı, hatta kötü film.
    sıkıcı konu, berbat bir kurgu. mental sağlık ve özgür kadın temasları sayesinde mubi'de kendine yer edinmiş diye düşünüyorum. oyunculuklar da ayrıca kötü. elisabeth moss her filmde aynı mimiklerle herhalde bir elli yıl daha karşımıza çıkacak.
    filmdeki tek ama tek ilginç sahne şu link
    hayatı boyunca hep birilerinin himayesinde sünepe ve şımarık bir hayat sürmüş bir kadının bastırdığı duygularını böyle güzel ifade edebilmesi, devamında masadaki bıçağı alıp adamın boğazına fırlatmasını hak ediyordu. oluk oluk kanlar masadaki yemeklere ve demin adamın ağzını şapırdatarak yediği edamame'lere fışkırır. katherine ve donuk akıllı arkadaşı, ölü bedeni kanoyla göle bırakırlar. evet böyle ilerleseydi, belki o zaman baştaki kayıp zamanı telafi edebilecek bir ilginçlik bulabilirdik.
    yanan kanonun alevlerine bakarken katherine şöyle derdi
    "do you drive a canoe?"
    çok vahşi bir alternatif final oldu. belki depresyon temalı bir filme yakışmayan bir final. diğer yandan sıkıcı ve boş filmlerin de depresyona bir faydasının olduğunu sanmıyorum.
hesabın var mı? giriş yap