• “mahkûm 8612, duvara yaslan!” mahkûm gardiyanı dikkate almıyor. sanki çıldırıyormuş, her şey üstüne geliyormuş gibi hissediyor.
    “duvara!” diye bağırıyor gardiyan. “haydi, biri onu hizaya getirsin.”
    8612, aniden gardiyana yüzünü dönüyor. “dinle, burada kalmak zorundaysak, bu saçmalıklarla uğraşmayacağım. ciddiyim.” mahkûm dönüp, diğer mahkûmlardan birinin kolunu kavrıyor. “dışarı bile çıkamıyorum” diyor kısık sesle. sesinde yılgınlık var. “beni salıvermeyecekler. siz de buradan çıkamayacaksınız.”
    diğer mahkûmlar sinirleri bozulmuş gibi gülüyorlar ama gözlerinde bir şeyi görebiliyorsunuz –aniden beliren bir panik parıltısını. dışarı çıkamayacaklar mı? demek ki, bu gerçek ve burası da gerçekten bir hapishane. ve hepsi de içeride kapana kısıldılar.

    her şey bir oyun gibi başlamıştı. onlar stanford psikoloji departmanı’nın zemin katında oluşturulan sahte bir hapishanede mahkûm ve gardiyan giysileri içinde iki hafta zaman geçirmek üzere gönüllü olmuşlardı. biraz eğleneceklerdi hepsi o kadar. yani yazın yapmak için değişik bir şeydi. zararsız görünüyordu. ne kadar kötü olabilirdi ki zaten?

    bu sahte hapishane fikri philip zimbardo’ya aitti – hani şu new york üniversitesi’nde çıtı pıtı kız öğrencilerin başlarına çiçek desenli kılıflar geçirildiğinde tanıştığımız zimbardo. yıl 1971 olmuştu, stanford’da hocalık yapıyordu ama iyi insanları kötü insanlara dönüştüren durumlara ilgisi sürüyordu; düşüncelerini hapishanelere odakladı. hapishaneleri bu kadar şiddet dolu yerler yapan şey neydi? mahkûmların ya da gardiyanların mı karakteri bozuktu? yoksa hapishanelerde güç kullanımı mı insanların içindeki en kötüyü çıkarıyordu? yani elmalar mı çürüktü, yoksa içinde bulundukları sepet mi?

    bunu bulmak üzere zimbardo sahte bir hapishane yaratmaya karar verdi. yirmi dört sağlıklı genç adamı- sabıka kayıtları temiz, iyi niyetli, kişilik testlerine göre her özellikleriyle normal sayılan kişiler- seçti ve sahte hapishanesi için bunların yarısını rastgele olarak gardiyan, yarısını da mahkûm olarak belirledi. sonra geriye çekilip iki hafta boyunca neler olduğunu izledi.

    eğer hapishanelerde yaşanan kötü olayların nedeni mahkûmların kötü olmasıysa hapishanelerini iyi insanlarla doldurduğunda iki hafta olaysız geçmeliydi. eğer hapishane yaşantısının yapısı insanları içeride kötü davranmaya zorluyorsa, o zaman olaylar çok farklı gelişmeliydi.
    *
    deney, 14 ağustos 1971’de bir cumartesi günü başladı. sirenler çaldı, ekip otoları palo alto’ya mahkûmları almak üzere geldi. “sessiz ol evlat” dedi polis memurları. komşuların endişeli bakışları altında şaşkına dönen genç adamlar arabaya bindirildi. “yani şimdi tutuklu muyum?” diye merak etmişti gönüllüler. onlara kendilerini tutuklamaya gerçek polislerin geleceği söylenmemişti çünkü. ancak stanford psikoloji departmanı’na götürüldüklerinde kendilerine, “evet, bu da deneyin bir parçası” denildi. zimbardo, mahkûmları yeni rollerine iyice alıştırmak için onları polislerin getirmesinin daha iyi olacağını düşünmüştü. öğrencilerin vietnam savaşı karşıtı gösterileri yüzünden yakın bir geçmişte stanford yönetimi ile polis arasında ilişkiler gerilmişti ve polis de ilişkileri yumuşatmak için jest olsun diye deneyde yer almayı kabul etmişti.

    hapishane, kapılarında demir parmaklıklar olan çalışma odalarından oluşuyordu. temizlik malzemelerinin olduğu oda ise tecrit hücresi olarak kullanılacaktı. gardiyanların üzerlerinde haki üniformalar vardı ve aynalı camlı güneş gözlükleri takıyorlardı. deneklere “bundan sonra siz bir rakamsınız,” dediler. “bizlere bay ıslah memuru olarak hitap edeceksiniz. anlaşıldı mı?”

    mahkûmların giysileri zorla çıkarıldı ve sanki bitten arındırma işlemi yapılıyormuş gibi üzerlerine deodorant sıkıldı. onlara tulumlar, şapka ve ayak bileklerine takmaları için zincir halkalar verildi. iç çamaşırı olmadan giyilen tulumlar, kendilerini örtme ihtiyacı hissettirecek biçimde garip yürümelerini sağlayarak onları aşağılıyordu. şapkalar başlarının sıfıra vurulmuş gibi hissetmelerini sağlarken, ayak bileklerindeki zincir özgürlüklerini kaybettiklerini hatırlatmak içindi.

    ilk gün daha çok, sanki yaz kampına katılmış gibiydiler. gardiyanlar ise nasıl davranmalarını gerektiğini bilmiyordu; çok kısa bir brifing almışlardı- fiziksel şiddet uygulanmayacak, mahkûmların kaçmasına izin verilmeyecekti. mahkûmlar daha rahat görünüyor, aralarında şakalaşıyorlardı.

    ama gardiyanlar rollerine çok çabuk ısındılar. sabah saat 02.00’de mahkûmların yataklarından kaldırıp “avluda” (aslında ofislerin dışındaki koridorda) sayım için topladılar. “kalkın yataklarınızdan! ikişerli gruplar halinde!” diye bağırıyorlardı. “yüzünüzü duvara dönün!” mahkûmlar uykulu gözlerle sızlanıyorlardı.

    ertesi sabah mahkûmlar misilleme yaptı. isyan başlattılar, yataklarını koğuş duvarlarına dayadılar ve gardiyanlara bağırıp çağırmaya başladırlar: “burası hapishane değil. bu kahrolası bir simülasyon!”

    kontrollerini aniden kaybetmenin verdiği utançla gardiyanlar buna sert karşılık verdi. mahkûmlara yangın söndürücülerle karşılık verdiler, takviye için görevde olmayan gardiyanları çağırdılar ve mahkûmları hücrelerine geri girmeye zorladılar. o andan itibaren yaz kampı hayali sona ermişti. gardiyanlar mahkûmların giysilerini parçalayıp çıplak bıraktı, onları sürü halinde avluya topladı, zıplattı, mekik ve şınav çektirdi. ve isyanın elebaşı olan mahkûm 8612’ yi bu davranıştan dolayı tecrit odasına hapsetti.

    gelecekte olabilecek isyanları önlemek için gardiyanlar mahkûmların sahip olduğu birkaç özgürlüğü kısıtladı. ansızın onları soyarak aramalar yaptılar, tuvalet ayrıcalıklarını ellerinden aldılar, mahkûmları tek bir kovanın içine işemeye zorladılar. çok geçmeden hücrelerden idrar kokuları yükselmeye başladı. gardiyanlar mahkûmlar arasında ikilik yaratacak psikolojik taktikler uygulamaya başladı. otoriteye direnen kişileri “baş belası” olarak adlandırdılar ve onları başkalarının yaşam koşullarını kötüleştirmekle suçladılar; bu esnada, iyi mahkûmlar için ‘ayrıcalıklı hücre’ler yaptılar.

    mahkûm 8612 için her şey çok fazla gelmişti. karnım, başım ağrıyor diye yakınmaya başladı. onu serbest bırakması için araştırmacılara yalvarmaya başladı. ama ona sempati gösterilmedi. zimbardo onunla bir anlaşma yapmayı önerdi- diğer mahkûmlarla ilgili bilgi aktarırsa gardiyanlar tarafından rahatsız edilmeyecekti. aklı karışan ve afallayan mahkûm 8612 hücresine geri döndü ve işte tam da bu anda, diğer mahkûmlara dışarıya çıkamadığını ve bunun gerçek bir hapishane olduğunu söyledi.

    aynı gece, 8612, kontrol edilemez duruma geldi. bağırıp çağırmaya başladı. “mahvoldum. tanrı aşkına içim yanıyor. anlamıyor musunuz? buradan çıkmak istiyorum!” zimbardo gönülsüzce de olsa onu salıverdi. henüz otuz altı saat sonra deney ilk mahkûmunu fire vermişti.
    filmi biraz ileri sarıp, deneyine altıncı gününe, cuma gününe gidelim. christina maslach, zimbardo’ nun ricası üzerine hapishaneye uğradı. stanford’ da doktorasını henüz yeni tamamlamıştı ve zimbardo ile bir gönül ilişkisi vardı. ikili sonradan evlendiler. maslach, deneyin bu aşamasında katılımcılarla görüşme yapacağı, duygu ve düşüncelerini kaydedeceği sözünü vermişti.

    geldiğinde hapishane sessizdi. gardiyanlar dinleniyordu ve mahkûmlar hücrelerindeydi. zimbardo ile buluştuğunda, bu durumun geçen haftanın olaylarına bağlantılı olduğunu söylemişti. “psikolojileri büyüleyici” diyordu coşkuyla.

    8612’ nin salıverilmesinden beri gardiyanlar iktidarlarını yeniden ele geçirmenin verdiği sarhoşlukla mahkûmlara yaptıkları taciz düzeyini giderek artırmışlardı. fiziksel şiddet uygulamasalar da küfür ediyor, aşağılıyor, mahkûmları uykusuz bırakıyor ve yemek, battaniye gibi temel gereksinimlerinden mahrum bırakıyorlardı. gardiyanlar, yaptıklarını gizliyorlardı. mahkûmların evlerine içinde “ziyarete gelmenize hiç gerek yok. burası cennet gibi” sözler olan mektuplar göndermelerini sağlamışlardı. en ağır küfürlerini de araştırmacıların onları gözlemlemediklerini düşündükleri gece vardiyalarında saklıyorlardı.
    bu esnada mahkûmlar sisteme boğun eğmiş gibi pasif haldeydiler. dört mahkûm, 8612’nin yolunda ilerlemiş ve kafayı yemiş gibi yapmaya çalışarak, araştırmacıları onları çıkarmaları için zorlamıştı. birinin tüm vücudunu strese bağlı isilikler basmıştı.

    zimbardo, maslach’ a, az sonra avluda başlayacak olan sayım işlemini görmesi için ona ısrar etmişti. kadın, gardiyanların en kabası olan sarışın on sekiz yaşındaki john wayne takma adlı gardiyanı ileri geri volta atarken, jopla eline vurup mahkûmlara küfür ederken dehşet içinde izledi. sonra nasıl tuvalete gittiklerini izledi. ayakları zincirli ve başları örtülü mahkûmlar tek sıra halinde hayvanlar gibi gidiyorlardı.

    maslach, “bu genç çocuklara yaptığın iğrenç bir şey!” diye kendini tutamamış, zimbardo’ya patlamıştı. öfke ile zimbardo’yu bir tımarhane yaratmakla suçladı. bunun sürmesine nasıl izin verirdi? zimbardo kendini savundu. burada ne kadar önemli bir psikolojik araştırma yapıldığını göremiyor muydu? atıştılar. tartışmada bir an geldi ki, zimbardo nihayet hapishaneye şöyle bir baktı ve sözlerini geri aldı. maslach’ın haklı olduğunu anlamıştı. gerçekten de bir tımarhane yaratmıştı. sıradan üniversite çocuklarını altı hafta içinde pasif mahkûmlar ve sadist gardiyanlara dönüştüren negatif psikolojinin kendisini de ele geçirmesine izin vermişti.

    ertesi sabah deney sona erince mahkûmların rahatlaması şaşırtıcı değildi ama gardiyanlar hayal kırıklığına uğramıştı. çoğu elde ettikleri bu yeni iktidarı sevmeye bile başlamışlardı.

    stanford hapishanesi deneyinin çarpıcı doğası- toplumsal rollerin insanları ne kadar hızlı biçimde ele geçireceğini göstermiş olması- onu tüm zamanların en ünlü psikoloji deneylerinden biri yapıyor .
hesabın var mı? giriş yap