• birazcık halil ile tanıdığımız hasan sever'in ikinci romanı.
    birgün'de murat müfettişoğlu kitapla ilgili çok güzel bir yazı kaleme almış:

    saat: 09:20… rüzgâr: hafif.

    fransız yazar alain fournier, ‘dahi yazar yoktur, iyi okur vardır’ der. aynı zamanda iyi bir okuyucu olan yazar, sanatsal öznenin(okuyucunun) sanatsal nesneyle(kitapla) kurduğu yoğun, uzun soluklu ilişkiyi de iyi bilir ve kurgunun çatılmasında son derece titiz davranır. kitabının basılmasını, beğenilmesini, piar çalışmasından azade çok satmasını bütün yazarlar ister. ancak iyi yazarlar, okurla kurdukları ortaklaşa emeğe saygıdan ötürü işçilikte titiz davranırlar.

    sürgünlüğünün 20. yılını deviren hasan sever can dostlarımdan biridir. ne kadar titiz olduğunu bizi buluşturan, birlikte yazı yazdığımız dergiden bilirim. ilk okumasını yapmam için ‘su duydum’un taslak metnini gönderdiğinde, ‘doğru okur olmayabilirim, söz konusu senin yazdıkların olunca manen etkilenip madden söz söylemeye dilim varmıyor’ dedim. önceki romanı ‘birazcık halil’ için de benzer uyarıyı yapmıştım. gelgelelim, nihayetinde bir (ilk) okurdum ve ortaklaşa emeğe karşı ben de en az onun kadar sorumluydum.

    iyi romanın pek çok kıstası var. ‘içerik-biçim’, ‘anlam-ifade’, ‘tema-öykü’ ‘zaman-mekân’ ‘karakter-diyalog’ vb uyumunun tutturulup tutturulmadığı kıstaslardan biridir. kolay iş değil, zira kurgu metnin kendisi çok boyutludur. müzik, resim, heykel, tiyatro, sinema ve dansta durum biraz farklıdır; deneysel, fütüristik niyetlerle yapılmıyorlarsa, ‘barok, klasik, kübist, modern, post-modern vb’ dediniz mi meseleyi az çok bağlarsınız. kuşkusuz bu ekoller roman sanatı için de geçerlidir. lakin sartre’ın dediği gibi; ‘dil eksiklidir, her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz’. hal böyleyken, roman sanatındaki ‘zihin-dil’ ilişkisi, plastik sanatlardaki ‘zihin-obje’ ve müzikteki ‘zihin-ezgi’ ilişkisinden daha sıkıntılıdır. neyse ki adaleti sağlayan “enteresan” bir norm var: iyi roman, ‘bitmiş’ yanlarından ziyade ‘bitmemiş’ yanlarıyla okuyucuyu etkiler. ‘anlatmadıkları’ ‘anlattıklarından’ daha belirleyici, daha sihirlidir de denebilir. yani ontolojisini sisli bir anlam, belli belirsiz bir eksiklik üzerinden geliştirir; su duydum’un puslu sokakları, kahramanlarının bitmemiş ilişkileri ve yaşamları gibi. usta yazar, zihin-dil bağındaki yapısal eksikliğin esprisini bilen ve onu avantaja dönüştürebilendir. bu da eserinin açık uçlu olmasını sağlar, ki tercih edilen de budur. bitmemiş bir metin olarak su duydum’un etkileyici yanlarından biri, final sayfasından sonra da zihinde yankısının sürmesi.

    yukarıda söz edilen kıstasları, diline, hikâyesine ve kurgusuna yediremeyen yazar, ‘tasvir’ edeyim derken ‘tahrip’ etme riskiyle karşılaşır. buna rağmen, bazen tasvirin ve tahribin eş zamanlı mevcudiyetleri de gereklidir. marx’ın dediği gibi; ‘müzik, duyguların; roman, düşüncenin diyalektiğidir’. velhasıl çelişki ve çatışma kaçınılmazdır. ‘su duydum’ pek çok açıdan kusursuz bir denge ve çatışma alanı sunarken, eksikliğini tamamlamasını okuyucunun yetkinliğine bırakıyor. başka türlüsü beklenmez zaten. ve bütün bunları, bir kadınla bir erkeğin dar zamanlı ve fakat yoğunlaştırılmış birlikteliği üzerinden ustalıkla yapıyor. romanda geçen, ‘bir erkeğin, içinde bocalayıp durduğu muammanın basit ve keskin bir yanıtı vardı: kadın’ ifadesi, kanımca, yazarın gezindiği yeri iyi bildiğinin göstergesi.

    su duydum’un kısa zamanlı, çizgisel bir kurgusu var. geçmişe dönük anlatımlar bu planı bozmadığı gibi, tematik temele katkı sunmuş. ağırlıklı olarak diyalogların ve yan karakterlerin belirlediği, iki ana karakterin hemen arkasında okurun da bulunduğu üç zürih gününü anlatıyor. sokakların arşınlanmasıyla diyalogların akışı arasındaki uyum anlatımı doğallaştırırken, üç günü üç ay misali derinleştiriyor. yan karakterler en az şehrin sokakları ve iki ana karakterin diyalogları kadar belirleyiciler. onların kısacık hikâyeleri caddeden ayrılıp tekrar caddeye bağlanan servis yollarına benziyor. doğru yerde, doğru zamanda görünerek ve beklenmedik anlamlar getirerek asıl karakterleri besliyorlar; böylece kurgunun ritmini ve dramatik etkisini artırıyorlar.

    sartre’a tekrar kulak verelim: geçmişte yaşanmış paylaşımları dikkate aldığımızda, ‘ayrı olmak ilişkinin başka bir türüdür’ der büyük düşünür. hasan sever’in bu özdeyişten haberi var mıydı, bilemiyorum. ancak, hikâyenin ana karakterleri olan feride ile ferdi’nin 18 yıllık ayrılıklarının ilişkilerindeki süreksizlikten ziyade geçmişteki paylaşımlarının pekiştiği yıllara karşılık gelmesi bana sartre’ı doğrulamış gibi geldi. üç günlük zürih diyaloglarından çıkan sonuçlardan biri de buydu. yan karakterleri de işin içine katalım ve sartre’ın tespitini genişletelim derim: toplumsal yaşamdaki anlık ilişkilerde bile mutlak kopukluklar yoktur. bir garsonla veya bir otel çalışanıyla kurduğumuz kısacık diyalogla varoluşumuz –az ya da çok- pekişir. kültür ve tarih bir matristir ve sayısız tekrarlarla genişleye genişleye var olur. söz gelimi, romanda st. joseph otelinin en kıdemli işçisi vanessa’nın hikâyesi ve bir ucundan feride’ye değmesi: ‘vanessa’nın babası, karanfil devrimi’nden sonra yerini ve forsunu kaybeden salazar yanlısı çoğu tüccar gibi, borçlarla başa çıkamayınca çareyi kaçmakta bulmuştu. ailesini hollanda’nın roterdam şehrine yerleştirdikten sonra eski bir hesap uğruna gittiği angola’dan bir daha dönemedi… feride’nin üstünde uzandığı yatağın çarşaf ve nevresimleri her gün vanessa’nın ellerinden geçer.’

    okurken bir tür yumuşak geçiş yaşadım. vapurun göle açılmasıyla birlikte romanın dili ve akışı da serin suya karışıp ağır ağır genişledi. seyir/sahne girişlerinde verilen ‘zaman-mekân’ koordinatlarının okuyucunun öznel algısını koşullandırırken, yumuşak geçişin sürekliliğini de kolaylaştırdığını hissettim. uzun zamandır tanık olduğum en lirik, en melankolik, en estetik ve en esrik seyirdi benim için. ve bunca cümleyi, lafı vapur sahnesine getirip bırakmak için kurdum.

    saat 09.20. rota: rapperswill. mevki: bürkliplatz. rüzgâr: hafif.

    birgün gazetesi, 22 nisan 2017'
  • hasan sever'in duygu yüklü romanı. içinde birden çok insan öyküsü taşıyor.

    ilk olarak aşk var. aşk romanı deyince bandini ve castel karakterleri beni daha çok etkilese de feride ile ferdi'nin uzak kalmalarına neden olan 12 eylül darbesi bu aşk hikayesini biraz daha hüzünlü kılmakta.
    siyasi nedenlerden dolayı ülkelerinden kopup, ilticacı olarak avrupa'ya yerleşen bu insanların dramatik öyküleri mevcut. darbe, iç savaş ve savaşlardan sonra ülkesinden gitmek zorunda kalıp, avrupa'da dibi gören, ruh sağlığı bozulan, şanslı olanı ise yüreğini ülkesinde bırakmış insanlar...
    3 günü anlatan, tek günde okunabilecek güzel bir kitap.

    bir de kitaptan ilham alarak projemizin sloganını bulduk: "ideolojik değil, teknolojik eğitim!"
hesabın var mı? giriş yap