• the king is dead albümünden 9 numaralı the decemberists şarkısı, grubun müziklerinin o bilindik tadını veren albümün en güzel şarkılarından.

    http://www.youtube.com/watch?v=qoa5al6vfk0
  • the decemberists'in ustalık dönemine girdiğinin kanıtı parça. daha önceki albümleri de son derece güzeldi ancak the king is dead albümlerindeki bu şarkı ile kendilerini fazlasıyla kanıtladılar. ayrıca daha önce yaptıkları birçok the smiths ve morrissey cover'ından colin meloy'un the smiths hayranlığı bilinse de bu şarkıda bu hayranlık özellikle johnny marr'vari gitar riffleri ile çok açık bir şekilde duyulabiliyor.* *

    sözlerini de yazayım tam olsun:

    come the war
    come the avarice
    come the war
    come hell

    come attrition
    come the reek of bones
    come attrition
    come hell

    this is why
    why we fight
    why we lie awake
    and this is why
    this is why we fight

    when we die
    we will die
    with our arms unbound

    and this is why
    this is why
    why we fight
    come hell

    bride of quiet
    bride of all unquiet things
    bride of quiet
    bride of hell

    come the archers
    come the infantry
    come the archers
    of hell

    this is why
    why we fight
    why we lie awake
    this is why
    this is why we fight

    and when we die
    we will die
    with our arms unbound
    and this is why
    this is why we fight
    come hell
    come hell

    this is why
    why we fight
    why we lie awake
    this is why
    this is why we fight

    when we die
    we will die with our arms unbound
    and this is why
    this is why we fight

    so come to me
    come to me now
    lay your arms around me
    and this is why
    this is why
    we fight
    come hell
    come hell
    come hell
    come hell
  • ne zaman dinlesem aklıma bir tren yolculuğunu getiren şarkı.

    italya’daki ilk haftalar, tek kelime italyancam yok. üç kelimelik bir italyancam var; “non parlo italiano” (italyanca bilmiyorum) diyebiliyorum, sadece. milano’ya gitmek için tren garına gittim. bir bilet aldım, en ucuzundan. trenlerin listelendiği ekranlardan o saatte milano'ya giden treni buldum, ilgili perona gittim, bindim. tren hareket etti, taktım kulaklıkları, bir şarkı çalmaya başladı. bittikçe başa aldım, garip bir şekilde. bittikçe, tekrar tekrar... bir saat geçti geçmedi, kondüktör geldi biletleri kontrol etmeye. bileti uzattım. baktı bilete, birşeyler söylemeye başladı. anlamıyorum tabii, yapıştırdım hemen “non parlo italiano” cümlesini. dünyanın en yeterli açıklaması buydu elimdeki, ama “do you speak english?” diye sormayı da ihmal etmedim. “no english” dedi. hala devam ediyor italyanca konuşmaya. bir sorun var onu anladım da, sorun ne onu anlamadım. baktı anlaşmamız mümkün görünmüyor, diğer yolculara seslendi, ingilizce bilen bir yolcu bulmak için. buldu da. adam geldi sorunu anladı, başladı bana da anlatmaya. bindiğim tren de milano’ya gidiyormuş lakin, bu başka bir trenmiş, daha pahalısından, daha hızlısından. ben aynı saatteki başka bir trene bilet almışım. “ee ne yapacağım?” dedim haliyle. yok yok türkçe değil, ingilizce. ya cezalı bir şekilde yeniden bilet keseceklemiş trende, ya da ilk istasyonda indireceklermiş, bilet aldığım esas tren gelince, ona oradan binecekmişim. fazla para ödemek istemedim, hele bir de cezalı. neyin cezası ki bu? italyanca bilmemenin olabilir, ancak. bilsem yanlış trene de binmezdim, belki. neyse, ben inerim dedim. kondüktör biletin üzerine birşeyler yazdı; başka bir istasyondan bineceğim için tekrar sorun çıkmaması için açıklayıcı bir şeylerdi, sanırım. bana bineceğim trenin adını da söylediler tekrar tekrar, sağolsunlar.

    söz konusu istasyona geldik ve paşa paşa indim; iki peronu olan bu küçücük istasyonda. ufacık bir italyan kasabası; normalde orayı bilmem ve bile isteye inmem mümkün değil. öyle büyük büyük afilli ekranlar da yok, beklediğim tren kaçta gelecek bilmiyorum. ama aynı saatlerde kalktıysa elbet gelir arkadan diye bekliyorum. ucuz tren yavaş gelir nasılsa, gayet düz mantık. beklerim beklerim gelmez; yarım saat geçti, ne gelen var ne giden. etrafta insan yok. girdim istasyona, gişedeki adama yaklaştım ama eminim ki ingilizce bilmiyor, ki haklıydım da. bileti uzattım, üzerinde yazılanlara baktı. mevzuyu o anladı da, ya bana kim anlatacak? “no english” cümlesi duyuldu tekrar tekrar. o da gördü ki konuşarak anlaşmamız mümkün değil; tarifelerin yazdığı bir sayfa uzattı, gösterdi benim trenin kaçta geleceğini. neredeyse bir saate yakın bir zaman var gelmesine. soramıyor da insan; “neden o kadar geç, madem aynı saatte kalktı bunlar aynı duraktan?”. yavaş dediysek trenler o kadar da yavaş değil şimdi, en yavaşı bile hızlı. içimden bunları geçirdim ama soramadım haliyle, boyun eğdim. “ok” dedim, bak bu evrensel, iyi ki. dışarı çıktım. kasabanın sokaklarında biraz dolaştım, istasyonun yakınında çok eski bir kilise vardı, içine girip baktım (ah bu kilise merakı), bahçesindeki bankta oturdum. sonra istasyonun yanındaki küçük kafeye gittim, neyseki kahve alırken zorlanmadım. bazı kelimeler her yerde anlaşılıyor. kahvemi içerken, insanın derdini anlatamaması ne büyük meseleymiş diye düşündüm. öyle hayatım filan değişmedi tabii, birden üçüncü gözüm filan da açılmadı, altı üstü biraz düşündüm. sonra istasyona gittim, tren geldi, trene bindim, tren hareket etti, taktım kulaklıkları, bir şarkı çalmaya başladı. bittikçe başa aldım, garip bir şekilde. bittikçe tekrar tekrar dönen buna benzer sözler; “this is why we fight”... belki, bu yüzden kavga ediyoruz dedim; aynı dili konuşamadığımız için. aynı dili konuşurken bile aynı dili konuşamadığımız için hatta daha çok. ve derdimizi anlatamadığımız için, dert anlatanları anlamayadığımız için daha da çok. biraz da bunları düşündüm, sonra uyumuşum.
  • sabah trafiğinde sıkışıp kalmış otobüste kulaklığı takıp son ses dinlemelik bir the decemberists parçası.
hesabın var mı? giriş yap