• edip cansever'in ölümcül tragedyalarından üçüncüsüdür.

    episode

    çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
    her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
    bir uzak han kavramına. hanların
    rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
    ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. çağlardan
    başımızda siyah bir hale.

    koro

    birdenbire yapayalnızsanız her yerde
    ve bundan korkuyorsanız
    en küçük şeylerden bile. örneğin birine saati sorsanız
    karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
    sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
    biriyle bir şeyler konuşsanız
    ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. postacı her gün mektup getirse
    sözgelimi bir resmi dairede
    fazlaca oyalansanız
    şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
    kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
    tuhaftır
    sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

    ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
    şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar

    biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
    ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
    ama az ötede düğmeleriyle oynayan
    ve yiyen tırnaklarını bir adam
    duraksız sizi izliyordur belki de.

    ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
    ya da küçük bir memur bir banka servisinde
    durmadan suçlusunuz
    durmadan suçlusunuz
    durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
    gücünüz yok ödemeye.

    giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
    yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
    ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
    gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
    bir yankı: durmadan yalnızsınız
    durmadan yalnızsınız.

    episode

    yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
    doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
    içimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
    bir yarasa ayaklanır. aç gözlü bir kuş
    varır kocaman bir şey olmanın bilincine
    birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
    duyurur iki caz parçası arasından biri
    ya gülünç bir yas töreni
    ya toptan bir öldürme.

    belki de
    soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
    dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
    bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
    örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
    ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
    gözü dönmüş biriyle
    o güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.

    yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
    belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
    ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
    damlayan bir musluktur yerine göre
    yoksa bir enkaz altında bir ölüm
    ya da puslu bir havada, bir cinayette
    bir ölüm
    ölümün anlamı ne?

    koro

    sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
    beslenir kimi zaman de sevgilerle
    çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
    işte her sabah rastladığımız birinin
    durakta, yolda, işyerinde
    ya da bir meyhanenin kuytu bir köşesinde
    yıllarca süren o dostça ilişkinin
    ve hatta bir sevgilinin
    yerine
    kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
    biri
    kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
    öyle
    dikilmiş sorguya çekiyor sizi
    ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
    vakit yok öğrenmeye.

    canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
    mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
    örtülü bir duvarın ansızın
    kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
    korkunç bir silah olduğunu yerine göre
    düşünün
    ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
    vakit yok öğrenmeye.

    ya da bir düşte yürüyor gibi
    islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
    şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
    tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
    sevinçle okşadınız
    ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
    öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
    tam o sıra kapının zili
    tuhaf şey.. bu saatte.. kim olabilir ki
    ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
    öyleyse?
    yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
    bırakıp masaya kahvenizi
    kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı usulca
    bir kurşun!

    birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
    hani av araçları satılan bir dükkan vardı
    içi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
    bir kurşun!
    geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
    yeleğinden çıkmazdı elleri
    bekardı, umutsuzdu, yalnızdı
    ve belki..
    bir kurşun!
    sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
    düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
    sadece avlandınız
    ağız dil bilmaz söylemeyi.

    ötede
    islak mavi bir sabahtı. gökyüzü
    bembeyaz karanfiller, pencere
    kahveniz, masanız, kahvaltınız
    bir yankı
    ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
    durmadan yalnızsınız.

    ağit

    gün bitti. saat kaç. bitecek mi bir gün savaşımız
    hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
    dönüp dönüp arkamıza baktığımız
    bir dünya kalıntısı üstünde
    hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.

    koro başi

    daha bir sürü böyle
    silahlar eleştirecek sizi belki de
    işte siz
    toplayıp susacaksınız içinizdeki ölüleri
    bakmadan geçeceksiniz o duvar diplerine
    gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
    ne korku, ne kin, ne de yenilme
    ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
    duyup da bilmediğiniz, bilip de tatmadığınız
    dünyanın tekdüzenli renginde.
hesabın var mı? giriş yap