• film izlemekten canımın sıkıldığı bir anda, "dur lan bir aksiyon hikayesi de ben yazayım" düşüncesi ile yazmaya başladığım saçma sapan öykü.

    ------------------------------------bölüm 1: istihbarat-------------------------------------

    zaman: 12 temmuz. sabah 5:08
    yer: zağros dağları'nın etekleri. hakurk terörist kampına savunma hattı olarak kurulmuş gözetleme barakaları. kampın dört kilometre doğusu.

    demir bir sandalyeye ellerim arkadan bağlanmış şekilde oturtulmuştum. üzerimde peşmerge kıyafeti, ayaklarımda mekaplar, aklımda bir sürü soru vardı. hakim bir tepe üzerinde kampın resimlerini çekerken yakalanmıştım ve resmen nerede olduğumu, tam olarak oluş saatimi her şeyi biliyordu herifler. söylenecek hiçbir yalan, inkar yoktu. sayın teröristlerimiz bariz bir ajan yakalamıştı işte.

    istanbul türkçesi ile, hiçbir aksanı olmayan, şiddetle çok meşhur türkücülerimizden birine benzettiğim, elinde seyyar dipçikli m4a1 tutan grup lideri terörist karşımda oturmuş sigara sarıyordu. gülümseyerek başını kaldırdı.

    türkücü: söylemek istediğin bir şey var mı?
    koray: aslında sormak istediğim bir şey var.
    türkücü: sor bakalım.
    koray: bütün adamların ak-47 kullanırken sen neden m4a1 kullanıyorsun?
    türkücü: bütün askerlerin g-3 veya hk-33 kullanıyorken sen neden m4a1 kullanıyorsun peki?
    koray: ben asker değilim.
    türkücü: biliyorum. sen bir ajansın. anlamadığım nasıl bu kadar yakına gelip yakalanmadan dönebileceğini düşündün?
    koray: diğer altı ziyaretim gibi.
    türkücü: hahahahaha kod adın ne? polat alemdar mı? bak eski tadı kalmadı onun da. çakır öldü çok bozuldu.
    koray: perşembe geceleri eyleme çıkmıyorsun sanırım.
    türkücü: yok ben reklamlı izlemeyi sevmiyorum. sonradan internetten izliyorum.
    koray: en güzeli..
    türkücü: şimdi neden geldiğinden başlayalım mı?
    koray: yasaklı siteleri açamıyormuşsunuz, dns ayarı yapmaya geldim.

    türkücü gülerek dışarı çıktı. yaklaşık iki dakika sonra kapıyı açıp hızla içeri girdi ve elindeki bilgisayar klavyesini suratıma patlattı. tuşlar etrafa saçılırken, açılan kaşımdan yanağıma doğru kan süzülmeye başladı.

    türkücü: şimdi ben sana dns ayarı yaptım farz et. konuşman yasaklanan tüm sırlarını artık anlatabilirsin. ya da sizin taktik soralım. suratına bir havlu kapatıp bir bidon suyu boşaltmama ne dersin?
    koray: bizim taktik değil. bu kadar amerikan özentisi olmayın. peşmergelerden ne farkınız kalacak sonra? bak coni botlarını giyince yürüyüşleri bile değişti.
    türkücü: yeter! neden buradasın?
    koray:….

    karşımdaki adamın adı hasan kıvrak’tı. 1975 istanbul doğumluydu. meslek lisesi bilgisayar bölümünden sonra 2 kez üniversite sınavına girip kazanamamış, bakırköy’de ülkücülerden yediği dayak sonrası sol dizinde hayatı boyunca geçmeyecek ağrılar kalmış ve o nefretle örgüte katılmıştı. çok zekiydi. örgüt onun çözümlemerini beğenmiş, stratejist olarak yetişmesini istemiş, hollanda, almanya ve danimarka’ya göndermiş ve yaklaşık 6 ay önce de kuzey ırak’a gelmişti. şimdiye kadar planladığı eylemlerin sayısı belli değildi. sorgulama konusuna da çok meraklıydı. kendine has taktikler geliştirmek istiyordu. en son sorguladığı kişi yirmi gün komada kaldıktan sonra zar zor ölmüştü. aslında hedefim hasan’ın ta kendisiydi de yakalanmak planlarım arasında yoktu. bir çözüm bulmam gerekiyordu. o bunları bildiğimi bilmiyordu tabi.

    koray: uçaklar için lazerle işaretleme yapıyordum. az sonra ısınır burası.
    türkücü: işaretleme cihazın nerede peki.
    koray: sizin salaklar beni yakaladıklarına o kadar sevindiler ki onu fark etmediler bile.
    türkücü: siktir lan. hayatınız yalan.
    koray: ortak özelliklerimiz var demek ki.

    kapıyı açıp havlu ve bidonu getirmelerini haykırdı. amerikalıların waterboarding dedikleri işkence ile beni konuşturacağına emindi. (kişi elleri kolları bağlandıktan sonra ayakları yukarıda kalacak şekilde eğimli bir düzleme yatırılır. yüzüne, ağzına gelecek şekilde katlanmış, ıslak bir havlu bastırılır, aşağı tarafta kalan yüze bir miktar su dökülür. dökülen su kişinin genzinde birikerek boğulma hissi verir. aslında su ciğerlere gitmediği için boğulma olmaz ama beyin bunu algılamaz ve öleceği hissi ile kişi korkunç bir acı çeker. bu acı ayağına taş bağlanıp denize atılan kişinin boğulmadan hemen önceki korku ve ızdırabına benzer. tek farkı ciğerlerinize su dolup bilincinizi kaybetmediğiniz için ızdırap hiç dinmez.)

    iki koruması ile beraber oturduğum sandalyeyi geri yaslayıp yüzüme ıslak havluyu kapattılar. ışıkların söndüğü sırada az sonra duyacağım korkunç ızdırap ile yüzleşmeye çalışıyordum kafamın içinde. “sadece su, sadece su, boğulmayacaksın” diye düşünmeye çalışırken genizimden içeri su dolmaya başladı. bütün bedenim sarsıldı, az önce kendi kendime söylemeye çalıştığım hiçbir şeyin önemi kalmadı. bedenim “ölüyorsun durdur şunu” diye çırpınıyordu. nefes alamamanın ötesinde gırtlağıma dolan suyu püskürmeye çalışıp bunu havlu yüzünden yapamamaktı en kötüsü. acı, panik, çaresizlik korkunçtu.

    havluyu çektiklerinde ciğerlerim ağzımda, suları öksürüyordum. hala nefes alamıyordum ya da bana öyle geliyordu. türkücü karşımda bağırıyordu ama söylediklerini anlayamıyordum. sanki içimde taşan bir su kuyusu vardı ve beynim boğuluyordu. ve tekrar sandalyeyi devirdiler. sonra bir kez daha.. bir kez daha.. direncim suyun içinde eriyen sandoz gibi azalıyordu.

    kesik kesik hayaller görmeye başlamıştım. bizi isparta’daki tugaya eğitime yolladıkları günlerinde çok yorulduğumuz zaman oturduğumuz ağacın altı geldi gözümün önüne. eğitim aldığım arkadaşlarımla kişisel konuları konuşmamız yasaktı. yanımdaki belki askerdi, belki istihbaratçı belki çok başka bir birimden. o ağacın altında yan yana oturur dağ komando tugayına gelmiş acemi askerlerin eğitimlerini izlerdik. bir gün önce asker çocuklardan biri cinnet geçirmiş arkadaşlarından birini vurmuştu. askerleri izlerken yanımdaki tanımadığım eğitim arkadaşımın ağzından çıkan cümleyi hiç unutmadım. “herkesin kırılacağı bir nokta vardır.”

    artık vücudum iflas etmek üzere gibi geliyordu. bir bidon su ile kırılmak üzereydim. havluyu yüzümden tekrar çektiler sandalyeyi düzelttiler. kaç zamandır devam ediyorlardı bilmiyorum. öksürük dinmiyordu. türkücü karşıma oturmuş yeni bir sigara sarıyordu.

    türkücü: bak beni iyi dinle. dinliyor musun? söylediklerimi anlıyor musun?

    gözlerimin içinden bile su fışkırıyordu sanki. titrememi durdurmaya çalışıyordum. başımla “evet” anlamında onayladım.

    türkücü: seni paralamak istemiyorum. daha çok işimiz var. reklam yıldızı yapacağım seni bizim televizyonda. yakışıklılığının bozulmaması lazım.
    koray: neden ana kampa götürmüyorsun beni? elinden alınacağımdan mı korkuyorsun? ajanı konuşturan adam olman lazım di mi?
    türkücü: sen hala beni anlamadın. ben soracağım sen yanıtlayacaksın. biraz daha su ister misin?
    koray: ne merak ediyorsun?
    türkücü: neden buradasın?
    koray: senin için hasan kıvrak. danimarka’daki kız konuştu.

    hasan bombok oldu. yanında dikilen meraklı gözlerle kendisine bakan iki korumasına çevirdi önce başını. ne diyeceğini bilemedi. zoraki gülümsedi.

    türkücü: hangi kız?
    koray: şu gizli kasan olan. örgütten çaldığın paraları saklayan. tabi paralar artık yok. kız ise şu an bulgaristan’daki güvenli evlerimizden birinde.
    türkücü: demek böyle yapıyormuşsunuz. ne zaman uydurdun bu hikayeyi. buraya gelmeden önce mi? yakalandıktan sonra mı?
    koray: altı milyon sekiz yüz yetmiş bin üç yüz yedi euro. sen bıraktığında sekiz yüz seksen bin vardı. kız birazını yemiş. haberin var mıydı harcamalarından? kadınlara güvenmemek lazım hasan.

    ayağa kalktı. arkama doğru geçti. ellerini ıslak saçlarımda gezdirdi. kafama bir kurşun sıkması muhtemeldi. korumaları sessizce bizi dinliyordu ve ondan daha fazla örgüte sadık oldukları belliydi. tek kozum hasan’ın kızı seviyor oluşuydu ve onu kullanma zamanım gelmişti.

    koray: kararını ver hasan, diye fısıldadım. kapının yanında dikilen iki koruma beni duymuşlar ama tam olarak ne dediğimi anlayamamışlardı. biri elindeki tüfeği kavrayacak oldu. ve hasan kararını verdi.

    belindeki silahı hızla çekip iki el ateş etti. başlarından vurulan korumalar daha yere ulaşmamışken ellerimi çözüyordu.

    türkücü: kız ile beraber beni kaçıracaksınız.
    koray: yürü hasan yürü..

    ölmüş korumalardan birinin ak-47’sini ve yedek şarjörleri aldım. kapıdan çıkıp koşmaya başladık. ağaçların arasına daldık. az önce boğulacağını düşünen ciğerlerim beni zorluyordu. hasan’da sakat dizi yüzünden beni geçemiyordu. beş kilometre ötede hazırladığım gizli sığınağa ulaşmak zorundaydık. hasan artık benimdi. gözlerinde korku ve telaş vardı. kontrolünü kaybetmesine izin vermemek zorundaydım. demek kıza bu kadar çok aşıktı.

    sığınağa ulaştığımızda önünü ağaç dalları ile kapattım. yaklaşık 10 metre karelik bir oyuktu bu ama yanında dikilsen bile görmen imkansızdı. önündeki kaya perdeliyordu girişini. daha önde altı kere geldim derken yalan söylemiyordum. oyuk içerisine gizlenmiş uydu telefonunu aldım ve koordinatları verdim.

    türkücü: ana kampa çoktan haber gitmiştir. çok fazla uzaklaşmadık. bizi bulacaklar.
    koray : saat kaç?
    türkücü: 8:45..
    koray: bizi almaya gelecekler.
    türkücü: gelenler ile çatışma çıkar. kurtulamayız.
    koray: kız bu kadar önemli demek senin için.
    türkücü: o benim kardeşim.

    işte bilmediğim bir şey. hasan’ın kız kardeşlerinin köyle yaşadığını zannediyorduk. demek ki biri gözden kaçmış.

    türkücü: ben kararımı verdim işte. kardeşimin yanına götür beni.
    koray: sana tek bir soru soracağım ve vereceğin yanıta göre bu gerçekleşecek hasan.
    türkücü: sor ne istersen sor.. kardeşim o benim.
    koray: selim kod adlı şükrü dağlı, orgeneral’in kızını nereye kaçırdı ve şu an nerede?
    türkücü: ….
    koray: şimdi kafana sıkar giderim hasan.. kimse beni bulamaz. sonra kız kardeşini öyle bir hücreye tıkarım ki hayatı boyunca güneş göremez. ya da ikiniz pişman olur ve düzgün bir hayat yaşarsınız. paşanın kızını kaçırma planını bundan dört sene önce şükrü dağlı ile beraber, danimarka’da yaptığınızı biliyorum. kız kardeşin ile konuşmadan buraya geldiğimi mi zannediyorsun?
    türkücü: şükrü benim planımı çok değiştirdi. çok daha büyük bir eylemin peşinde olduğunu duydum ama bizden sakladılar. o benden çok daha fazla yükseldi örgüt içinde.
    koray: nerede şimdi?
    türkücü: kızı kuzey ırak’taki kaplarında tutmak yerine kuzey iran’daki tebriz’in batısında kalan urmiye gölü kıyısından daha kuzeye geçerek ermenistan sınırından içeri sokacak. tüm bildiğim bu. yemin ederim.
    koray: ermenistan’da ne yapacak?
    türkücü: bilmiyorum yemin ederim bilmiyorum.
    koray: bana sizin yaptığınız planı en ufak ayrıntısına kadar anlatacaksın. yolumuz çok uzun..
    türkücü: kız kardeşim nasıl? sağlığı nasıl? hastadır o?
    koray: hasan! onun iyiliği de, kötülüğü de senin elinde. ciğerimi elime verdin şerefsiz! şimdi sana merhamet duymamı mı istiyorsun.. tim yoldadır hazırlan.

    ------------------------------------bölüm 2: operasyon------------------------------------

    ağrı mekanize piyade tugay komutanlığı karargah binasındaki operasyon odasında, üzerinde bir sürü haritalar serili masaya oturmuş, elimdeki kalem ile oynarken türkücü hasan’ın anlattıklarını düşünüyordum.. masanın etrafında bölge istihbarat müdürü, askeri istihbarat subayları, olası bir operasyona komuta edecek binbaşı ve tugay komutanı vardı. telekonferans ile kızı kaçırılan orgeneral de ankara’dan bizi dinliyordu. hiç konuşmuyor, kimsenin sözünü kesmiyor, kızının teröristlerin elinde olduğunu bilmesine rağmen koruduğu sakinliği ile gizliden gizliye herkesi şaşırtıyordu.

    ağrı’da olmamızın nedeni, örgütün kızı kuzey ırak’taki kaplarında tutmak yerine kuzey iran’daki tebriz’in batısında kalan urmiye gölü kıyısından daha kuzeye geçerek ermenistan sınırından içeri sokmayı planlamış olduğunu öğrenmemizdi. fakat bunu nasıl yapacaklarına dair bilgimiz yoktu. iran asla topraklarında böyle bir şey izin vermezdi, ermenistan ise örgüt yüzünden türkiye ile haksız duruma düşeceği bir pozisyona girmezdi. masadaki herkes gelen istihbaratın yanlış olduğunu, kızı aramak için kandil bölgesine yoğunlaşılması gerektiğini düşünüyordu. ben hariç.

    askeri istihbarat subayı elindeki kalemi haritanın üzerine attı. çok gergin gözüküyordu. tugay komutanına döndü ve;

    “komutanım, bu istihbarat gerçek olamaz. bu bölgeden geçmeleri imkansız, üstelik ermenistan’a bizim burnumuzun dibinden geçmeye çalışmaları çok saçma. bunu yapamazlar.”

    “kaynağı kaç kere kontrol ettiniz?” dedi tugay komutanı. benim şefim durumundaki bölge istihbarat müdürüne dönmüştü.

    “hasan kıvrak defalarca sorgulandı. kızı kaçırma eyleminin son planlayıcısı selim kod adlı şükrü dağlı. hasan kıvrak ile yaptıkları plana yer yer bağlı kaldığını söylüyor. ”

    “yine de mantıklı değil.” dedi tugay komutanı.

    “bizim böyle düşünmemizi istiyorlar” dedim. başım öne eğik, haritadaki yolları incelerken.

    “iran’ın o bölgesinde hava savunma bataryaları çok güçlü. heronları avlama konusunda çok uzmanlaştılar. böylece gökyüzü şükrü dağlı için güvenli olacak. tam tespit yapamayacağımızdan dolayı dikkat çekmeyen bir araç ile ermenistan sınırına kadar yaklaşabilirler. dün gece iran’daki hava savunma bataryalarının konumlarını inceledim. ermenistan sınırına uzanan dağlık bölgeyi geçebilirlerse önlerinde onları tespit edebileceğimiz yirmi beş kilometrelik bir alan var. o alandan uzak durmaları ise mümkün değil çünkü her yerde kontrol noktaları kıskaç gibi. istihbarat raporlarının şükrü dağlı hakkında verdiği kişilik analizi raporlarına baktığınızda böyle oyunları çok sevdiğini görebilirsiniz. verdiği eğitimlerde; düşmanının gözünün önündeki kör noktaları tespit edip bunları kullanma konusunda ne kadar usta olduğunu anlatmayı pek seviyor. bakın bu eğitim notlarından birinde ne diyor şükrü; ‘teknolojinin bu kadar arttığı bir dünyada hiçbir yer uzak değil. bu yüzden düşmanın kulağının arkasında saklanacak ve o kadar sessiz olacaksınız ki sizi duyabileceği en yüksek noktada sizi hissedemeyecek ve göremeyecek.”

    odanın içerisinde tok bir adamın sesi yankılandı. sesin duyulması ile birlikte herkes oturma şeklini gayri ihtiyarı düzeltti.

    “bunları söyleyen kim? kendini tanıt.”

    “koray komutanım.. kızınızın kaçırılmasından sonra oluşturulan ekibe cengiz albay’ın tavsiyesi üzerine katılmamı onaylamıştınız.”

    “evet hatırladım. evladım iyi güzel konuşuyorsun da, orada bulunan herkes farklı fikirde. üstelik ermenistan planının istihbaratını bulan da sensin.”

    komutan, istihbarata ulaşan ile onu analiz edecek olanın aynı kişi olmasından rahatsızlık duyuyordu. haksız da değildi. kimse benim kaynağım yanlış demek istemez.

    “anlıyorum komutanım. komutanım bence şükrükızınızı dağda tutmak istemiyor. hem dağ kadrosu bulundukları kampta her an şimşekleri kendi üzerlerine çekebilecek olan bir orgeneral kızı olmasını istemiyor hem de şükrü bu kaçırma operasyonunun iznini çok hızlı kopardı ve beklenmedik bir başarı sağladı. iç çekişmelerin olduğu kandil şimdi bundan rahatsızlık duyarken kızınızı o bölgede tutamaz. muhtemelen ermenistan’da bir süre gizledikten sonra avrupa’daki medyalarından bunun reklamını yapmaya kalkacaklar ki böylece kandil ve kuzey ıraktaki kampları hedef olmaktan çıkartacaklar. ama bence şükrü’nün çok daha büyük planları var. bu nedenle ermenistan’a gitmeden durdurulması gerek.”

    “peki kaynağınız? kızımı görmüş olması lazım.”

    “kaynağın son bildiği şükrü oradan ayrıldığı. olabildiğince az kişi ile hareket etmek istiyor. kızınızla birlikte üç yada dört kişi olduklarını düşünüyoruz.” dedi askeri istihbarat subayı.

    “koray’nin söylediği, iran hava savunmasının zayıf olduğu bölgeye heron’ları yollayacağım. ben başbakan ile görüştüm. benim emirlerim onun emirleri. heronların ulaştıracağı bilgiler anında sizinle de paylaşılacak. üç silahlı kara şahini her an kalkacak şekilde bekletin. koray sende hazırlan onlarla gitmeni istiyorum. ayrıca kandil ve kuzey ırak’taki kampların tamamına dair amerikalılarla koordineli bir çalışma başlattık. onlara göre kızım kuzey ırak’ta ama açıkçası cia’ya güvenmiyorum. eğer ermenistan’a geçeceklerse, ne olacaksa o 25 kilometrelik alanda olacak. gözünüzü açık tutun. o bölgede olabilecek her türlü olağan dışı gelişmeyi de gözlemleyin.”

    masanın etrafından sadece iki kelime yükseldi;

    “emredersiniz komutanım.”

    toplantı gece yarısına doğru bitti. kapının önünde bekleyen asteğmenlerden biri beni yatacağım odaya götürdü. ortasında küçük bir ranza, orta boy bir çalışma masası ve demir bir sandalye. notlarımı masanın üzerine yaymaya çalıştım ama masa ufak geldi. haritalar sığmıyordu. ben de ranzayı iyice duvarın dibine çektim, odanın ortasında boşluk bıraktım ve hepsini yere serdim. yüzü koyun ranzaya uzanıp haritaları inceliyordum. ne olursa o yirmi beş kilometrelik alanda olacaktı. sonra kızın bilgilerinin olduğu dosyayı aldım elime. ilk sayfada büyük bir resmi vardı. kumral uzun saçları, parlayan yeşil gözleri ile gülümsüyordu. daha on yedi yaşındaydı. angaje olmuş, teröristlere yardım etmiş edebiyat öğretmeni sayesinde kaçırılmıştı yasemin. generalin tek kızıydı. şu an ordu komutanı durumunda olan babasının bir sonraki ağustosta kara kuvvetleri komutanı olma ihtimali yüksekti. eğer kızın kaçırıldığı duyulursa komutan muhtemelen terfi alamazdı. kızı kaçırılmış bir kara kuvvetleri komutanı sadece onun için değil ülke için hiç hoş olmayacak bir durumdu.

    bizden başka kurulmuş bir çok birim daha vardı tabi diğer illerde. her birim kendi istihbaratı ile durum analizi yapıyor ve kızın nerede olduğuna dair çalışma yürütüyordu. her birime operasyonel güç olacak bordo bereli özel timler verilmişti.

    bu düşüncelerle uykuya daldım.

    sabaha karşı kapımın vurulma sesi ile sıçradım. üzerimdeki kamuflaj ile sızdığımdan dolayı hazır asker olarak kapıyı açtım. beni odama getiren asteğmen hemen operasyon odasına gelmemi istediklerini söyledi. hızlı adımlarla yürümeye başladık;

    “sen hiç uyumaz mısın?”

    “askerlik bitince uyuyacağım komutanım.”

    risk almak istemeyen bir asteğmen. karşısındaki kişinin kim olduğunu bilmiyor. komutan olmadığımı söylesem kim olduğuma dair sorular belirecek kafasında. en güzeli kafasını hiç bulandırmamak.

    operasyon odasında duvardaki büyük ekranda canlı bir heron görüntüsü vardı. aşağıda binalar yanıyordu.

    “hani bahsettiğin, ermenistan sınırının güneyindeki 25 kilometrelik alan var ya, onun hemen doğu kanadındaki bir nükleer tesiste patlama oldu. sızıntı yok ama iran bölgeyi tahliye ediyor.” dedi askeri istihbarat subayı.

    “bu tesis hakkında ne biliyoruz?”

    “üç ay önce iran’ın birleşmiş milletler gözlemcilerine gezdirdiği, silahsız bir yer. aslında iran’ın nükleer silah üretmek için kullanmadığından emin olunan en temiz ve en ufak tesisi burası.”

    başımı önüme eğdim. düşünmeye çalışıyordum ve o an selim’in ne yapmak istediğini anladım.

    “nükleer felaket prokolü aynen şöyle der; 1: bölgeyi emniyete al, 2: atıkları kontrol altına al ve 3: yaralıları tahliye et. yaralılarla beraber kızı kaçıracaklar. o bölge çarşamba pazarına dönecek ve aradan sıyrılacaklar.”

    “ne yani kız için nükleer bir tesise sabotaj mı yaptı? yok daha neler.” dedi tugay komutanı. arkamda dikiyordu. düşüncelere dalmışken odaya girdiğini fark etmemiştim.

    tugay komutanını ikna etmem gerekiyordu; “komutanım şu an kadar bilmediğimiz en büyük soru işareti şükrü’nün kızı neden kaçırdığı. örgütün hiçbir talebi olmadı kız için. bu sorunun cevabını bulana kadar kızın değerini de bilemeyeceğiz ve bilmediğimiz bu planı gerçekleştirmek için neler yapabileceğini de. bence diğer heronları da hemen yollayıp bölgedeki sivil tahliye araçlarını, özellikle kamyonları kontrol etmeye başlamalıyız”

    “eğer o bölgeye şimdi heronları yollarsak ve yakalanırlarsa iran bu patlamadan dolayı bizi suçlayabilir.” dedi askeri istihbarat subayı. haklıydı.

    selim nefis bir plan yapmıştı. bir taşla iki kuş vuruyordu. hem sivil tahliyelerin arasında kızı geçirecek hem de nükleer tesisin sorumlusu ilan edilmekten korkacağımızı hesaplayarak elimizi kolumuzu bağlayacaktı. zaten tesise büyük bir zarar verdiği de yoktu. ana santralin çevresindeki binalarda patlama olmuştu. ama iran, nükleer sızıntı protokolünü uygulamak zorundaydı üstelik silahsız olan bu tesis için saklaması gereken bir şey de yoktu ama böyle bir durumda sadece varsayıma dayanan isteklerimi tuğgeneralin gerçekleştirmesi mümkün değildi. ne yapacağımı düşünüyordum ki odanın içinde orgeneralin sesi yankılandı.

    “koray’nin dediğini yapın..”

    “peki sivil konvoyları bulduğumuzda ne yapacağız? hangi araçta olduğunu nasıl bulacağız” diye sessizce mırıldandı tugay komutanı. çözümün bir parçası iken sorunun bir parçası olmak üzereydi ve böyle gözükmek istemiyordu ama çok haklı bir soru sormuştu.

    bölge istihbarat müdürü elini haritanın üzerinde gezdirerek; “konvoylar kuzeydeki yerleşim birimleri olan, hoy ve merend’e yönlendirilmek zorunda biz ise ermenistan’a doğru giden bir araç arıyoruz. yani tam ters istikamete güneye. bir noktada konvoylardan ayrılmak zorundalar” dedi

    heronlar havalanırken, bende kurtarma operasyonuna çıkacağım timin komutanı olan binbaşı ve 8 kişilik tim ile birlikte silahlanmak üzere helikopter kalkış pistinin yanındaki hangarda kurulmuş olan üzeri envai çeşit silah dolu on metrelik bir masanın ününde silah seçiyordum.

    “daha önce kurtarma operasyonuna katıldın mı?” dedi haluk binbaşı. elindeki sig sauer p2022’ye şarjör takıyordu.

    “evet ama askeri personel ile değildi..” önümdeki hk-33’lerden birinin kontrol ediyordum.

    “üstelik başka bir ülkenin topraklarında” diye gülümsedi. “bak aslanım bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür. senden istediğim helikopter emniyetinde bana yardımcı olman. indikten sonra helikopterin yanından ayrılmanı istemiyorum. timindeki her askeri çok iyi tanırım ama seni tanımıyorum, ne kadar eğitim aldığını bilmiyorum. tamam sizi de boş yetiştirmemişler belli, ama kafamda soru işareti ile bu işi yapamam.”

    “nasıl istersen, buraya komutanın emri ile geldim. operasyona katılmamı da o emretti, ama orada komutan sensin. sen ne dersen o olur. merak etme.”

    başıyla onayladı ve timine seslendi; “herkes hazır olsun dört dakikaya kadar kalkıyoruz.”

    beş dakika sonra sabah 07.15’te kurtarma operasyonu için hazır tutulan üç kara şahinden biri yedek olarak bırakılmış diğer ikisi tam teçhizatlı beşer asker ile havalanıyordu. sınırın hemen dibindeki tendürek dağı batısında konuşlanacaktık. sonra operasyon merkezinden gelecek haberi bekleyip gerekirse sınır ihlali yaparak kızı kurtarmak için ermenistan ve iran sınırlarının kesiştiği noktaya gidecektik.

    iki helikopter sınırdaki bekleme noktasına doğru giderken aşağıda gittikçe azalan evlerin çatılarına bakıyordum. bu saatte ya uyuyor ya da kahvaltı hazırlıyorlardı. aç olduğumu o an fark ettim. daha hiçbir şey yememiştim. karşımda oturan binbaşıya, yanımdaki ve onun karşısındaki üsteğmenlere baktım. makineli tüfeğin başında da bir başçavuş vardı. on yedi yaşında şu an okula gitmek için uyanmış olması gereken bir kızı kurtarmak için ermenistan ve iran sınırının kesiştiği noktaya doğru gidiyorduk.

    ağrı dağının güneyinde bulunan tendürek dağının doğusundaki sınır çizgisine sıfır noktada güvenli bir iniş noktası bulmuş telsizden haber bekliyorduk. uzamış çimenler helikopterlerin çevresinde dalgalanıyordu. eğer onay verilirse bildirilen koordinatlardaki araca nokta operasyonu yapılacak ve kız kurtaracak, mümkün olursa şükrü’yü canlı yakalayacak ve diğerlerini öldürecektik.

    o sırada tugay karargahında heron görüntüleri analiz ediliyordu. iran ulaştırma bakanlığı içerisine yerleştirilmiş, hatta bakanlıkta müdür seviyesine kadar yükselmiş istihbarat personellerimizden birine heronların tespit ettiği tüm sivil nakliye araçlarının plakaları veriliyor gelen bilgilerdeki tutarsızlıklar bulunmaya çalışılıyordu. yıllardır o makama gelebilmek için uğraşan elemanımız hayatını riske atıyor, kriptolu telefondan araç bilgilerini iletiyordu. eğer yakalanırsa iran’ın casuslara neler yaptığını bildiği halde hiç bir tereddüdü yoktu.

    heron görüntüleri yaklaşık elli ekranın olduğu devasa bir duvara aktarılıyor, 35 personel analiz için uğraşıyordu. derken görüntülerden birinde konvoydan ayrılan bir kamyon tespit ettiler. kamyonun dış brandasında iran kızılayına ait hilal amblemi vardı. kamyon bilgisi ve plakası hemen iran’daki elemanımıza iletildi. gelen bilgi kamyonun plakasının bir nakliye şirketine ait olduğunu gösterdi. şirket araştırıldığında terör örgütünün iran uzantısı pejak ile küçük bir bağlantısı tespit edildi. nakliye şirketinin sahibi almanya’da terör örgütünün bazı gösterilerine katılmış kişileri saklamıştı.

    tüm bu bilgiler ankara’ya orgeneral’e bildirildi. zaten elimizde yalnızca bu vardı. ya şimdi harekete geçecek ya da kamyonun gidişini izleyeceklerdi.

    emir geldiğinde pilot helikopteri çalıştırmış çevremizdeki kavak ağaçları pervanenin rüzgarından sallanmaya başlamıştı.

    enlemi: 39°37'46.97"k boylam: 44°47'7.53"e

    tam sınırın dibindeydi. azerbaycan’a veya ermenistan’a geçebilirdi. nükleer sızıntı riski yüzünden bölge arap saçına dönmüştü. helikopterler kalktı ve birkaç dakika sonra iran hava sahasına girdik.

    binbaşı kasklarımızın telsiz bağlantısından konuşuyor, sesi kafamızın içinde çınlıyordu. helikopterlerin gürültüsünden başka türlü konuşmamız mümkün değildi. aynı anda komuta merkezi de bizi dinliyordu.

    “demir 1’den demir 2 ve merkeze bağlantı onayı verin”

    “anlaşıldı”
    “anlaşıldı”

    “sivil kaybı olmadan girip çıkacağız. demir 2 kamyonun önünü kesecek ve keskin nişancı şoförü indirecek. hedefin kamyon kasasında olması muhtemel. demir 1 kızın kurtarılmasından sorumlu. başarılar.”

    “anlaşıldı”
    “anlaşıldı.”

    hedefe altı kilometre kala pilotun sesi kasklarımızda çınladı.

    “iran hava savunma bataryası bizi tespit etti ve ateş açacağını söylüyor”

    binbaşı dudağının kenarındaki mikrofonu eliyle tutup olanca gücü ile ingilizce olarak bağırdı

    ""iranian flight control tower, this is turkish air force wing 4249 speaking. we are after the terrorists who are responsible for the explosion at your nuclear power plant. we demand permission to fire" (iran kontrol kulesi, burası türk kara kuvvetlerine ait 4249 sayılı hava aracı. nükleer santralinizdeki patlamadan sorumlu olan teröristlerin peşindeyiz. ateş açmama statüsü talep ediyoruz.)

    çok temiz, neredeyse aksansız bir türkçe ile yanıt geldi;

    “uluslararasını sınırı geçtiniz hemen türk hava sahasına dönmezseniz düşürüleceksiniz!”

    “bize kilitlendiler komutanım” diye bağırdı pilot.

    “iran kontrol kulesi, takip ettiğimiz araçta iki ülkenin de düşmanları var ve nükleer tesisinize saldırıdan sorumlular ateş açmayın, tekrar ediyorum ateş açmayın”

    “türk hava aracı hemen rotanızı kendi sınırlarınıza çevirmezseniz düşüleceksiniz.”

    “orada size saldıran teröristler var. ateş açmayın”

    yaklaşık on saniye kadar bir sessizlik oldu.

    “yirmi saniyeye kadar bataryaların menzilinden çıkmış olacağız komutanı… ateşledi ateşledi.. füze havada..” pilotun sesi kurşun gibi hepimizi deldi geçti.

    füzeyi görmedim.. tek gördüğüm yüz metre solumuzdaki kara şahinin paramparça oluşuydu. hareket halindeki helikopter, alev toplu olmuş yüzlerce parçaya bölünüp yere çakıldı.

    “burası demir 1 tekrar ediyorum burası demir 1.. demir 2 düştü, tekrar ediyorum demir 2 vuruldu” binbaşı kıpkırmızı olmuştu.

    “burası merkez hayatta kalan var mı? görebiliyor musunuz?”

    “demir 1.. hayır.. hepsi öldü.. tekrar ediyorum kurtulan yok”

    “anlaşıldı demir 1”

    beş bordo bereli ve pilotların içinde bulunduğu helikopterin parçalarını ardımızda yanarken kamyonun olduğu noktaya doğru gidiyorduk. binbaşı susmuştu, makineli tüfeğin başındaki başçavuş yerinden bile kımıldamamış, üsteğmenler put gibi oturmuş ölümü beklemişti. o an yapacak hiçbir şey yoktu. füze bizi de vurabilirdi. hayatta kaldığımıza şükredemedik bile.

    demir 2 kamyonun önünü kesecekti ama artık tek helikopterdik. kamyon ovanın ortasında tek başına ilerliyordu. yasemin eğer içinde değilse mahvolmuştuk.

    pilot helikopteri kamyonun önünde yan vaziyette yere bir metre yükseklikte tuttu. yanımdaki üsteğmen hiç tereddüt etmeden nişan alıp şoföre ateş etti. delik açılan cam anında kırmızıya boyandı. kamyon yalpaladıktan sonra yoldan çıkıp kenardaki bir kayaya çaptı ve durdu. o sırada hepimiz helikopterden atlamıştık. normalde benim kalıp emniyet almam lazımdı ama artık beş kişi olduğumuza göre plan değişmişti. iki üsteğmen kamyonun sağ yanından arkasına doğru nişan almış şekilde koşarken binbaşı ve ben soldan yaklaşmıştık. bir an durdum ve şoförün yanında oturan diğer adamı gördüm elinde bir tabanca vardı. sol ayağım ile kendimi frenledim, geride kalan sağ ayağımı destek alıp hk-33 ile iki el ateş ettim.

    binbaşı ile kamyonun arkasına koştuk ve brandayı açıp içine baktığımızda ne yapacağımızı şaşırdık. bize eğitimlerde verilen ilk ders; asla tereddüt etmedir. fakat binbaşı da bende, donup kalmıştık. yavaşça silahlarımızı indirdik. bu iş düşündüğümüzden çok daha karışıktı.
  • çalıntıdır. lise 2'de milli güvenlik dersinde okuduk bunu biz.
  • okudukça başka başka anılar da depreşiyor gözümde...

    daha orta 1'e giderken, sosyalizmi, sovyetleri, ikinci dünya savaşını, stalingrad'ı savunan kadın nişancı birliklerini yeni yeni öğrenmeye başladığımız zamanlar... evde son ses polyuşka açar, vileda sopasından kendimize kızıl at yapar, "sosyalizmin anavatanını faşist işgalden kurtarmaca" oynardık. hey gidi günler...

    yazar hikayesini yazarken aynı tadı almış. çok belli.
  • yanlış hatırlamıyorsam dükkanda oturmuş, corc kuluni'nin barışçı isimli filmini izledikten sonra, bir saat civarında bir zaman içerisinde yazdığım saçma sapan, üçüncü sınıf amerikan aksiyon filmleri tadında, mantık aramadan kurgulanmış öykü. hatta helikopterin düşme olayı o filmden araktır.

    yani üzerine yirmi küsür entry yazılabilecek bir şey değil. amaç benimle dalga geçmekse, ulan ben zaten öykü boyunca kendimle dalga geçiyorum.

    yalnız gecenin dördünde, "nasıl açığını yakalarım" diye uğraşanlara baya baya entrylerimi okutmuşum. sabah sabah keyfim yerine geldi.

    kendi kendisi ile eğlenmeyi bilen birini, böyle şeyler ile sinir edemezsin.

    bir ara yüzbaşı volkan tadında, mars'ta geçen ve oradaki eşkıyalar ile mücadele eden bir şey yazayım da saçma olmuş diye onunla da dalga geç olur mu?
hesabın var mı? giriş yap