• aldatılan erkeğin bütün hayatı, güzel bir aşk’la başlar. mükemmel olan aşk, her şeye kadir olan aşk, bakışlarınızı, gözlerinizi ve sizi aşkın büyüsüne kaptıran milyonlarca güzelliği ile aşk.

    günler nedense çok hızlı geçer bu zamanlarda, farkına varamadığınız, tutmayı başaramadığınız o "zaman", gözlerinizin önüne pembe bir toz bulutuyla yolculuk yaptırır.

    zaman ilerledikçe sıradanlaşan her şey gibi, aşkınızın da sıradanlığı; sizi farklı yollara sürükler. belki bir arkadaşın sıcak kucaklaması, belki göz yaşlarınızın sele dönüştüğü bir anda, sıcak bir omuz. sebebi önemli değil, ne demişler; bir tavuğun kafasını kesmekle, silahla vurmak arasında tavuk için bir fark yoktur. tavuk ölmüştür.

    burda da bizim tavuğumuz "aldatılan erkek".

    işte o "an"ların şehvetine düştüğünde, artık her şey yok olmuştur. anılar, hatıralar, gezdiğin sokaklar, gittiğin cafeler, paylaştığın heyecan, onu inciltecek en ufak bir şeyi bile yok etme arzusu, duyduğun tutku, gözlerindeki fer, elini tuttuğunda hissettiğin o yüce aşk ve koskaca bir gelecek.. hepsi yok oldu.

    değer miydi, değmez miydi bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz. çünkü bir gelecek zaten yok oldu. artık bir kıyaslama yapmak imkansız, artık her şey imkansız.

    "aldatılan erkek" bu noktadan sonra çok zayıf, mağrur, yenilmiş. artık onun için hayat belki de hiç olmadığı kadar acımasız. uğruna inandığı her şey yalan. ebeveynlerinin, 14 yaşındaki bir çocuğa "biz senin annen ve baban değiliz" demesi kadar acı. o güne kadar çocuk olan bireyin, o günden sonra büyümesi demek. o günden sonra tozpembe dünyasının yok olması demek..

    neye inanacağını bilmeyen insanlar, genelde hiç bir şeye inanmamayı tercih ederler. çünkü onlar bir zamanlar inandı, hem de çok fazla. onların gözünde bütün insanlar iyiydi. hep iyi kalmalarını istediler. sonra klişe sözleri öğrendiler. klişe sözlerin, nasıl klişe haline geldiğini anladılar.. "hayat o kadar acımasız ki!" evet öyleydi, acımasız olan bu hayatta, bireyin ayakta durabilmesinin bir kaç tane yolu vardı.

    psikolog’lar veya bu işin ihtisasından gelen hiç bir insan bu sorunu çözemezdi. çünkü aldatılan erkeğin başına gelenleri sorgulamaması lazımdı, sorgularsa şayet, o çok sevdiği kişi, elini kolunu bağlamış ve saçlarını tek tek cımbızla çekerdi.. acısını umursamazdı, ki umursamadı da.

    geceler en kötü düşmandır bundan sonra. "erkekler ağlamaz", en çok da buna gülerdim o zamanlar. nasıl böyle bir şeyi söylemişiz biz. öyle bir ağlar ki, sırf dünyada en çok sevdiği iki insan olan, annesi ve babası duymasın diye, nefes almamacasına o kafasını yastığa gömer ve ağlar. gözleri kırmızı, yanakları kırmızı, burnu kırmızı ve genelde gözlerinin altı mora yakın bir renk alana kadar ağlar. gözyaşı bezleri vardır, onlar kurur. artık akacak hiç bir şey kalmamasına rağmen, yine de kendini tutamaz insan.

    "neden?". sürekli sorgulanan, her akla geldiğinde perişan eden tek sorudur aslında. bundan kurtulmanın en kolay yolu, beyne bunu sorgulatmamaktır. bunu kendi adıma 2 yıl xanax kullanarak çözdüm. benim için kolay bir yoldu ve ben bunu seçtim.

    o 2 yılı hatırlamıyorum, ne yaptığımı, arkadaşlarımı, dostlarımı, nerelere gittiğimi ve ne yediğimi bile. kısaca hayata dair pek bir şey yok söyleyebileceğim.

    içki.. bazı insanların o nefret ettiği içki, benim tek dostumdu. içki içen insanlara belki de bu yüzden hiç kızamam. çünkü içiyorsa, emin olun unutması gereken bir şeyler vardır.

    benim için çok acı olaylardan biri de, babamın bana "gel oğlum iki bira içelim senle" demesiydi. benim babam mükemmel bir insan, çok seviyorum. babamın beni o halde görmesi ve bana acıması, hayatımda yaşadığım en utanç verici anlardan biridir. teşekkür ederim sana baba, belki de o gün açtın gözlerimi.

    her şeyin ilacı olan zaman, buna da ilaç olur bir gün. ama o güne ulaşana kadar, o birey en kötü pisliklerin içinden geçmiştir. artık inancı olmayan, insanlara güvenemeyen birey, o kadar güçlüdür ki; yıkamazsınız!

    steve jobs’ın dediği gibi ; "ilaç acıydı ama sanırım hastanın buna ihtiyacı vardı." evet ilaç çok acı, ama iyileşmek için o ilacı son zerresine kadar bitirmek gerekiyor.

    şimdi mi? şimdi mükemmelim, hiç olmadığım kadar iyiyim. ancak o yara hiç kapanmaz, imkansız bir şeyi başarmaya benzer bu. bu bir insanı öldürmeye benzer. öldürürsünüz, hapis yatarsınız, cezanız biter, dışarı çıkarsınız.. ama yüreğinizde yaşayan "katil" düşüncesi, hiç bir zaman yok olmaz.

    o ise demet akalın şarkıları gibi, evli mutlu çocuklu..

    çok uzattım biliyorum..

    yine de yıllar önce yaşanan o saf dünyayı özlüyor insan.
  • bunlardan biri şu an hemen bitişiğimizdeki binada, camdan dışarı sarkmış halde telefondaki sevgilisine (artık eski oldu galiba) saydırıyor:'' ulan ona da aşkım dedin mi ha, ona da dedin mi, öptün mü onu da kaltak?seninle geçen her dakikamın her anımın .mına koyayım ben'' derken ağlamaya başladı. yavrum ya. kıyamam. ben de balkondan sinsi sinsi dinliyorum. az değilim ha.
  • bir gece bir arkadaşım aradı. zamanında bir olaylar başına gelmiş ve 9 yıl cezaevinde yattıktan sonra çıkmıştı. çok sevdiğimiz, 1.95 boyunda, temiz yüz kilosu olan, hayatımda tanımış olduğum nadir dürüst insanlardan biri. cezaevi çıkışı bir hanımefendi ile tanışmış, evlenmiş ve hayatını eşine, doğan 2 çocuğuna adamış şekilde yaşayıp gidiyordu. hava şartlarından dolayı sikimden bir hırvatistan dönüşü sabaha doğru aradı. görüşmek istedi, gittim bostancı'da oturduk çay içerek görüştük. eşi aldatmıştı, yüzü 865 numara buz rengi gözlerimin içine bakıyordu. ne yapması gerektiğini sorup duruyordu. o yorgunluğun üzerine aklıma izmir'de olmayan işim geldi. beraber kalkıp benim izmir'de olmayan işimi halletmeye gidecek ve konuşacaktık. çocukları değerlendirdik ve çocukların büyümesi gerektiğine kanaat getirdik. zira kendisi babası olmadan büyümüş, annesi de hayatın zorlukları içinde çok fazla zaman ayıramamıştı. kazakistan borabay'da yeni kurulacak kumarhaneler vardı; orada ona ihtiyacım olduğunu söyledim. birkaç gün gelmesini istedim. istanbul'da kalmak istedi. başka kimseye de anlatamamı istememişti. onun için imayla da olsa kimseye söyleyememiştim. her gün birkaç saatlik telefon görüşmesi yaparak, telkinlerle zamanımızı geçirirken, yirmi gün sonra ilk bulduğum fırsatta istanbul'a geldim. telefonla aradım; geldiğinde 1.95 boyunun 1.60 lar seviyesine indiğini ve sadece mata hari hikayelerinde duymuş olduğum ifadelerle saçlarının kireç beyazı olduğuna şahit oldum. sanırım bu olayın üzerinden yedi yıl geçti. ve hala çocukların büyümesini bekliyoruz.

    erkeğin aldatılması doğasından olmalı çok garip oluyor. çok hikaye duymuştum, bu konuda çok satan kitaplar da okumuştum, ama yakın olarak görünce çok farklı olduğunu görebiliyor insan.
  • her zaman mağdur olmayan erkektir. anlatayım...

    yeni boşanmışım. ilk ve tek aşkımla yaptığım evlilik yeni bitmiş, yeni hayatımda titrek adımlarla yol alıyorum. flört etmek, tavlamak, aldatmak, aldatılmak nedir bilmiyorum. biri çıktı karşıma. işte alfa erkek mi avcı erkek mi onlardan.. ikinci buluşmada yatağa attı beni.

    ben sevişince sevgili olunuyor yıllarındayım hala... sevgili olduk zannediyorum. ama adam hiç sevgiliymişiz gibi davranmıyor. benim aklım öteki türlüsünü hiç almıyor ya, mesaj atıyorum, aşkım diyorum, arıyorum. ama ben 10 yapıyorsam o 1 yapıyor. sevişme fırsatlarını hiç kaçırmıyor. ben onun fuckbuddysiyim o benim sevgilim.

    adamın bu tavrına da arıza çıkartmıyorum. diyorum ki ben bu işleri bilmiyorum, zaten bi tane sevgilim oldu onunla evlendim, demek ki başka erkekler böyle. ya da devir değişti. adamı darlamıyım. böyle minnoş minnoş kullandırtıyorum kendimi...

    böyle böyle aylar geçti. bir gün evinde kanepede küpe buldum. dedim hayatım bu ne? temizlikçi düşürmüştür dedi. ama küpe bir kadının temizlik yaparken takacağı cinsten değildi. yalan olduğunu anladım.

    yalan olmanın ötesinde, o cümleyi alay ediyor gibi söylemişti. "seni aldatıyorum, ama sen o kadar salaksın ki daha zekice bir yalan bulmama bile gerek yok!" demişti adeta.

    o andan sonra kendimi kandırma sürem mi doldu, kafama mı dank etti, şimdiye kadar birikti de son damla mıydı, ne oldu tam bilmiyorum. bir anda aydınlandım.

    bu adam beni sevmiyor, sadece sikiyordu. bu herkesin kolayca ayrımına varacağı bir şeydir... ama benim için yeni ve korkunç bir şey!

    ben o gün fuckbuddy olduğumuzu anladım. kim haksızdı, niye böyle oldu, şimdi ben aldatıldım mı? o kadar bilmiyordum ki, cevapları bulmam imkansızdı. o nasılsa aylarca beni bozmamıştı sevgilicilik oynamıştı, adama beni aldatıyorsun diye carlamadım. sustum.

    sustum. ama durmadım. sevgilisi olmayan bir insan başkalarıyla görüşebilirdi. ben de bunu yaptım. ne mi oldu? doğru düzgün arayıp sormayan adam, ben biriyle yemekteyken arar oldu... açmasan ısrarla arar oldu... evrenin çalışma prensibini çözmeye başlıyordum. ondan uzaklaşmaya başladıkça üstüme düştü... sonunda bir gün -yine şüpheler içinde olduğu bir gün- görüntülü aramak istedi. ben de onu aldattığımı itiraf ettim.

    klasik itiraf gibi değildi. "açamam başkasıylayım" dedim. sanki dünyanın en normal şeyini yapıyor gibiydim. çünkü öyle hissediyordum.

    o zamana kadar beyefendi ve cool hali dışında bi halini görmediğim adam, yarım saat kadar bağırıp çağırdıktan sonra, bir anda durup "

    "seni affediyorum çünkü dürüst oldun" dedi.

    ve öyle tutkuyla öyle aşık bakıyordu ki...

    ve ben yeni bir şey daha öğrendim. aldatılmaktan aşka gelen erkek diye bir şey var. her aldatılan erkek mağdur olmuyor.
  • ferdi'dir efendim.

    başlamadan önce, yahu bu domateste bu ara yazıp duruyor diyenler olursa; dışarıda kar var, hava soğuk, evde boş boş takılıyorum. canım sıkılıyor bilginiz olsun.

    ferdi ile lise son sınıfta, ikimizde bir traktör ve jeneratör fabrikasında staj yaparken tanıştık. ferdi yakışıklı. hem de nasıl yakışıklı. jim carrey ile birebir kopya diyebilirim ağız yapısı hariç. uzun boylu, atletik vücutlu, sarışın az, güler yüzlü saf bir arkadaş aynı zamanda.

    ferdi fabrika koridorunda bir yürüyor, depoda, muhasebede, tezgah işlerinde çalışan kadınlar, kızlar dönüp ferdi'yi seyrediyor. bir müdiremiz var, odasının içe açılan penceresinden, gözlüğünün üstünden ferdi'ye bakıyor. kızlar sürekli haber yolluyor bizim ferdi'ye, diğer stajyerlerden mektuplar iletiyorlar. akşam çıkışta herkes ferdi'nin yolunu gözlüyor, gidebildikleri kadar ardından yürüyorlar.

    ferdi bunları görüyor, fark ediyor tabii ki. ama sürekli boynu bükük, gülümseyip yere bakıyor, utanıyor. gelen haberleri kızarıp bozararak geçiştiriyor. ferdi hiçbir kızla ilgilenmiyor. bu ilgisizlik birçok kızı çıldırtıyor ve hülya isminde birisi bir gün anlamsızca ferdi'ye bağırıp çağırıp, elindeki defteri yüzüne fırlatıyor. delirmiş kız sonunda kendi kendine.

    o akşam çıkışta tatlıcıya gidiyoruz. baklava üzerinde dondurmalarımızı yerken, sıkıştırıyoruz ferdi'yi "anlat, derdin ne." kızarıp bozarıyor yine. bayburtlu, 6 tane tırnak pide ile bir tabak bulgur pilavını birlikte gömebilen ersan isimli, patavatsızlığıyla meşhur arkadaşımız "oğlum ibneysen söyle, tamam aramızda kalacak" diyor. ferdi katıla katıla gülüyor, bir sigara çıkarıyor; o zamanlar neredeyse her yerde serbest sigara içmek, şahane günler... ve benim yeni tanıştığım bir sevgilim var üstelik (8 yıl sürdü), capcanlı, bomba gibiyim.

    ferdi anlatıyor; "ben evleneceğim kıza saklıyorum kendimi" diyor.
    bayburtlu "oha!" diyor, yasin "senin ben amına koyim!" diyor, ibrahim "siktir lan! taşak geçme bizimle!" diyor...
    bense "ebeni sikeyim senin ferdi!" diyorum. ferdi hala gülüyor.
    "inanmayacağınızı biliyorum abi ama ben annem babam gibi bir evliliğim olsun istiyorum. babam annemi 17 yaşında görmüş aşık olmuş, ilk kez bir kızın elini tutmuş, o da annemmiş... ben de böyle olsun istiyorum." diyor.
    bayburtlu "e 31 de mi çekmiyorsun?" ferdi gülüyor, "aşık olup birini çok sevene kadar karı kızla işim olmaz abi" deyip kestirip atıyor. ibrahim "lan bizi yiyorsun sen, ibneyim de kurtul oğlum..."
    daha çok şey anlatıyor ferdi; hayallerini, ilerideki evini, çocuklarını... ferdi'nin hepimizden fazla hayali var.

    irtibatı hiç koparmıyoruz. en azından iki haftada bir, bir yerlerde buluşuyoruz.
    nerede gezsek, dolaşsak tüm bakışlar ferdi'nin üstünde. yasin'de yakışıklıdır ama isyan ediyor bir gün, sen varken bizi kimse sallamıyor diye.
    ferdi dokuz eylül elektrik-elektronik mühendisliğini kazanıyor, bense celal bayar gıda mühendisliğini. ibo, yasin, ersan bende kalsın. bazen o manisa'ya geliyor, bazen ben izmir'e gidiyorum. 3. sınıfta, sonunda bir kızla tanışıyor. ferdi artık deli divane, bambaşka bir adam oluyor. sürekli mesajlaşmalar, sürekli bir telefon görüşmesi. ferdi'nin ağzından kızın ismi (şu anda hatırlamıyorum, ayşe diyelim) düşmüyor. dünya ayşe üzerine kurulu, ayşe şunu yaptı, ayşe böyle yetenekli, ayşe über zeki... biz sürekli bir ayşe dinliyoruz. kız da aramızda oluyor bazen, görseniz bir suratsız, bir nemrut... diyemiyorum ki ferdi'ye "yıllar sonra bunu mu buldun" diye. ah ciğerim!

    senenin bitmesine yakın ibo, yasin ve ersan'da katılıyor bir haftalığına aramıza. ersan kızı görmek için çıldırıyor; nihayet akşamına kız geldiğinde görüyor. herkesin suratı şapşal şapşal. kimse bir anlam veremiyor fakat ferdi mutlu ve fakat ferdi'nin bu mutluluğundan biz rahatsızız. ferdi'nin olmadığı yerde gizli gizli konuşuyoruz "bu nasıl iş, böyle şey mi olur, hiç yakışmıyor ferdi'ye..."
    "bu nemrut büyü yapmıştır" diyor bayburtlu. "he lan, adet kanı filan içiriyorlarmış, varmış öyle şeyler..." diyor yasin. hepimiz ayrı ayrı malız.

    günler birbirini kovalarken efendim, ecevit dönemi, ekonomik kriz, devalüasyon, sıkıntı, bıkkınlık derken... ben okulu bırakma kararı alıyorum. "sikerim okulunu da, gıdasını da..." diyerekten tecili kaldırıyorum 6 ay sonra askere giderim diye lakin 3 ay sonra çağırıyorlar beni askere. arslanlar gibi askerliğimi yaparken çok az görüşebiliyorum insanlarla. malum, ağır şartlar altındayız o sıra. askerlik biter bitmez sevgilimle çanakkale'ye yerleşip eşe, dosta haber salıyoruz. ferdi sevgilisi ile geliyor bir süre sonra; yüzü gülmüyor, solgun, neşesi yok.

    kızın olmadığı yerde sıkıştırıyorum ferdi'yi.
    "iyi be abi", "yoo değişmedim abi", "bir sıkıntı yok abi..." anlatmıyor bir şey. hoş görünende de bir şey yok ama ben tanıdığım için herifi ve uzun süre görmeyip birden görünce seziyorum gariplik olduğunu. mutlu ferdi değil artık, anlıyorum. nemrutumuz ise aynı tas aynı hamam; göklerden gelen bir emir vardır edasında tavırlar, bir otorite, sesinde hep bir azar tonu, hep bir sıfırcı öğretmen bakışları... bin yıllık kayserili sevgilime mantı yapmayı öğretmeye çalışması...
    ferdi dönüyor 10 gün sonra izmir'e. ibo, yasin, ersan sık sık çanakkale'ye geliyor, yiyip içip geziyoruz fakat ferdi yok... hep bir burukluk içimizde. arıyoruz "ulan gel işte..." yok! bayburtlu "o nemrut salmıyordur..." diyor. haklı da bence. aylar geçiyor...

    ibrahim arıyor.
    "domates biz yoldayız, hemen izmir'e yola çık!"

    ben hayatımda ilk kez o gün birine "neden" diye sormadım. tamam dedim ve aceleyle birer sırt çantası toplayıp, koşa koşa aşağı indik. yerde fıstık'ın önünde gördüğümüz taksiye atlayıp "izmir'e abi" dedim taksiciye. taksici önce bize bir baktı, "acil durum mu var" diye sordu. "acil abi!"

    sanki hissediyordum bir şeyler olacağını ya da kötü bir şeyler beklentisi içindeydim. yol boyunca "bir şey oldu" deyip durdum kendi kendime ama arayıp ne oldu diye sormaya cesaretim yoktu. ibrahimler'den önce vardık izmir otogarına. ben arayıp soramasam da sevgilim aramış ve durumu öğrenmişti. oradan yine bir taksiye doluşup devlet hastanesine vardık.

    ferdi hastane yatağında sol bileği ve kolu sargılı, tepesinde bir serum yatıyor. yanında bir komşusu; biz gelince dileklerini iletip ayrılıyor. diziliyoruz yatağının etrafına. bizi görünce ağlamaya başlıyor. ferdi'nin avurtları çökmüş, göz altı kırış kırış olmuş. bir sızı saplanıyor sol tarafıma. hiç konuşmadan öyle dakikalarca bakıyoruz birbirimize. bayburtlu bile ağzını açmıyor. bir hemşire gelip bizi çıkarıyor, etrafta birçok hasta var çünkü, sabah taburcu edecekler ferdi'yi. hastane içinde, bahçesinde, dışarıda, sağda solda sabah ediyoruz.

    ferdi'yi alıp eve götürüyoruz. ev dağınık, salondaki azıcık eşya da paramparça... kapılar camlı ve hepsi kırık, yerler cam kırığı içinde...
    ferdi'nin alttan dersleri var. bütün gün okulda olması gerek. fakat bir hoca rahatsız o gün, birkaç saat erken geliyor eve ferdi. anahtarıyla açıyor kapıyı. önce bir şey fark etmiyor, çay koyuyor mutfakta. salona döndüğünde odadan alelacele çıkan ayşe'yi görüyor. fakat bir gariplik var ayşe'de, bir telaş. ayşe durdurmaya çalışsa da yolundan itip, odaya dalıyor ferdi. neredeyse eşyasız diyebileceğimiz odada, herifin biriyle karşılaşıyor. herif ellerini kaldırıp, sakin ol gibisinden hareketler yapıyor. ferdi mutfağa hışımla geri dönüp bir bıçak alıyor eline fakat o sırada herif çoktan daireyi terk edip kaçıyor; iyi ki de kaçıyor. ayşe'nin üzerine yürüyüp bir an bıçağı saplamayı düşünüyor, o sırada ayşe bir sürü laf geveliyor. "git" diyor ferdi... ayşe hızlıca gidiyor. sonra bir cinnet, evdeki her şeyi kırıp döküyor. bu sırada bileği ve kolu derince kesiliyor. gürültüye komşu kadın ve eşi geliyor. açık kapıdan girip ferdi'yi tutmaya çalışıyorlar. ferdi kan revan içinde. baş edemiyor adam, dolapta bulduğu bir şişe soğuk suyu döküyor kafasından aşağı ve 112'yi arıyor. önce sakinleştirici bir şeyler yapıp, bileğine 7, koluna ise 20 küsur dikiş atılıyor ferdi'nin. komşunun "anne babanı arayayım mı?" sorusuna hafızasındaki tek telefon numarası ile cevap veriyor; sonunda 4 tane sıfır olan bayburtlunun numarası.

    biz ferdiyi evine getirdiğimizde, ayşe çoktan gelmiş ve eşyalarını toplamıştı; bunu eve varınca anladık. diğerleri 2 hafta bense 4 ay ferdi ile kaldım. her akşam içtik, sarhoş olduk, izmir'de adım atmadık yer bırakmadık. şimdiki gibi değil ki 50’lik bira üç buçuk lira o zaman. kordonda buz gibi rüzgara karşı durup, alkollü kafa ile denize ve rüzgara "karşıyaka, memleket! duyuyor musun olum memet!" diye bağırdık. her gün telefonlarda arkadaşlarımızla sohbet ettik konferans şeklinde. bazı günler "ayşe" diye ağladı, bazı günler "kodumun kaltağı" diye... yavaş yavaş sağalttık ferdi'nin yaralarını. yeni bir ev tuttuk 2 oda, eski ama yepyeni eşyalar... yeni kıyafet ve ayakkabılar... dünde kalan ne varsa dertop edip attık çöpe. banyodan çıktı ferdi, saçlarını kazımış... "ebeni sikeyim ferdi senin" dedim; girdim banyoya vurdum permatiki kafama. iki dazlak barda coştuk sonra, herkes bize baktı. ferdi’ye bakmışlardır aslında… neyse.

    arkadaşlarımız yeni ev hediyeleri ile geldiler. bayburtlu 12’li kahve fincanı takımı almış. iyice yerleştirdik ferdi’yi evine. derslerine asılmaya başladı ferdi. nihayet okulu bitirdi. her birimiz başka şehirlerde de olsak, fırsat buldukça görüştük. 2 günde bir olmasa da en az 3 günde bir telefonlaştık. teknoloji gelişti, değişti whatsapp grupları kurduk. sonra evlendi ferdi, dünyalar güzeli bir kızcağızla.

    o gün tatlıcıda "abi bir kız bir erkek iki çocuğum olsun istiyorum ama önce kız olsun. önce erkek olursa abi kardeşine hayatı dar eder" demişti ferdi. bugün 2 çocuğu var, kız oğlandan 2 yaş büyük.
  • güvenmiş erkektir.
    hiç bir şeye güvenmezseniz aldatma ihtimaliniz de olmaz.
  • daima neden diye sorgular insan. baştan kendini standart bir insan görürken zamanla cevaplayamadıgı sorulara yenilir. cevapsız her soru eksiltir çünkü erkeği. kadın için aldatılmak tuzla buz olup bir adam tarafından toparlanmakken, erkek için aldatılmak tuzla buz olup ayaklar altında biraz daha etrafa saçılmaktır.
    her şey yolundayken, işindeyken, okulundayken ya da metronun istasyona gireceği kısacık zaman diliminde; kısacası ondan uzakken ve onu hatırlamak için hiç bir neden yokken "aldatıldıgını" hatırlar insan. kendini hep aptal olmakla suçlar. öylesine sever ki karakteri oturmamış bedenlerin cezasını bile o sırtlanır. neden diye sordukça kendine her şeyi yakıştırmaya başlar. bir sıfır geride olduğunu öylesine kabullenir ki sabah aynaya bakmaktan çekinmeye başlar. aldatan kadınsa bunları ne bilir ne duyar hatta mutluluktan kahkaha atar an gelir.
    herkesten ve her şeyden kaçmaya başlar. aldatılmıştır ve herkes bunu yüzüne vurdukça içine kapanır. yaraları büyür insanlar onu teselli etmeye çalıştıkça. gene de ona sarılmak ister fakat tam bu sırada kendinden uzaklaşmaya başlar. sonuçta basit bir seni seviyorum cümlesini bile hem kendi duymuş hemde tercih edildiği insan duymuştur.
    güvenen erkektir aldatılan erkek. ve tuzla buz olan güven hayatının her noktasında her cümlesinde karşısına çıkacaktır. her şey değişse bile ömrünün sonuna kadar o kadın, onu harcayan onu "aldatan" kadın olarak kalacaktır. kendine suçlamak ister fakat suçlayacak bir şey bulamadıkça daha çok tükenir. nefessiz kalır, boğazı düğümlenir, yutkunmak ister yutkunamaz. konuşmak ister cümle kuracak sözcük bulamaz. aldatılmıştır, tükenmiştir. ömür boyu hep aldatılmış bir erkek olarak kalacak ve attığı her adımda yüzüne çarpacaktır tüm bunlar. kadın mı? o gene her şeyi saklayarak başka insanların elini tutacak geride bıraktığı enkazları görmezden gelecektir. dünyası dar olmuş erkeğin beklediği tek şey ise basit bir özür ve güvenmektir.
  • sayısı aldatılan kadın dan fazladır çünkü çoğu fark etmez.
  • şu entryme gelen yorumlardan sonra, kulübe dahil olan sayısının beklediğimden çok olduğunu fark ettiğim topluluktur.

    belli ki kadın erkek eşitliği bu konuda çoktan sağlanmış. "pislik" olarak tanımlanan erkeklerin yanına çokça "kevaşe" olarak tanımlanan kadın da yerleşmiş.

    aldatıldığını söylemek kolay değildir ha, hele bir erkeğin o hayatı ciddiye almadığını, ya da romantik olmadığını göstermeye kasan, duygusuzmuş gibi davranan tavrıyla. bir sürü mesaj... "benim de başımdan benzer olaylar geçti." "benim de canım yandı." "ben de kendimi sorguladım."

    sadece erkeklerin "kötü" olarak tanımlandığı ilişkiler çoktan geride kaldı. sanıyordunuz ki, kadınlar naif, sevgi dolu, aşka değer veren varlıklar. yok be oğlum, hepimiz aynıyız işte. insan, insan...

    çok mu şaşırdınız sevgiliniz sizi aldattı diye beyler? erkeğin elinin kiri, kadının orospu olduğu durumlar çoktan geçmişte kaldı. bizi de acıtırlar böyle.

    ha acıması gerekiyor muydu? çok mu duygusalız? aşk, sevişmek, birine ait olmak gibi kavramlara bakışımız doğru mu? bilmiyorum. ama kendimizi ve birbirimizi avutmalarımız da evli kadınların "benim beyim öyle şey yapmaz" aptallığında ve sıradanlığında. bilginize...
  • aldatilmak büyük bir kötülük olmasından mütevellit her insanda da büyük duygular çıkarır ve bilinç altında çok daha gizli kalan hislerini uyandırır. cinsiyetle bagimsiz olarak oluşan ortak duygular olmaktadır. hayal kırıklığı, güven kaybı gibi sonuçlar her cinsiyette ortak olarak gelişen sonuçlardir. erkekler tarihsel olarak aldatılmaya daha az hazırdir. modern toplumda hala erkeğin aldatması daha normal karşılanıyor. erkek fiziksel olarak aldatırken kadın duygusal olarak aldattigi inancı nesiller boyunca zihinlere kazıldi. kadinlar salya sümük ağlasa bile toparlanmalari çok daha kolay oluyor bence, sindirmeleri ve kabullenmeleri çok zaman almıyor. erkekler aldatıldığında tamamen değiştiğini ve çok belli etmesede alışmak ve kabullenmek konusunda uzun süre alisamamalarina sebep oluyor. çünkü erkek aldatılmayı kisisel yetersizlik olarak gormektedir. ve kendini değiştirmeden bunu asmayı pek başaramıyor. belki de iyi oluyor...
hesabın var mı? giriş yap