• tarihin tozlu derinliğinden olsa gerek, ışıkları halen daha bizlere tam olarak ulaşamamış olan çağ.
  • niye ulaşamamış onu da belirtmek gerek.

    bu çağın adını aldığı aydınlanma bir tek düşün ve edebiyat alanında olmamış; gerçekte, insanları aydınlığa götüren, bilimin yaptığı keşifler sonucu açtığı yol olmuş. galileo'nun dünya'nın kainat'ın - ya da en azından güneş sistemi'nin - merkezi olmadığı yönündeki keşfi, newton'un principia'sı, halley'in kuyruklu yıldızı yavaş yavaş inancın yerini aklın, kabulün yerini sorgulamanın alacağının habercisi olmuşlar.

    şimdi bunları okuduktan sonra bugünü bir kenara bırakın, 1780'in üzerine koyun bir 220 sene ve nerede olacağımızı bir hayal edin:

    paralel evren'in 2000'li yıllarında insanların tek yol göstericisi akıl ve bilim olmalı. 4000 küsür sene dağa taşa tapan, şimşekte tanrı parmağı, yıldızların dizilişinde ulvi düzen arayan insanoğlu, geçmişte yaptığı hatalardan ders almış; bilmediği konular üzerinde fikir yürütürken çekinceli davranmayı, abuk sabuk inançlara kapılıp da sonradan utanmamayı kavramış bulunmalı. herhalde her gün gazetelerde bilimin son keşiflerini anlatan makaleler yayımlanıyor, insanlar birbirlerini tanımak için geçmişlerini araştırıyorlardır. 200,000 yıllık ortak evrimimizin bizi birbirimize ne kadar benzettiği de 21. yüzyıl insanına aşikardır herhal. şüphesiz onlar kuarkların içinde cin, galaksilerde ruh aramıyorlardır. inançlar iyice kişiselleşmiş, tartışmalar en seçkin erdemler üzerine yapılıyor olmalı.

    güzel değil mi; 1780'de açılan yoldan buralara varılır muhtemel.
    o zaman hemen bir kurt deliğinden geçip bu evren'e gelin ve şöyle buyrun (bkz: kova burcu erkeği)
  • bosnada yüzbinlerce insanın öldürülmesi ve sayısız kadının sistematik tecavüze uğramasından sonra; üstelik erasmusun memleketi hollandalı askerlerin performansı, voltaire'nin memleketi fransanın sırp uçaklarına yakıt ikmali yaptırması, shakespeare'nin memleketi ingiltere gazetelerinin "avrupanın ortasında hilal istemiyoruz" manşetleri, marx ve hegel'in memleketi almanya'nın sırplara mayın satması ile artık kapanmış olan ve bir daha da avrupa kıtası üzerinden bir aydınlığın geleceğinden insanı şüpheye düşüren çağ.
    (bkz: yok böyle bişii)
  • dünyada aydınlanma kavramı xviii. yy.da egemen olmaya başlayan bir eğilimi ifade etmekte kullanılmaktadır. william h. mcneill aydınlanmayı şöyle açıklamıştır;

    “akıl, doğa yasası, ilerleme, xviii. yy.‘da aydınlanma çağının kilit sözcükleri işte bunlardı. bu çağda, birçokları ‘beşeri’ aklın insanları geçmişin yanlışlık ve bahtsızlıklarından kurtarabileceğine, onları sürekli bir barışa, bir ütopya yönetimine ve yetkin bir topluma götürebileceğine inanmışlardı. akıl, varoluşu düzenleyen doğa yasalarını ortaya çıkaracak, böylelikle de insan ırkının ilerlemesini sağlayacaktı ”

    aydınlanma derken kastedilen eğilimler, örneğin; akılcılık, dinsel özgürlük, hoşgörü, ilerleme vb. değerlerdir. bu tür eğilimlerin ilk ne zaman başladığını düşündüğümüzde, rönesans’a, hümanizma’ya, reformasyon’a inmemiz gerekir. aydınlanma’yı düşündüğümüzde dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarında ortaya çıkmış olan bir çok akımı düşünebiliriz, ama ilk akla gelen batı avrupa’da, xviii. yy.da ortaya çıkmaya başlayan akımdır.

    aydınlanmaya katkıda bulunan birçok düşünür ortaya çıkıyor. ingiltere’de john locke, david hume, adam smith, fransa’da montesquieu volteire olmak üzere, almanya için de c.thomasius, c.wolf , m.mendelson, lessing ve kant öne çıkan isimler olmuştur. aydınlanmacı düşünürler, kendi milli dillerini kullanarak düşüncelerinin yayılmasını sağlamışlardır. felsefe de böylece geniş kitlelere ulaşabilmiştir.

    aydınlanma’nın karşımıza çıkan en temel özelliği, doğal aklın, bilimsel aklın, doğa bilimlerinden insana, insanın toplumsal ve kültürel hayatına çevrilmesidir.bunun yanında, coğrafi keşiflerle birlikte gelen ticarette hareketlenme, bu hareketlenmeyi hızlandırmış, doğa bilimleri de burjuvazinin gelişimine katkıda bulunarak, aydınlanma için gerekli ortam sağlamıştır. burjuvazinin gelişimi, kişilerin ekonomik bağımsızlıklarını ortaya çıkarıyor, kendine güvenen ve bağımsızlaşan birey ‘aklı’ otoritenin ve geleneklerin üzerinde tutuyordu.

    ingiltere’de john locke, insan aklını, yine o akla dayanan bir dinin merkezine koyuyordu. burada anlatılan klasik dini kurallardan ve dini otoriteden çok daha radikal bir düşünce yapısıydı. fransa’da ise bu süreç daha ılımlı bir ilerleme geçirmiştir. fransa, aydınlanma hareketleri açısından ingiltere’nin yaklaşık bir asır gerisinden gelmiştir. buna karşın fransızlar, aydınlanma çağının öncüleri olduklarını düşünürler, bunun nedeni de hem fransız hem de dünya aydınlanmasının en önemli ismi olan “volteire” olmuştur. bu durumun ardında da “ansiklopedi” kurumu yatar. tutucu çevrelerin karşı çıkmalarına rağmen, montesquieu, rousseau, condorcet, quesnay gibi isimlerin katkılarıyla oluşmuştur.

    locke, montesquieu ve rousseau’nun katkılarıyla, halk egemenliğine dayanan, “toplum sözleşmesi” kavramı da yine bu dönemde oluşmuş ve güçlenmiştir.yine bu dönemde xviii. yy.da aydınlanma çağının ekonomi politikası adam smith tarafından “laissez-faire” olarak ortaya atılmıştı. “ ulusların zenginliğinin nedenleri ve doğası üzerine araştırma“ adlı yapıtı bu dönemde yayımlanmıştır.siyasetin dinden ayrılması meselesine bakacak olursak, ingiliz aydınlanması’nın bu konuda fransa’dan daha önde olmasının kuşkusuz nedeni, thomas hobbes ve john locke olmuştur. her iki düşünür de egemenliğin meşrulaştırılması, devletin neden var olduğu ve iktidarının kaynağının nereden geldiği sorularına yanıt aramışlardır. bu sorular ve tartışmalar xviii. yy. ingiltere’sinin, geleneksel ve tutucu bir şekilde açıklanmasını zorlaştırıyordu ve din ve siyaset arasındaki ayrışmayı hızlandırıyordu.
    xviii. yy. aydınlanma düşünürlerinin ana görüşlerine tekrardan işaret edersek; bu düşünürlerin ilerlemeye olan inançları, insani değerleri yüksekte tutan görüşleri, hümanizma ve bütün insanlığı kucaklamaya çalışan tavırlarının nedenini oluşturan ‘kozmopolitçi’ olmaları, karşımıza çıkmaktadır.

    aydınlanma dönemini etkileyen düşünürlerin yanısıra bu dönemi etkileyen siyasal belgeler de mevcuttur. bunlardan biri 1215 tarihli “magna carta libertatum” (özgürlüklerin büyük şartı) olmaktadır. bir diğeri 1628 tarihli petition of right (hak dilekçesi), 1679 tarihli habeas corpus act (kişi güvenliği yasası), ve 1689 tarihli decleration of rights/bills of rights (haklar bildirisi) olmuştur. burada sözü geçen hak ve özgürlükler aristokrasinin ve onlarla işbirliği içerisinde olan burjuva sınıfının, kendi varlıklarını ve güçlerini kabul ettirmek yoluyla, kralın yetkilerini kısıtlamalarıdır. bunun yanı sıra, değişik alanlardaki düzenlemelerle birlikte dolaylı olarak hak ve özgürlüklerin tanınmasına katkıda bulunmuşlardır.

    bu belgelerin (özellikle magna carta) asıl önemi, belgeleri takip eden yıllarda ortaya çıkan olumlu sonuçlarda ve ingiliz halkı’nda yarattığı etkide kendini göstermesidir. bu belgelerden sonra iktidarın belli bir uyruktan olan bir kesime karşı özel bir tutum göstermesi durumu yavas yavas azalmaya başlamıştır. aydınlanma dönemiyle birlikte batı avrupa’nın liberal demokratik ve çoğulcu toplumlarında bir çok temel değer ortaya çıkmış, günümüze kadar çağın koşullarıyla evrilerek gelmiş ve batı toplumları ile kaynaşmanın haritasını oluşturmuştur.
  • insanlığı bilim, kültür, özgürlük ve insan hakları konusunda defalarca çağ atlatan olayların başlangıcıdır.
    binlerce yıl halkı istediği gibi öldürüp aç bırakan köle yapan din adamlarına, lordlara, krallara ve hala bunların götlerini yalayan beyinsiz şerefsizlere kapak olan olaydır.
    insanları din ile korkutup sömüren monarşinin ve ruhbanların egemenliğinin yıkılmasıdır. bu egemenlik yıkılırken haklı olarak suçlular cezalandırılmıştır.

    sene olmuş 2013 hala ruhbanları ve monarşiyi savunacak kadar kendini kaybetmiş salaklar var.
  • bence herkes bu çağı yanlış yorumluyor. bana kalırsa aydınlanma çağı bir ilüzyondan ibaret. insanlar sanıyor ki eski insanlar karanlık içindeydi, hurafeler içindeydi, 20-30 filozof çıktı, kitapları ile hurafeleri çürüttü ve insanlık aydınlanmayı keşfetti.

    bence eskinin egemen sınıfı zaten aydındı. kilisenin başındakiler tanrının olmadığını bilmiyor mu, yüksek soylular kral’ın tanrı tarafından falan seçilmediğini bilmiyor mu? bal gibi biliyorlar. ama bu şekilde toplum için faydalı “soylu yalanlar”ı tekrarlamak gibi bir uzlaşı içerisindeydiler. sokaktaki insan aydın olmasa da bu insanların çoğu aydındı. sadece bu aydınlığı kitap yazıp kitlelere aktarmıyorlardı. neden aktarsınlar? hem kendi menfaatleri için iyi olmaz hem de toplum için iyi olmaz.

    e ne oldu da bu durum değişti? eskiden savaşlarda optimum yaklaşım nicelikten ziyade nitelik idi. yani 1000 eli tırpanlı köylü askere alacağına 50 tane şovalye almak daha efektif. bu durumda siyasete katılım küçük bir tabaka ile sınırlı kalıyor. nüfusun %95’inin aydınlanmasına gerek yok. onların tek görevi vergi vermek.

    sonra tüfek bulunuyor. basit bir köylü az bir eğitimle koca bir şovalyeyi tek bir vuruşta indirebilir hale geliyor. hal böyle olunca nicelik nitelikten daha önemli hale geliyor. hatta daha tüfeğe gelmeden önce kundaklı yay(crossbow) bulunuyor. zırh delici özelliği nedeniyle sosyal dengeyi değiştireceği sebebiyle vatikan bir süre bu silahı yasaklıyor. ama yasaklar bir yere kadar. silah çıkıyor ve şovalye çağı bitiyor.

    politik sistemleri, ülkeleri bir gemiye benzetelim. ilk model gemiyi yüzdürmek için nüfusun %5’i gerekirken gemi teknolojisi değişiyor. artık yeni model gemi için tayfaların %20’sinin katılımı gerekiyor. tayfalar bu yüzden filozoflar tarafından uyandırılıyor. hadi kalkın, gemiyi yüzdürmek için yardımınıza ihtiyacımız var deniliyor. yoksa insanlığın toptan uyandığı, bir şeyi ilk defa keşfettiği yok.

    bana göre bu bir döngü. bazen toplumun %5’inin, bazen %20’sinin katılımına ihtiyaç duyuluyor. insanlık böyle bir döngü içerisinde. bu döngüde tek bir fark var. matbaa teknolojisi geliştiği için, kitleye ulaşmak için kitaplardan, okullardan da yararlanılıyor.

    yoksa yönetici eliti içerisinde “tayfalardan bazılarını uyandıralım yoksa diğer gemiler bizi batıracak” şeklinde bir uzlaşı olmasa hiç bir filozof ortaya çıkıp kitap mitap yayınlayamaz.

    özetle kilisenin başındakilerin, önceki dönemlerin yöneticilerinin aptal olduğu, hurafeler içinde oldukları, karanlıkta oldukları düşüncesi saçma. o karanlıktaki insanlar öyle kaleler, öyle büyük katedraller, piramitler inşa edip binlerce, on binlerce, yüz binlerce insanı bir arada tutabilirler miydi?

    geçmiştekilerin o kadar da karanlıkta olmadığını anlatan çok güzel bir film sahnesi var. maymunlar cehenneminin 1960’larda çekilen ilk versiyonunda dünya değişmiş ve maymunlar insan olmuştur. insanlar ise maymunlaşmıştır. o dünyaya akıllı, konuşabilen bir insan düşer. maymunların bir kilisesi ve kilisenin de başkanı vardır. inatla, bağnazlıkla maymunlar bu yeni gelen insanın akıllı olduğunu, insanların maymunlar ile aynı düzeyde olabileceklerini kabul etmezler. kilisenin başındaki maymunun adı professör zeus’tur. o evrene düşen insan karakter maymun zeus’a film boyunca insanların da akıllı olabileceğini ispatlamaya çalışır, kendini paralar. filmin sonunda arkeolojik bir alana gelirler. insan karakter orada eski akıllı insanlara ait kalıntılar bulur. profesör zeus bu kalıntıları imha ettirir ki insanların bir zamanlar akıllı olduğuna dair ortada hiç bir kayıt kalmasın.

    bu noktada insan karakter, kilisenin başındaki zeus’un aslında bağnaz olmadığını anlar. ama zeus niye inatla insanları hayvan yerine koymaktadır?

    zeus zorda kalınca insan karakterini insanlığa ne olduğunu anlaması için bir bölgeye gönderir. “insanların akıllı olduğunu ben de biliyorum” der. ama yarattıkları “insan akıllı değildir”, “insanları taklit etmeyin”, “maymunlar ile insanlar arasında hiç bir benzerlik” yoktur söyleminin altında bir sebep olduğunu söyler. bu söylem ortaçağ karanlığına benzeyen bir bağnazlığa benzer ama arkasında akıllıca bir sebep vardır.

    insan karakteri söylenen bölgeye gittiğinde insanlığa ne olduğunu anlar. yıkılmış özgürlük anıtını bulur. belli ki insanlık fazla aydınlandığı için nükleer teknolojiye erişmiş ve kendini yok etmiştir.

    o anda insan karakteri yıkılır. çünkü tüm film boyunca insan ırkının akıllı olduğunu kanıtlamaya çalışmış ama sonunda bu akılın insan ırkının yıkımına sebep olduğunu görmüş, tüm film boyunca düşmanı olan profesör zeus’un insan ırkını izlemeyen bir ortaçağ karanlığı yaratarak belki de haklı bir şey yapmış olduğunu fark eder.

    eğer her insan topluluğu aydınlanmış, hurafelerden arınmış, rasyonel bireylerden oluşsa idi, her topluluk faydasını maksimize etmek için diğer toplulukları imha etmeye çalışırdı ve ortalık nazi benzeri rejimlerden geçilmezdi. hatta toplumlar kendi içlerinde fazla aydınlandıkları için çatışmalardan geçilmezdi. belki de bizi insanlık olarak ayakta tutan “insanlığımız değil hayvanlığımızdır”.

    yeni cesur dünyada ilginç bir kısım vardır. kitapta kıbrıs adası üzerinde bir deney yapılmıştır. genetik olarak en üst düzey insanlardan oluşan bir toplum kıbrıs adasına yerleştirilmiştir. sonuç felakettir. kolonide iç çatışmalar, grevler, kavga-gürültü bitmemiş ve koloni en sonunda çökmüştür.

    yöneticilerin mal olmadığına, teknoloji değiştiğinde gayet de eskinin hurafelerinden arındıklarına dair bir anektod da japon tarihinden. hideyoşi japonya’nın büyük bir lideridir. bu adam basit bir commoner. nasıl oluyor da samurayların, soylu olmanın allah olmak demek olduğu bir toplumda bu adam lider olabiliyor? böyle bir adamın lider olabilmesi eski samuraylara ana bacı küfür etmek gibi bir şey. eskiden bir samuray bir köylüyü bana kışt dedi diye kılıcı ile kesebilirdi bile. ve bu suç değildi.
    peki hideyoşi nasıl oldu da commoner’ların hayvan yerine konulduğu bir toplumda lider oldu? cevabı yine “savaş teknolojisinin değişmesi”. hideyoşi’yi istihdam eden kişi lord nobunaga. nobunaga klanı köylüleri tüfekli piyade şeklinde istihdam etmeye başlayan klan. bir toplantıda nobunaga “uzun mızrak mı iyidir i, kısa mızrak mı iyidir” diye bir general samuray ile hideyoşi’yi tartıştırıyor da soylu general nasıl beni bir commoner ile bir tutarsın diye küplere biniyor.

    özetle bence ilk defa aydınlanmadık. ilk defa da uykuya yatıyor değiliz. bu bir döngü.

    peki şimdi ne oluyor?

    şimdi savaş teknolojisi tekrar değişti. makineli tüfeğin icadından beri tekrar nitelik tarafına bir kayış var. tank icat edildi, hava gücü icat edildi. sonuncu olarak ise dron olayı bence elde silahlı piyadeyi bitirdi. ülkeler bu yüzden tekrar paralı askerlere döndüler. son olarak ise robot askerlerin çıkması ile ortaçağ’a geri dönüyoruz.

    pkk’ya karşı başarısı nedeniyle dronları ve profesyonel orduyu coşku ile karşıladık. oysa ki kendi mezarımızı kazıyoruz farkında değiliz. cumhuriyet’in mezarını kazdığımızın farkında değiliz. ama yapacak bir şey yok. biz bu reformları bugün yapmazsak yarın başka güçler bize karşı yapacak. bunlar iki ucu keskin silahlar.

    politik ve ekonomik düzen de savaş teknolojisini izliyor. vatandaşlara ihtiyaç kalmadı. artık tekrar dünya, %5 aydınlansın gerisi karanlıkta kalsın sistemine dönüyor. demokrasi ve yaygın eğitimin kalitesi bu yüzden düşüyor. gelir dağılımı dengesizleşiyor. türkiye ve dünyada olanlar bir tesadüf değil.

    kant ne demiş? insan kendi aklını kullansın demiş. saçma bir söz bence. ben de çocukken öyle düşünürdüm. hayat bana bunun nasıl yanlış olduğunu gösterdi. herkesin iyi olduğu bir konu vardır. herkesin uzmanlaştığı konu vardır. kendi ekmeğimizi pişirip, kendi binamızı inşa ediyor muyuz? eğlenmek için kendi filmimizi mi üretiyoruz? bazısı iyi koşar, bazısı iyi şarkı söyler, bazısı iyi yemek pişirir. e bazısı da iyi düşünür. herkes kendi kendine düşünmemelidir. bazıları diğer insanların yerine düşünmelidir. kant bunu niye demiş? o anda gemiye o kadar acil şekilde tayfa lazımmış ki o zamanın filozofları bağırmak zorunda kalıyorlarmış. “düşünme kabiliyetiniz ne olursa olsun uyanın gemi kayalıklara doğru gidiyor”. yoksa eminim ki toplumun %20’si uyansa ve acil durum sona erse kant bu sefer de “tamam tamam kotayı doldurduk. daha adama ihtiyacımız yok. o kadar da kendi aklınızla düşünmeye çalışmayın. burada biz parti kurduk. tamam kilisenin hurafelerinden arının ama parti sizin yerinize düşünüyor. tekrar uykuya yatın” demek zorunda kalacaktı.

    iyi düşünebilme becerisi insan ırkının default özelliği değil bir “anomalidir”. iyi düşünemiyor olmak insan ırkını hayatta tutmuştur. eğer toplumlar tam aydınlanmadan eski hurafeleri ve karanlığı terk edip aydın mentaliteyi taklit ederlerse alman milletinin ikinci dünya savaşında yaşadığı acılara benzer acılar yaşarlar.

    özetle aydınlanma çağı ilk kez bulunmuş bir durum değil şartlara göre değişen, bazen arttırılıp bazen azaltılması gereken bir döngü.

    gidin bakalım aydınlanma çağı filozoflarına benzer bir mentalite ile amerika’da, “genetik modifikasyon yapalım”, “insanların genlerini yükseltelim”. “insan ırkını geliştirelim” diye fikirleri kamuoyunda paylaşın bakalım günümüz modern kiliseleri size izin veriyor mu?
  • türkiyenin 19 mayıs 1919 - 10 kasım 1938 yılları arasında bir dönem ayak uydurabildiği çağ.
  • server tanilli, uygarlık tarihi kitabının beşinci cildinin 27. sayfasında şunları yazar: "aydınlıklar yüzyılı, tanıyıp bilmenin tutkunu idi. bu amaçla da, kendini matematik araştırmalara başarıyla vermiş, evren hakkında – mekanist anlamda – dev bir açıklama ortaya koymuş, gökte takımyıldızları incelemiş, uzak denizleri arayıp bulmuş, bitkibilimi örgütlemiş, kimyanın egemenliğini gerçekten başlatmış, elektrik deneylerinden hoşlanmış, teknik motora çalışmış, - o karışık – üreme sorunu üzerinde düşünmüş, eski söylemlerin ayrıcalığını reddetmişti."

    evet, bu dönemi de server tanilli'den okumak ayrı bir zevktir...
  • (bkz: age of reason)=(bkz: akıl çağı)
    (bkz: düşünüyorum öyleyse varım)

    rönesansla yeniden doğan avrupa'nın mantığı ön plana çıkardıkları çağa verdikleri isimdir. ayrıca (bkz: avrupamerkezcilik)

    avrupa bu döneme nasıl gelmiştir?
    avrupa bu döneme bilgi birikimini değerlendirmesiyle gelmiştir. bu bilgi birikimine kimler katkıda bulundu? sümer, babil, asur gibi mezopotamya medeniyetleri, mısır, çin, hindistan, antik yunan, roma, iran, islam uygarlığı... mısır hiyerogliflerinin fenikeliler tarafından geliştirilmesi, bu alfabenin yunanlılar tarafından diğer aşamaya götürülmesi, ortaya çıkan formlardan birinin italya yarımadasında geliştirilmesi ve latin alfabesinin temellerinin atılmasını örnek olarak gösterebiliriz.
    (what the ancients did for us belgesel serisini, eski medeniyetlerin katkılarını ve etkilerini öğrenmek açısından tavsiye edebilirim.)

    güneş bir medeniyetin üstüne doğarken diğerinde batıyor. mısır, iran, çin, mezopotamya, yunan gibi kadim kültürlere sahip uygarlıkların tarihi buna bir örnektir. bir başka örnek islam uygarlığı. altın çağlarını avrupa'dan çok daha önceleri yaşayan islam uygarlığı avrupa'nın kültürel dönüşümüne büyük katkılar yaptı. daru'l hikmet ile başlayan ve yaklaşık 200 yıl süren çeviri hareketi ile yunancadan birçok çeviri yapıldı. ayrıca 12. yüzyıldaki latince çeviri hareketine de önemli kaynak sağlandı. avrupa birçok antik yunan klasiğini bu çevirilerden öğrendi. avrupa'nın islam dünyası ile ispanya'da* ve sicilya'daki etkileşimi, haçlı seferleri, ipek yolu, kral yolu, büyük iskender'in fetihleri, cengiz han'ın fetihleri vs. ile farklı toplumların birbirleriyle kurduğu ilişkiler ile ortaya çıkan bilgi fıskiyesidir bir bakıma bu çağ.
  • felsefede 17. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp, 19. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan, her alanda aklı temel alan döneme aydınlanma veya "akıl çağı "denir.
hesabın var mı? giriş yap