• ileri gelen büyük müfessirler diyorlar ki:
    “b”nin buradaki (besmelenin başındaki) mânâi ilsakı, ya mülabest ve musahabet veya istianedir...
    yani şuurumuzda hâsıl olacak olan nispet “allâh, rahmânı rahıym” ismine bir mülabest ve mâiyet hissi; veyahut “allâh” isminin ve “rahmân’ı rahıym” sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran rahmeti ilâhiyeden istimdad ve istiane hissidir; ki evvelkinde, nazmı besmele, hâl; diğerinde, mefulü bih gayri sarih olur...
    ...bu tevile göre, besmele’nin meâli;
    “allâhi rahmânı rahıym namına”
    demek oluyor, ki bu da “b”da mülabese mânâsına dönüktür...
    fakat, bunun hâsılı, bir niyabet itirafıdır.
    bir işe başlarken, “filan namına” demek;
    “ben, bunu, ona izafeten, ona hilafeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum... bu iş hakikatte, benim veya başkasının değil, ancak o’nundur”... demek olur…
    bu da, vahdeti vücud mülahazasına dönük bir “fenâfillâh” hâlidir ki; ancak risâlet, vilâyet, hâkimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsusada cari olur...” (cilt:1; sayfa:43)
  • kurân’ın sırrı fâtiha’da; fâtiha’nın sırrı besmele’de; besmele’nin sırrı da başındaki “b”dedir!”
  • …”bismillâhir rahmânir rahıym, her kitabın anahtarıdır!”

    nasıl, anahtarsız kilit açılıp içeri girilemezse; “besmele”nin mânâsını da kavramadan, “kitab”ın mânâları anlaşılamaz! şayet “besmele”nin işaret ettiği bilinç düzeyi ile bu konuya yaklaşırsak, ancak o takdirde işin “sırrına” yönelmiş; ve o hedefe kilitlenmiş oluruz! ….
    (bkz: http://www.ahmedhulusi.org/yazi/besmele.htm)
  • tasavvufun özüdür aslında. kurân’ın sırrı fâtiha’da; fâtiha’nın sırrı besmele’de; besmele’nin sırrı da başındaki “b”dedir!” kuranı kerimin sırrına erenlerin yegane yol göstericisidir.
  • “b” sırrıyla anlayış
    söz buraya gelmişken, isterseniz, almış olduğumuz bu “b” harfi sırrıyla bazı âyetleri değerlendirmeye çalışalım:
    “…vallâhu muhiytun bilkâfiriyn” (2.bakara: 19)
    “allâh, hakikati inkâr edenlerin de varlığını meydana getiren muhiyt’tir (ihâta etmektedir).”
    * * *
    “…vallâhu bi külli şey’in ‘aliym” (2.bakara: 282)
    “allâh bi-küllî şey’in - her şeyin esmâ’sıyla hakikati olarak aliym’dir.”
    * * *
    “…vallâhu basıyrun bimâ ya’melûn” (2.bakara: 96)
    “allâh, hakikatleri olarak yaptıklarını değerlendirmektedir (basıyr).”
    * * *
    “…innallâhe binnasi le raûfun rahıym” (22.hac: 65)
    “muhakkak ki allâh insanlarda raûf’tur, rahıym’dir.”
    * * *
    “...vallâhu aliymun bi ma ya’melun” (12.yûsuf: 19)
    “allâh onların yapmakta olduklarını (onların hakikati ve fiillerinin yaratanı olarak) aliym’dir.”
    * * *
    “…vallâhu a’lemu bi ma yektümun” (3.âl-u imran: 167)
    “allâh gerçeği bilirken, neyi içlerinde gizlemeye çalışıyorlardı!”
    * * *
    “vasnaılfülke bi a’yunina ve vahyina...” (11.hûd: 37)
    “gözlerimiz olarak (mâiyet sırrına işaret bu ifade), vahyimizce gemiyi yap...”
    * * *
    “…vallâhu rauf’un bil’ıbad” (3.âl-u imran: 30)
    “allâh kullarına hakikatlerinden raûf’tur.”
    * * *
    “…ve mâ tef’alû min hayrin feinnallâhe bihî ‘aliym” (2.bakara: 215)
    “hayırdan ne yaparsanız, allâh (esmâ’sıyla fiillerinizi yaratan olarak) bilir.”
    * * *
    “…vallâhu bi ma ta’melune habiyr” (3.âl-u imran: 180)
    “allâh yapmakta olduklarınızdan (onları yaratan olarak) habiyr’dir.”
    * * *
    “…innallâhe aliym’un bil müfsidiyn” (3.âl-u imran: 63)
    “şüphesiz ki allâh fesat çıkaranları bilir (sonucunu yaşatır).”
    * * *
    “…vallâhu aliymün bil müttekıyn” (3.âl-u imran: 115)
    “allâh korunanların varlığındaki esmâ’sıyla aliym’dir.”
    * * *
    “…vallâhu aliymun bi zatis sudur” (3.âl-u imran: 154)
    “allâh içinizdekileri bilir, zira sînelerinizin hakikati o’nun esmâ’sıdır.”
    * * *
    “…innallâhe bima ya’melune muhıyt” (3.âl-u imran: 120)
    “muhakkak ki allâh onların yaptıklarını ihâta eder (mekân kavramı olmaksızın).”
    * * *
    “ve mimmen hâlâkna ümmetün yehdune bil hakkı ve bihi ya’dilun” (7.a’raf: 181)
    “yarattıklarımızdan (öyle) bir topluluk var ki, hak olarak hakikate erdirirler ve o’nun ile her şeyin hakkını verirler!”
    * * *
    “katiluhüm yüazzibhumullâhu bi eydiyküm...” (9.tevbe: 14)
    “savaşın onlarla (ki), allâh elleriniz olarak onları azaplandırsın, rezil etsin onları...”
    * * *
    “...yüdebbirul’emre yufassılül’âyâti lealleküm bi lıkai rabbiküm tukınun” (13.ra’d: 2)
    “hükmü doğrultusunda (her şeyi) oluşturur - yönlendirir; tüm detaylarıyla var eder; rabbinizin likâsına (hakikatinizdeki rabbinizin esmâ’sının açığa çıkışının farkındalığına) yakîn sahibi olmanız için.”
    * * *
    “...innehu aliymün bi zatis sudur” (8.enfâl: 43)
    “muhakkak ki o, sadırların (“dünyan”ın) zâtı (varlığınızın el esmâ’sıyla hakikati) olarak aliym’dir.”
    * * *
    “enzele minessemai maen fesalet evdiyetün bi kaderiha fahtemelesseylü zebeden rabiya*...” (13.ra’d: 17)
    “semâdan bir su (esmâ özellikleri) inzâl etti de vadiler (esmâ bileşimi olan birimsel yapılar) kendi bi-kaderlerince (terkibiyetlerindeki kuvvelerin miktarlarınca) sel olup (düşünsel yaşamları) aktı...”
    * * *
    “ve binnecmi hüm yehtedun” (16.nahl: 16)
    “necm (yıldız - hakikat ehli {ashabım gökteki yıldıza benzer; hangisine uyarsanız hakikate erdirir... hadisi}) olarak hakikate erdirir!”
    * * *
    “kale rabbi bima ağveyteniy le üzeyyinenne lehüm fiyl ardı ve leuğviyennehüm ecme’ıyn” (15.hicr: 39)
    “(iblis) dedi ki: ‘rabbim! bende açığa çıkan esmâ’n sonucu azdırman yüzünden, yemin ederim ki, arzda (bedenli yaşamlarında) onlara (suçları; sünnetullâh’a göre perdelilik oluşturan fiilleri) süsleyeceğim ve onları toptan azdıracağım.’”
    * * *
    “…innâllahe habiyrun bima yasne’un” (24.nûr: 30)
    “muhakkak ki allâh yapıp işlediklerini (yaratan olarak) habiyr’dir.”
    * * *
    “…innallâhe aliymun bima yef’alun” (10.yûnus: 36)
    “şüphesiz ki allâh yapmakta olduklarını (esmâ’sıyla hakikatleri olarak) bilen’dir.”
    * * *
    “…elâ innehu bi külli şey’in muhıyt” (41.fussilet: 54)
    “dikkat edin! muhakkak ki o, bi-küllî şey’in (her şeyin esmâ’sıyla varlığında olarak) muhiyt’tir (ihâta eder)!”
    * * *
    “in yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti bi halkın cediyd” (35.fâtır: 16)
    “eğer dilerse sizi ortadan kaldırır ve halk-ı cedîd olarak (esmâ’sının yepyeni bir açığa çıkışıyla) gelir!”
    * * *
    “…ve huve bikülli halkın aliym” (36.yâsiyn: 79)
    “‘hû’ esmâ’sıyla her yaratışı aliym’dir.”
    * * *
    “inna zeyyennes semâed dünya bi ziynetinil kevakib” (37.sâffât: 6)
    “muhakkak ki biz, o dünya semâsını gezegenler ile zinetlendirdik.”
    * * *
    “iste’iynû billâhi” (7.a’raf: 128)
    “allâh’tan (ulûhiyeti dolayısıyla hakikatinizden; benliğinizi oluşturan el esmâ’sındaki kuvveden) yardım isteyin...”
    bu âyetlere bir de bu anlamlar yönünden bakarsak acaba bize ne gibi kapılar açılır?.. isterseniz bunları da bir düşünelim...
    evet, bunları kavrayabildiysek, şimdi bu anlayışla fark etmeye çalışalım...
    hiçbir yerde “ilâh”a imandan söz edilmemektedir; çünkü “allâh”, “tanrı” değildir!
    “senin ilâhın allâh’tır” sözünün mânâsı “allâh ilâhtır” demek değildir!.. bu belki, “senin ilâh-tanrı bildiğin, sandığın varlık gerçekte allâh’tır; ki o tanrı olmaktan münezzehtir” anlamına alınabilir...
    bunun izahını geniş olarak “hz. muhammed’in açıkladığı allâh” isimli kitabımızda yaptık. arzu edenler bu hususu oradan tetkik edebilirler...
    evet, “allâh”a iman derken, “allâh”ı en asgari sınırı ile “ihlâs” sûresi’nde belirtilen biçimde anlamak gerekir.
    şayet “allâh”ın “ahad” olduğunu akıldan çıkarırsak veya “allâh”ın “ahad” olduğunun mânâsını anlamadıysak; “allâh”ın “doğurulmamış ve doğurmamış olduğunun” mânâsını fark edemediysek, çözemediysek, idrak edemediysek; bu takdirde biz, “allâh’a inanıyorum” deriz; ama yine de “âmentü billâhi” dememiş oluruz!.. lafını etmiş, dille söylemiş oluruz; fakat anlayış olarak bu kavramdan mahrumuzdur...
    işte bu durumdakilerin hâlini açıklayan âyet de şudur:
    “insanlardan bir kısmı “b” işareti kapsamınca (varlıklarını allâh esmâ’sının oluşturduğu inancıyla) allâh’a ve âhiret süreçlerine (sonsuzluk içinde, kendilerinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşayarak yer alacaklarına) iman ettiklerini söylerler; ne var ki imanları gerçekte bu kapsamda değildir!” (2.bakara: 8)
    çünkü...
    ihlâs sûresi’nde, “allâh”ın “ahad” yani bölünmez, parçalanmaz, cüzlerden meydana gelmemiş, parçalardan oluşmamış; sonsuz sınırsız tek olduğu...
    ve de “samed” olarak, o’na herhangi bir şeyin girmesinin, ya da o’ndan herhangi bir şeyin çıkmasının mümkün olmadığı anlaşılabildiği zaman...
    ve yine “o”ndan meydana gelmiş ikinci bir varlığın var olmadığı; ayrıca “o”nun başka varlıktan meydana gelmesinin söz konusu olmadığı fark edildiğinde ve bunun anlamı kavranıldığında, zaten otomatik olarak bizim “ben” dediğimiz varlık, hiç “var” olmamış olarak “yok” olur!
    ya da çok basite indirgeyerek açıklayalım... “allâh”ın “sınırsız” varlığına iman edildiği zaman!.. yani “sınırsız” varlığı dolayısıyla hiçbir boyutta “o”nun yanı sıra ikinci bir varlığın mevcudiyetinden söz edilemeyeceği kavrandığı zaman... görülecektir ki “sen (ben)” zaten hiç “var” olmamışsın... “yok”sun!.. “yok” mayasından oluşmuş bir “yok” olarak mevcudsun; ki gerçekte tüm varlık sadece “o”dur!
    var olmamış bir şey nasıl “yok” olur?..
    var olmayan bir şey, gerçekte, ancak beş duyunun oluşturduğu zanda “var” kabul edilir; o zanda “var” kabul edilen “benlik”, idrak oluşunca da “yok” olur demektir! yoksa, gerçekten “var” olan hiçbir şey “yok” olmaz!..
    çünkü her şeyin varlığı, “allâh” varlığıyla mevcuttur!.. ki, o şeyin mutlak mânâda “yok” olması demek, sonuçta allâh varlığının “yok” olması demek olur...
    evet şimdi biz yine ana konumuza dönelim...
    “allâh”a iman, işte böylesine “allâh”ın “tek”liğine iman ile birlikte, bu imanın getirisi olarak, kendi varlığının, hakk’ın varlığı dışında var olmadığını idrak etmek suretiyle meydana gelir.
    eğer kendi varlığının “var” olmadığını anlarsan, işte o zaman dersin ki: “âmentü billâhi”...
    ben, “allâh”ın varlığına, “o”nun varlığı ile kaîm ve mevcut bir varlık olarak iman ediyorum.
    bu konuda bakınız, tahkiki imanın neye olması icap ettiğini hamdi yazır ünlü tefsirinde nasıl anlatıyor:
    “islâm’da emrolunan umumi mevzuu iman “lâ ilâhe illâllâh” tevhidi, yani tevhidi ulûhiyettir. “la mevcûda illâllâh” diye ifade edilen tevhidi vücud değildir... bu olsa olsa, tariki marifette kat’ı merahil (aşama yapmış) etmiş havass için mevzuu bahs olabilir...
    ve bizim nazarımızda, tevhidi vücud alelıtlak münker değil, belki keşfen müsbettir!
    lâkin “allâh’tan başka mevcud yoktur” demekle, “her mevcud allâh’tır” demek arasında pek büyük fark vardır...
    evvelkisi, “tevhidi mahz”(sırf tevhid) olabilir; lâkin ikincisi şirki mahzdır (sırf şirk)...
    “allâh’tan başka mevcud yoktur” denildiği zaman, mâsivâya isnad edilen vücudun hakiki olmayıp, hayalî, vehmî, şuurda yansıyan bir emri zıllî olduğu; ve vücudu hakikinin ancak allâh’a muhtas bulunduğu ikrar ve âlemin bizâtihi ve lizâtihi vücudu hakikisi nefyedilmiş olur ki, bu vahdeti vücuddur...
    çünkü, keşfen sâbit olduğu üzere, biz âlem namına ne biliyorsak, hepsi mahsusatımız, hayalimiz, suveri zihniye ve intibaatı ruhiyemizden (ruhen hissedişimiz) ibarettir... bunları ayan tasavvur etmemiz, ve bil’izafe hak diyebilmemiz, zâtında vâhidi ekmel olan hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahakkukunu tasdik sayesinde mümkün olabilir ki, bunu fâtihada izah etmiştik...
    binâenaleyh, “vahdeti vücud” tevhidi vücudisi, eşbahı âlemin zıllî ve hayalî olduğunu görmek ve onları silip maverasındaki hakkı vâhidin vücuduna iman eylemek ile mümkün olur!..” (hak dini kur’ân dili, cilt:1, sayfa:576)
    evet, marifete erer, gerçeği fark edersen; “allâh”ın varlığı ile mevcut ve kaîm bir varlık olduğuna iman edersin; ki bundan sonra da artık sende “bireysel benlik, kendini bir birim olarak kabul etme” kavramlarının olmaması gerekir.
    ama gene de bu birimsellik kavramı sende olur mu, olur!..
    niye olur?..
    “allâh” öyle dilediği için olur!
    çünkü o’nun dilediğine ve yaptığı işlere karışacak o’nun dışında ikinci bir varlık söz konusu değildir.
    bu hususta akla gelen bazı âyetler var:
    “…yahluku ma yeşa…” (42.şûrâ: 49)
    “dilediğini yaratır.”
    “…yef’alu ma yüriyd.” (2.bakara: 253)
    “dilediğini yapar.”
    “lâ yüs’elu amma yef’alu...” (21.enbiyâ’:23)
    “yaptığından sual sorulmaz.”
    şimdi burada bir ince nokta daha var... “allâh”a yaptığından sual sorulamaz; demiyor! yani, sorulabilir ama sorulmaz, sorabilirsiniz ama sormayın gibisine değil...
    yaptığından sual sorulmaz, yani sual sorulması imkân dışıdır, olanaksızdır! niye olanaksızdır?..
    çünkü “allâh” dışında ikinci bir varlık yoktur, ki sual sorsun! dolayısıyla “allâh”a yaptığından sual sorulmaz.
  • bu öyle bir sırdır ki...

    birine sorup da öğrenebileceğin bir bilgi değil. birileri biliyor da sır gibi saklıyor da değil.
    bu sırrın ne olduğu sende gizlidir. üstü sırlanmıştır, sıyırırsan üstünün sırrını, karşılaşırsın bu sırrın hakikatiyle.

    o zaman dersin ki... "meğer ayrıca bir "ben" var değilmiş. meğer var görünenlerin hiçbiri o'ndan gayrı değilmiş."
  • bütün harfler derindir.
    b başka derindir.

    b alfabede ikinci harf.
    a ise birinci.

    sayı – harf eşleşmelerinde, a denildiğinde akla bir (1),
    b denildiğinde de iki (2) gelecek.
    ayrıca, a ve 1 erildir, gökseldir.
    b ise dişil, yere ait bir harftir.

    a=1=eril=göksel (semavi)=dikey=aydınlık=aktif=ateş=daire…
    b=2=dişil=yer(toprak)=karanlık=yatay=dikdörtgen (veya kare)…
    bu bir kalıp mıdır?

    bir sayıların ana unsuru, yapıcısı kabul edilmişti. hatta kimileri bir için “o sayı değil, mutlak olanı, bölünmeyeni, tam olanı, gök baba’yı temsil eder" der.
    iki, ilk sayı olmasa da, ilk çift sayıdır. yani, mükemmel, tam, bütün, bölünmez olan bir’in yarattığı ilk eserdir mükemmel iki.
    iki, bir’in bütünlüğü içinde gelişmiş olan ikiliği/düaliteyi de vurgular. iki içinde aydınlık-karanlık, siyah-beyaz, iyi-kötü, iç-dış, erkek-dişi gibi zıtlıklar bulunur.

    iki bir çift sayı olarak pasiftir (toprak / ya da toprak ana gibi). dişildir de aynı zamanda. burada akla gelen en tipik sembol çin’in kadim yin-yang’ı dır. bu bildik sembolde aktif, eril, pozitif, aydınlık, beyaz olan yang’dır. yin ise pasif, dişil, negatif, karanlık, siyahtır.

    bu özellikleriyle yang gökyüzünü, yin ise yeryüzünü simgeler. ancak her ikisi de birbirlerinin içinde karşıtlarını da barındırmaları (siyah içinde beyaz daire ve tersi gibi) ve bir daire içinde birbirlerini tamamlayacak biçimde örtüşmeleri nedeniyle ikisi bir “evrensel bütünü, harmoniyi” yeryüzü ve gökyüzü’nün mükemmel birliğini gösteren, mükemmel bir semboldür diyebiliriz.

    işte b’de içinde böyle bir harmoni ve bütünlüğü barındırır.

    fenike, arap, ibrani, arami, latin alfabelerinde ikinci harf olan (ve sayısal değeri iki olan) ‘b’ yaratılan/yaratılmış dünyaya bir gönderme yapar.
    etrüks alfabesinde farklı mı?
    ya göktürk alfabesi?

    göktürk alfabesinde b, çadır biçimli bir piktogramdır.
    eh, biçimi çadır olunca, anlamı da ‘ev’ olur haliyle.
    tek başınayken eb diye okunur.
    dilimize ‘ev’ sözcüğünün nerden geldiğini anladık galiba?

    evet, toprak olan, ana olan, kare – dikdörtgen olan b, doğal olarak bir barınakdır, evdir, yurttur, çadırdır, dünyadır.

    derler ki yeni ahit ve eski ahit bereshith (başlangıçta) diyerek yaratılış hikayesine başlarlar.
    ya kur’an?
    kur’an sureleri herzaman ‘b’ ile (bismillah) başlar (tevbe suresi hariçtir, ancak tevbe zaten b harfi ile başlar).

    hz. ali der ki “ilahi sırlar peygamberlere inen kitaplardadır, peygamberlere inen kitapların sırrı kur’an’da dır, kur’an’ın sırrı fatiha suresinde, fatiha’nın sırrı besmele’de, besmele’nin sırrı b harfinde, b’nin sırrı ise altındaki noktadadır, işte o nokta benim.”

    malum, nokta hiçliği/sıfırı sembolize eder, diğer taraftan da nokta olmadan arapçada cümle oluşturmak mümkün olmaz. hadi bakalım, bunu tefekkür etmek de size düşsün (zaten guéenon biraz sonra fazlasıyla ipucu verecek).

    ibranicede de ikinci harf olan (b) beth, ‘ev’ anlamına geliyor. kabala’ya göre tüm yaratılış tanrı’nın bir evi olma amacında ve çabasındadır ve buna göre beth harfi tanrı’nın mekanı kavramını simgeler. ibraniler b’de noktayı evin içine koymuşlar.

    aynı iki sayısı gibi, beth harfi de kabala’da düalite kavramını ortaya koyar ve tüm karşıtlıklar beth harfi içinde bir arada bulunurlar.

    r. guenon’da yaratılışın kökeninde ba’nın(beth)olduğunu kabul ederek şunları söyler ki zihin açıcıdır, “ba ruhu temsil eder. bunu da öz itibarıyla ‘nur’ ile özdeş olan evrensel varoluşun külli ruhu olarak anlamak gerekir … aynı şekilde ikilikten önce birlik, ya da ba’dan önce elif vardır. demek oluyor ki elif kutupsal bir harftir, şekli de zaten bir eksen gibidir. bunu izleyerek ilahi düzen oluşur. elif’in en üst noktası ki, “sırların sırrı” dır (sırru’l esrar), ba’nın noktasında yansır. evrensel varoluşun alanını saran ve sınırlandıran “ilk daire” nin merkezi olarak bu nokta zaten mevcut ve mümkün bütün yönlerde aynı zamanda görülebilir nitelikdeki çemberdir – gerçekte bir küredir. eğer elif’in dikey şekli ve ba’nın yatay şekli göz önüne alınıp değerlendirilecek olursa, aralarındaki ilginin etken ve edilgen bir prensibin ilgisi olduğu hemencecik görülür…”.

    geleneğin koridorundan bir başka sayfa açacak olursak, mısır hiyerogliflerinde ‘ruh’ un simgesi insan başlı kuştur ve ‘ba’ olarak okunur. insan başlı kuş ‘ba’ ölülere taze hava ve yiyecek getirir. akşam üzerleri de ra (güneş tanrısı) ile birlikte güneşe doğru dolaşmaya çıkarlar.

    ‘ba’ yı söyleyip ‘ka’ yı söylememek olmaz. ‘ka’ da eski mısır’da insan başlı bir kuşla temsil ediliyor, neyi anlattığı konusunda çeşitli rivayetler olmakla birlikte, kimileri ‘ka’ için astral bedeni temsil ediyor diyorlar; kimileri de “duble/fiziksel bedenin süptil maddelerden oluşan kopyası” diyorlar. bunları birleştirip “ba, ka, ra bir kutsal üçlemedir” denilebilir mi? o halde kuran’ın bakara suresi de adını burdan almış olabilir mi, bilinmez? ama biliyoruz ki bakara arapça’da ‘inek’ demek ve bakara suresi de ibranilerin ineğe (buzağı) tapmalarına dair bilgiler verir. konuyu karıştırma riskini göze alıp, daha önce bir bölümünde sözünü ettiğim mısır’ın kutsal boğası bach’ın (bacis) güneş tanrısı ra olan ilişkisini bir kez daha hatırlatmak isterim.

    babil kozmolojisinde daire gökyüzünü, kare de yeryüzünü temsil ederdi. daire içine yerleştirilmiş kare de mükemmel bir ile mükemmel iki’nin birleşmesini gösteriyordu. nitekim babil’de pek çok yerde bu sembol karşımıza çıkar.

    kare ile daire denince akla mabet planları gelir. mabetlerin zeminlerinin kare veya dikdörtgen (dişil – ev – iki), tavanlarının ise kubbe veya daire (eril – semavi – bir) olduğunu hatırlayalım.

    nasıl oldu?

    o zaman mabede giren kişi aslında anneye veya eve gidiyor. ibadetini yapıyor ve içsel aydınlanmasına kavuşup, çıkarken yeniden doğuyor.
    arka planda bu gerekçe olmalı.

    boşuna değil ma – beth (annenin evi) adı verilmesi.

    aynı şekilde uzakdoğu geleneğinde de gökyüzü (tien) ile daire ilişkilendirilmiştir, yeryüzü (ti) ile de kare. burada şu soru akla gelebilir, o halde ti-beth yeryüzünün kapısı-evi anlamına mı geliyor? işte sembolizma zenginliği böyle birşey. göğe doğru uzanan yüce dağlar yeryüzünün kapısı, ana tanrıçaların mekanı sayılmış. o dağlardaki mağaralar da ana tanrıçanın rahmi kabul edildiği için mağaralara girip çıkışlar yeniden doğuşlar, nura kavuşmalar olarak kabul edilmiş.

    rené guénon’un deyişiyle: “…bu iki sayının her biri kendi özel ‘düzeninde’ ilk olmanın gururunu taşırlar zira diğer tüm sayılar bir anlamda kendilerinden türer. ve bu ‘türeme’ diğer sayılar, ‘ilk sayılara’ nispeten ait oldukları özel dizilerinde ikincil öneme sahiptirler. diğer bir ifadeyle, ilk tek sayı ile ilk çift sayı sırasıyla yin ve yang’ın en yüksek derecede temsilcileridirler. ya da bir yanda gökyüzünün tabiatının, diğer yandan yeryüzü’nün tabiatının en saf ifadeleri olduklarını söyleyebiliriz…”.

    bir küçük bilgi, kimilerince kutsal sayılardan olan 12’nin esrarı da 1 ile 2’nin yan yana gelmesi olabilir mi?

    (alıntıdır)
hesabın var mı? giriş yap