hesabın var mı? giriş yap

  • videodaki iki genç sahilde takılırken aniden dev bir parmak izi beliriyor üstünde de yeni çağın başlangıcı yazıyor, ne anlama geliyor olabilir altından ne çıkacak merak ederseniz takipte kalın
    bkz: esrarengiz parmak izi

  • her insanin hayatinda en az bir kere aklina gelen eylem.

    yazin üstsüz bicimde, altta bir sortla sokaklarda gezmek.

    nasil oluyor gencler, efil efil?

  • bizim orada ağız ishali diye bir laf vardır. ona maruz kalmış kadınlar. ofansif mizah diye bir şey çıkardılar, ağzına geleni beyne uğratmadan söyleyince yapılır sanıyorlar. bir insanın, kendi seçimiyle olmayan eksikliğiyle dalga geçmek ve bunu mizah programı adı altında yapmak aşağılık bir davranış.

  • bu adamın tek numarası var. orta saha civarında topu alıyor, sekiz kişiyi çalımlayıp gol atıyor.
    ama biz bir grup futbol izleyicisi olarak bu tür gollerden sıkıldık artık. yeni bir şeyler bulması lazım.
    kendi kullandığı korneri rövaşatayla gol yapmayı deneyebilir mesela. yalnız top doksana gitmezse saymam.

  • claude monet, fransiz ressam, empresyonizmin en önemli savunucularindan. hatta o derece önemli savunucularindan ki, "izlenim - güneşin doğuşu" isimli tablosu bu akima ismini veren tablo olmuştur. bunlardan başla mösyö monet en sevdiğim iki ressamdan biri olmak onuruna da erişmiştir. çok abartmayayim, en azindan empresyonistler içinde... ulan empresyonizmin kaç baba ressami var ki? derseniz, empresyonizme öyle böyle bulaşmişlar içinde diyeyim, skala genişlesin...
    1840'ta doğan monet amca, le havre civarinda geçirdiği çocukluğunda adam olacağini daha o yaşlardan belli etmiş, kariktatürler çizerekten sanat hayatina atilmiştir... daha sonra o zamanlardaki master'i boudin tarafindan "birak evladim bu işleri, gel dişari çikalim iki hava aliriz hem de iki resim çizeriz" diyerek dağ taş manzara resimleri yapmaya yöneltilmiştir... iyi de olmuştur...
    daha sonra 1859 civarlarinda parise göçen claude kardeşim, atelier suisse'te çalişmiş, hatta burada pisarro ile karşilaşmiştir... daha sonra ise, ressam olmak kurtarmamiş monet'yi, her delikanli empresyonist türk genci gibi gidip askerliğini yapmiş. askerlikten sonra ise tekar parise dönmüş, burada renoir, sisley*, bazille'le karşilaşmiş ve izlenimciliğin çekirdek kadrosunu oluşturmuşlardir.
    daha sonra savaş çiktiğinda pisarro ile ingiltereye uzayan monet, burada kendisinden beklendiği üzere thames nehrini ve londra'nin çiceklerini böceklerini çizmiştir. savaş bittikten sonra 1871 yilinda nihayet argenteuil'e yerleşen monet, burayi bir nevi empresyonizmin merkezi yapmiştir. zira hem kendi resimler çizmektedir, hem de onu ziyarete gelen kankalari renoir, sisley ve manet de burada üretken üretken takilmaktadirlar... argenteuil'den sonra oraya buraya giden mösyö monet'nin cebi,kati fakirlik yillarinin ardindan nihayet para görmeye başlar, o da giverny'ye yerleşir, karisinin ölümünden üç sene öncesinden beri metresi olan hanimla evlenir ve evinin ressami olur... 1890'dan sonra monet'nin işikla oynama dönemi başlar, -benim en sevdiğim serilerden biri olan - rouen katedrali serisi onun bu dönemde verdiği bir eserdir... şöyle ki, sayin monet almiştir bu katerali {mecazi olarak elbette} ve onun günün beş farkli saatinde resmini çizmiştir, değişik işiklar altinda çok güzel resimler çikmiştir böylece ortaya... sanirim bu resimler musee dorsay'de, sallamiyorumdur umarim... kisaca ben gördüm :)
    cebi para gören cher monet yerinde durmaz, ingiltere senin norveç benim gezer, ama akli giverny'deki bahçesinde kalmiş olan nilüferlerindedir... bu ukte monet'nin içini öyle bir doldurur ki, herbiri yaklaşik bir futbol kalesi * büyüklüğünde olan "nilüferler" serisini yapar.. bu eserden sonra, monet'nin, gözlerindeki hastalik iyice ilerler, ama monet çizmeye devam eder... takdir ediyoruz kendisini buradan...
    kisaca, mösyö monet empresyonizmin en temel taşlarindan biri olup, çok bakilasi çok güzel eserler birakmiştir bizlere, bunun için ona minnettar olmaliyiz... (bkz: les coquelicots)

  • burada yaşayan biri olarak her 2-3 günde bir en az 1.5-2 saat boyunca mola vermeden yüzüyorum. tek başıma yüzdüğüm için haliyle çok eğlenceli geçtiği söylenemez.

    ancak uzun zamandır önceki entryde de olduğu gibi denizden çöp topluyorum. evde, açıkta dalarken topladığım elden büyük kabukları kavanoza koyuyorum süs olsun diye.

    çöp olarak çıkan şeyler gerçekten garip. tuborg gold, yenmiş mısır, namet dilimlenmiş salam paketi, çeşitli plastik parçaları, saç tokaları, maske, sigara paketi, soda şişeleri, gözlük, şarap şişesi, anahtarlık, telefon kabı gibi şeyler çıkardım bugüne kadar. petleri ve envai çeşit kutuları saymıyorum.

    elbette gelen insanlar denizin altını görmüyor bi gözlük falan yoksa ama bu kutu kolalardan biri gözlük olmasına rağmen son gidişimde sol ayak parmaklarımdan birini fena çizdi. bunu çocuklar dahil herkes yaşayabilir. suyun içinde bildiğiniz vücudu çizecek maddeler var. o taşlık alanı geçmeyenler fark etmiyor pek ama tehlikeli olabilir herhangi biri. kırık cam şişe sadece bir tane gördüm ama suyun altında gerçekten ayağınızı keser, tatiliniz zehir olur.

    eğer varsa benim gibi kişiler böyle, buluşup deniz içinden çöp toplayabiliriz. yeşilimi yakmanız yeterli. bende bir ekipman olmadığı için sadece gözlükle elime ne kadar çöp alabilirsem plaja git gel yapıyorum. palet de getirebilirim isteyene.

    buralar bizim denizimiz yani bu kadar pisletmenin kimseye faydası yok.

  • arkadaşlar zaten ayrıntılı olarak ele almış durumu. ama bence en büyük zorluğu metrobüse uzak olması. halbuki beylikdüzü öyle mi?

  • biraz geç de olsa amerikan versiyonunu da bitirdim ve size laflar hazırladım. yer yer spoiler da çıkabilir karşınıza, sonra bana kızmayın.

    evvela, ingiliz versiyonunun basit bir önermesi vardı: "insanlar bilinçsizce tuhaftır." bu tuhaflığın en büyük sebebi, çoğu insanın kendine ayna tutma becerisi olmamasıydı. başka insanların gözünde nasıl göründükleri hakkında en ufak bir self-reflektif düşünceye sahip olmayan insanları her gün kameraya alırsanız ne olur? tam ne olduğunu bilmedikleri bir güç tarafından kapana kıstırılmış gibi hissederler.

    ricky gervais'in yazdığı hikâye, klasik ingiliz taşra mizahı bir anlamda. burada insanlar genelde kısıtlı zekaya sahiptir ve bunun farkında değillerdir, çünkü daha zekisini pek görmemişlerdir. david brent karakteri bu yönüyle, taşra (şark) kurnazı olmaya çabalayan bir adamdır. kasıtlı ya da değil kötücüldür. bencilliğini, şehirliler gibi ince imaların arkasına gizlemeyi beceremez. nihayetinde ofis ortamında bir şekilde elde ettiği makam sayesinde daha da haylazlaşır ve kimse de ona karşı çıkamaz çünkü ondan çekinirler.

    gelelim amerikan versiyonuna. ilk sezon zaten ingiliz versiyonu ile neredeyse aynı senaryoya sahip olduğu için, hikâye karakterlere tam oturmuyor. ayrıca ingiliz mizahı ile amerikan sit-com kalıpları pek uyuşmuyor. nitekim ilk 3-4 sezon filan dizi, orijinale sadık kalarak, "insanlar tuhaftır" önermesinin peşinden koşuyor ve bir hikâye anlatmaya çalışıyor ama karakterler kendilerini bulup ortam da ısınınca, 5, 6 ve 7. sezonda klasik amerikan sit-comuna yaklaşıyorlar. bence dizinin en keyifli sezonları da bunlar. herkes oyunun içinde ve o başlangıçtaki "tuhaflık" artık karakterlerin farkında olmadan dışarı verdikleri bir izlenim değil, doğrudan kucakladıkları bir özellik.

    gelgelelim, burada dizinin kendine ihaneti diyebileceğim bir durum da ortaya çıkıyor. gerek david brent, gerekse michael scott, olağanüstü bencillikleri ve yetersizliklerine rağmen elde ettikleri gücü her durumda kötüye kullanmaları sebebiyle, şarlo'nun diktatör filmindekine benzer bir "persona"ya sahipler. evet ofis ortamı olduğundan biraz daha ehlileşmiş diyebiliriz ama özünde narsist, aşağılık adamlar. bu sebeple ingiliz versiyonunda david brent finalde kaybedene dönüşüyor ve kimse ona sahip çıkmıyor. ama amerikan versiyonunda, karakterler kendi iç tuhaflıklarıyla barışıp "yaa aslında hepimiz iyi insanlarız" sit-com'culuğuna düşünce, dizi iyiden iyiye bir sevgi kumkumalığına girişiyor.

    yani amerikan versiyonunu seyrederken, ofiste kimsenin michael scott'a itiraz edememesini, bir beyaz yakalının hayat-kariyer endeksine bağlanmış hayatından vazgeçememe kaygısı etrafında okumaya hazırlanıyorsunuz. hatta bir bölümde stanley'in itiraz etmesini, bu bağlamda yerli yerine koyuyorsunuz. sonra bütün yapım ekibi karakterlere kıyamayarak, "yaa michael scott da bizi seviyordu" noktasında yeniden o absürt ve klişe "hepimiz kardeşiz" bataklığına giriyor.

    nihayet 7. sezonda michael scott ayrılınca, ofis bence daha da amerikanize oluyor. tam bir sit-com tadı yakalıyorlar 8. ve 9. sezonda. elbette 9'un son bölümleri iyiden iyiye vedaya hazırlık olduğundan yapış yapış sünmüş ama 8'de ve 9'da, bu yeni formata çok uygun baya iyi sahneler var. yani izlemek tamamen vakit kaybı değil. ama dediğim gibi bence dizi orijinalliğinden ("tuhaflıklarının farkında olmayan insanların günlük yaşamı") 5. sezondan itibaren ödün vererek, "komik karakterlerin maceraları" kıvamına geçti. bu bence amerikan seyircisi için doğru tercihti.

    velhasıl, the office de hayatımızda bir yer edinmiş oldu. arada bazı bölümleri açıp izlerim.