hesabın var mı? giriş yap

  • en azından ayağımızı yerden keserdi sayın bakan. öküzün trene baktığı gibi bakıp yangının kendi kendine sönmesi beklemezdik. verdiğim vergiye acıyorum şu çapsızlar tarikatı döneminde.

  • bir drama yazmanın en zor noktalarından biri sıra dışı ancak temelini de gerçeklikten ayırmayan bir hikaye bulmaktır. bunun için bir yığın yazar kafa patlatır ve bazen hiçbir şey yazamaz hale geldikleri bile olur. ancak kimi zaman da evde otururken hazır hikaye pat diye önünüze düşer. şimdi konuşacağımız dizide de durum tam olarak budur.

    ben daha öncesinde anna sorokin kimdir diye araştırmamıştım ama biraz bakınca hikayesinin dizi çıkarmak için muazzam olduğunu gördüm. insanları kandıran bir sosyopat var, dolandırıcılık hikayesi var, dev finans kuruluşları var, hatta dava süreci bile var. yani bu materyalleri post-it’lere yazıp rastgele arka arkaya dizseniz bile kötü bir hikaye çıkarma ihtimali çok düşük. şimdi hazırsanız spoiler’sız olarak dizi elindeki dehşet iyi materyali nasıl kullanmış bir bakalım.

    şimdi önce dizinin emmy adayı olduğunu söyleyeyim. ödüllük diziler ile eğlencelik diziler arasında da bir ayrım var ve inventing anna kendisini ödüllük dizi kategorisinden uzaklaştıran iki tane dev gibi teknik hataya sahip.

    bunlardan ilki dizinin ana karakterine bakış açısı. şimdi eğer ana karakterinizi bir mit, bir efsane ya da hayran olunası bir insan olarak göstermek istiyorsanız yapacağınız ilk şey onun bakış açısını kapatıp karakteri diğerlerine anlattırmaktır. böylece ana karakterinize ulaşılmaz bir statü sağlarsınız. bu dizinin de yaptığı bu. anna’nın ne kadar farklı, havalı olduğunu falan diğer karakterlere anlattırıyorlar. ha isterseniz bunu da yapabilirsiniz ama elinizde potansiyeli bu kadar yüksek bir hikaye varken tutup da izleyicilerin hayranlık durumuna oynamaya kalkarsanız netflix’te falan sürüsüne bereket bulunan emily in paris gibi zenginlik, skandal gibi konuları ele alan dizilere benzersiniz.

    dizinin ikinci hatası da gösterdiği sahteliği kırmayı başaramaması. bunu nasıl açıklarız? şimdi anna sorokin’in hikayesine baktığımızda sosyal medya’nın ne kadar yalan dolan olabileceğini, böyle işte pahalı restoranlarla, otellerle falan insanların gözlerinin boyanabileceğini, hatta işin bu hikayede olduğu gibi dolandırıcılığa varacak noktalara gelebileceğini görüyorsunuz. peki dizi bunları nasıl anlatıyor? anna’yı güzel mekanlara giriş yaparken arkada çaldıkları garip rap şarkıları ve hızlı kamera hareketleriyle. bu benim hayatımda gördüğüm en yanlış kullanımlardan biri olabilir. çünkü temelinde göz boyamanın olduğu gerçek bir hikayeyi anlatırken göz boyamaya çalışıyorsunuz. bunu bi ara gerçekten öyle yapmak istiyorlardır diye düşündüm ama hayır. bu sahteliği kırmayı baya denememişler bile. o nedenle dizinin temeline konulan çok kötü bir dinamit olmuş bu karar.

    peki dizinin hiç mi güzel bir şeyi yok derseniz öncelikle anna’yı canlandıran julia garner çok başarılı. zaten kendisini ozark’ın birinci sezonundan beri çok beğeniyorum, burada da iyice ikna oldum ki kendisi izleyicinin sinir uçlarıyla oynamak konusunda muazzam bir yeteneğe sahip. sadece gülüşüyle bakışıyla falan karakterin ne kadar sinir bozucu bir insan olduğunu anlatabiliyor. o nedenle umarım yolu açık olur.

    dizinin bir diğer güzel yanı da son üç bölümü diyebiliriz. burada dizi aslında olması gerektiği gibi hem anna’yı gösteriyor hem onun yaşadığı sanrının gerçeklerle yüzleştiği noktaları işliyor. bu nedenle o illüzyonun hem yaratıldığı hem de yıkıldığı anlara şahit olduğumuz için dizinin kalitesi kat kat yukarı çıkıyor.

    sonuç olarak dizi izlenir mi? eh fena değil. özellikle julia garner baya iyi oynamış. ancak onun dışında bir kere bölümlerin süresi çok uzun ve hikayeye katkı sağlamayan çok şey izlemek durumunda kalıyoruz. baya makas elinizde olsa her bölümden rahat bi yirmi dakikayı uçurursunuz.

    ödül ihtimalini de değerlendirmek gerekirse eğer bütün dizi son üç bölüm gibi olsaydı şansı baya yüksek olurdu. ancak bu sene aynı kategoriden aday olan ve yine bir dolandırıcılık hikayesini konu alan the dropout’un çok altında kaldığını söylebiliriz.

  • hemispatial neglect olarak da geçer. yalnızca sağ hemisfere özgü bir sendrom değildir sol hemisferde de görülebilir ancak etkileri sağ hemisfere nazaran çok daha hafiftir, sebebiyse hala tartışılmaktadır, sol hemisferin baskılaması ve sağ hemisferin fonksiyonelleşmesi gibi farklı teoriler ortaya atılmıştır. bu sendromda, genellikle görsel algıya yönelik çalışmalar yapılmıştır ancak ses, koku gibi uyaranlara da hastalar aynı şekilde cevap vermiştir. ama en ilginç bulgu bu sendromun mental imagery -zihinsel betimleme- üzerine etkisidir. bisiash ve luzzatti bu sendromdan ötürü tedavi gören ve milan'da yaşayan hastalarla çalışmalarını yapmışlardır. hastalardan kendilerini piazza del duomo'nun önünde ve karşısında olmak üzere iki durumda hayal etmeleri ve meydanın tasvirini yapmaları istenmiştir. her iki tasvirde de, hastalar sol tarafı aktarmakta güçlük çekmişler ve aktaramamışlardır. yani bu sendrom yalnızca algıyla sınırlı değildir, hayal etmeye, hafızaya kadar uzanan etkileri vardır.

  • çocuklar bizim malımız değil onların özelini paylaşamayız.anneler evlatlarının koruyucusu olur sahibi değil.tamam modern olun da kendinize olun.isteyen her yerini açar koyar ama 18 yaş altı bir bireyin özelini paylaşamaz.kim olursa olsun.yetti yani ilgi görmek için çocuk kullanma modası.