• murat uyurkulak'ın şu sıralar üzerinde çalıştığı bir izmir romanı. kitap, aşk hikayesi üzerine kurulacak ve yazarın çocukluğuna, onun otobiyografik öykülerine uzanacak.
  • tol ve har gibi 21. yüzyılın en önemli türkçe romanları arasında sayabileceğimiz iki esere imza atan murat uyurkulak'ın can yayınları tarafından yayınlanacak yeni kitabı. kitaptan bir bölüm, nisan ayı sonuna kadar ücretsiz olan trendeki yabancı uygulamasının nisan sayısında yayınlanmıştır. hem uygulamanın halihazırda ücretsiz olması hem de bunun bir öykü değil de bir kitap bölümü olmasına sığınarak yayınlanan kısmı buraya da alıntılıyorum. ilerleyen vakitlerde uygulama yeniden ücretli olunca kaldırabilirim bu alıntıyı.

    --- spoiler ---
    (…)
    bir akşamüstü, okuldan döndükten sonra babamın sabahtan yapıp bıraktığı kuru fasulyeyi yarım ekmekle mideye indirmiş, yalnız başıma test çözüyorum.

    tam kapı çalındığı sırada okuduğum problemi hiç unutmadım:
    “bir havuza her gün, bir önceki günün iki katı su dolduruluyor... havuzun tamamı 67 günde dolduğuna göre, yarısı kaç günde dolar?”
    kalemi bırakıp kalktım, gittim açtım kapıyı, fehmi duruyordu karşımda, o kadar meşguldü ki zihnim soruyla, gayrı ihtiyari “66!” demişim.
    fehmi şaşkın baktı.
    “ne diyon oğlum?”
    “yok... bi şey demiyom.”
    heyecanlıydı.
    “oğlum koş, delibo fikriye’nin bahçesinde yılan bulmuş! na böyle kolum kadar!”
    kapının yanındaki çengelden anahtarı kapıp pabuçlarımı geçirdim ayağıma.
    kolu kadar falan değildi yılan. hatta o kadar küçüktü ki, iri bir solucan bile denebilirdi. sinan yerden bir taş kaptı, yılanı ezmeye davrandı. delibo acayip bir bağırtı koparıp engelledi sinan’ı, yılanı aldı, torbasına koydu, koşarak uzaklaştı.

    “delibo, sokar ha, at onu!” diye seslendi arkasından fehmi.
    delibo tınmadı, kayboldu gözden.
    derken o’nun sesi duyuldu:
    “yılanlar delilere dokunmaz...”
    dönüp baktık.
    yasemin’di.

    fehmi, “nerden biliyosun?” diye sordu.
    cevabı beklemedim, çıkıp gittim bahçeden.
    hazırlıksız yakalanmıştım yasemin’e, yendiğimi sandığım o kesif öfke bir anda içimi kaplayıvermişti. yumruklarımı sıkmış, hızlı hızlı yürüyüp sakinleşmeye çalışıyordum. o halde hangi sokaklara girip çıktığımın farkında değildim. nihayet yavaşladı adımlarım, dindim, duruldum, durdum. “66!” diye tekrarladım içimden. başımı kaldırıp göğe baktım, günle gece arasındaki tekinsiz, ruhsuz griliğe... grinin ortasında sigara dumanları tütüyordu. sigara beyaz atletli bir adamın ağzındaydı, atletli adam da bir apartmanın en üst katındaki pencerede... babamdı. sigarayı pencerenin çıkıntısına konmuş kültablasında söndürdü. asla yere atmazdı, sokakta yürürken içtiği sigara bittiğinde dahi bir çöp kutusu bulana kadar avcunda taşırdı izmariti. zarif adamdı babam, zarif ve yoksul, girdi içeri. ben de apartmana girdim, asansöre bindim, son katın düğmesine bastım, son katta indim, üzerindeki küçük tabelada “belevi hediyelik” yazılı kapının önünde durdum. kapı aralıktı. dışarıya keskin bir kimya kokusu sızıyordu. orada duraksadım ilk kez, girip girmemekte tereddüt ettim. derken, o çocuk yaşımda bile ne olduğunu çoktan bildiğim, kainata asıl nizamını, kadere esas intizamını veren bir varlığın derinlerden bir yerlerden gelen ağır, sıcak, küf kokulu nefesiyle ürperdim. nefes bir fısıltıyı da taşıyordu, soru soruyordu fısıltı bana, bir soruydu bu, hissediyordum, benden bir karşılık bekliyordu, ama henüz o lisanı bilmiyordum ki cevap vereyim. “66!” diye mırıldandım, itiverdim kapıyı.
    neredeyse boş bir mekânda, geniş bir salonun ortasında, tahta bir sandalyede oturuyordu. beyaz lekelerle kaplı yırtık pırtık bir pantolon giymişti, atletinin yarısı pantolonunun içinde, yarısı dışındaydı, takım elbisesiyle gömleğini duvardaki bir çengele asmış, öğretmen okulundan mezun olup tayini çıktıktan sonra kazandığı ilk parayla aldığı emektar deri çantasını duvarın dibine bırakmıştı. önünde büyük bir çuval, çuvalda bir yığın bol memeli efes artemis’i vardı. elinde bir zımpara kâğıdı, maharetli bir dalgınlıkla, çuvaldan çıkardığı heykelciklerin arkalarındaki kalıp çapaklarını düzeltiyordu.
    yalnız olmadığını hissetti, durdu, başını kaldırdı, beni gördü ve işte o an, küçücük bir hareket, sıradan bir jest, alelade bir reaksiyon... ruhumu tam ortadan ikiye biçen, o an yaşamak istikametinde ne kadar mecalim varsa hepsini alıp götüren, ömür boyu unutamadığım... güldü!
    babam gülerdi, beni ne zaman görse gülerdi, çünkü severdi beni, güzel de gülerdi, sıcak, müşfik, aydınlık... ama bu karşımdaki gülmek başka gülmekti. saf gibi, şapşal gibi, mahrem yerleriyle oynarken yakalanan bir velet gibi... zekâdan, sevinçten, şefkatten, hasretten kuvvet almayan bir gülmekti. tastamam sefaletin gülüşü... nasipsizliğimizin, kadersizliğimizin gülüşü... yavan bir ömrün ortasında, zavallı bir yaşama gayretinin gülüşüydü işte bu. karşımda gülen adam, artık babam değildi, çünkü bir yetişkin değildi. beni korumakla, kollamakla vazifeli bu adam, şimdi benim gibi on yaşındaydı ve onun da korunmaya, kollanmaya ihtiyacı vardı.

    bir telaş, bir panik duygusu gelişmeye başladı içimde. bir daha hiç peşimi bırakmayacak olan o nefes, bilmediğim o dilde, hayatımın artık asla eskisi gibi olmayacağını bağırıyordu şimdi. titredim. nefesin kötülüğe ait olduğunu o anda bildim. ve ondan başka tutunacak dal olmadığını... bir koku da edindi kötülük. mekânın, az sonra silikondan kaynaklandığını öğreneceğim, babamda kafa bırakmayan kokusunu...

    ve yahu koca atölyede niye yalnızdı bu adam? niye bir çuval artemis dışında kimse yoktu yanında? az ötedeki tezgâhın üzerine muntazam dizilmiş yüzlerce minyatür selsus kütüphanesi’ne ve hadriyan tapınağı’na baktım. hepsinin arkası kim bilir kaç yalnızlık saatinde zımparalanmıştı.
    canım yandı, öfkeyle kavruldum, avaz avaz bağırmak istedim, ama tuttum kendimi, ben de güldüm.
    “bana da öğretsene,” dedim.
    kalktı, bir sandalye ve bir zımpara kâğıdı aldı, sandalyeyi kendininkinin yanına, zımparayı sandalyenin üstüne koydu.
    “gel,” dedi.
    gittim.
    sarılıp öptü yanaklarımdan.
    silikon kokusuna babamın mis gibi ter kokusu karıştı.
    --- spoiler ---

    bu aradaki can yayınları'nın trendeki yabancı isimli bu şahane uygulaması hakkında daha fazla bilgi almak için buradan, uygulamayı google play'dan indirmek için buradan, app store'dan indirmek için ise buradan gidebilirsiniz.
  • tol ve har'ı büyük keyifle okuduğum, merhume'de ise hayal kırıklığına uğradığım murat uyurkulak'ın yeni romanıdır. bekliyoruz sabırsızlıkla...
  • tol iyi roman.
    har çok iyi roman.
    bazuka iyi öykü kitabı.
    merhume yukarıdakilere nazaran hayli zayıf bir roman.

    deliboyu bekliyorum. okuyunca yorumlarımı eklerim.

    ek geldi;

    iki günde bitti kitap. bir çırpıda okunuyor. tol ve har daki gibi derin düşünce deryalarında kulaç atamıyorsunuz. merhume minvalinde bir kitap.

    sanki murat menteş ve vedat türkali tarzlarının karışımı bir kitap olmuş. murat uyurkulak ın ilk iki kitabının tarzı ve üslubu nevi şahsına münhasırdı.

    sanıyorum yeni kuşağı çok yormamak ve daha kolay okunması adına eski lügatından uzak durmuş.

    kendisini anlıyorum despotizm, sermaye ve dincilerle büyük derdi var. *

    lakin bunları çok daha güzel işleyebilirdi. *

    çok spoiler vermeden; *

    kitapta geçmiş zaman, şimdiki zaman geçişleri çok kısa ve ani yapılmış çat diye kesiliyor. *

    yasemin karakteri daha fazla irdelenebilirdi, bence eksik kalmış, çok fazla soru işareti var.
    baba üstüne çok şey yazılabilirdi.
    anladık yusuf kendi içine tıkılıp kalmış * sen biraz şaha kaldırıp deşsene şunun iç dünyasını. *

    en son bölümlerde evin kalabalık olduğu, kitabını sonuna yaklaşırken, hadi ben bağlayım kitabı bitsin artık gibi olmuş. açıkçası sonuç kısmını pek beğenmedim, çok başka sürprizler bekliyordum.

    sanki ilk başta yazar başka bir kitap yazmış ama beğenmemiş, sonra fazla gördüğü bölümleri atmış, özetini yayıncıya vermiş gibi geldi.

    kötü kitap mı? tabi ki değil.

    hatta güzel kitap. okuyun, tavsiye edin okutun. bende okumanızı tavsiye ediyorum.

    maalesef benim elimde değil. murat uyurkulak ne yazarsa yazsın tol ve har ile kıyaslayacağım. beklentilerimse o minvalde olacak.
  • 9 haziran 2020'de raflarda yerini alacak olan murat uyurkulak kitabı.

    beğeni sıram:
    1. tol
    2. merhume
    3. har
    4. bazuka

    bakalım delibo bende kaç numarayı kapacak.

    https://twitter.com/…tatus/1269979838749773824?s=19

    edit: "aile bireylerinin yanında suphi nejat ağırnaslı, rıfat horoz, hacı lokman birlik, ece dinç, cebrail günebakan, veysel atılgan, dicle deli
    ve giden yoldaşlarımızın anısına. " notuyla başlıyor kitap.
  • delibo, deli ibo'nun kısaltmasıymış. sevdim bunu.
    zamanda sıçramalarla, karakterlerin geçmişlerini işlemesiyle güzel roman.

    afili filintanın en olmuş romanı.
    uyurkulak artık başka bir yerde.

    not: kapağı sevmedim. lom kreatif, bu kapak yusuf atılgan kapakları gibi, olmamış.
  • tol’dan daha fazla beğendiğim, bitmesin istediğim kitap.
  • "gençlikten başka din yoktu şu âlemde"

    murat uyurkulak

    beğendiğim kitap.
    birkaç saatte su gibi akıp gidiyor.
  • kaybetmeyi iradî olarak seçmiş bir kahraman olan yusuf'un mahallenin ortadan kaybolan "delibo"sunu arkadaşlarıyla beraber arayışını konu edinen, ilgiyle okunan bir (bkz: murat uyurkulak) romanıdır.

    2002 yılında yayımlanan (bkz: tol) romanındaki kahramanın adı da yusuf'tu ve o romanda da bir arayışla başlayan girift bir hikaye barınıyordu. bu açıdan baktığımızda "arayış" ve "yol" temalarının murat uyurkulak'ın romanlarında vazgeçilmez birer unsur oldukları görülmektedir.

    yusuf ve tayfası delibo'yu ararken bir yandan da anımsamalarla onların geçmişine gidiyoruz ve onları tanıyoruz, öte yandan mutluluğun neden bu ülkede erişilmesi zor bir duygu olduğunu da kavrıyoruz.

    geçmişe dönülen ve kronolojik şekilde geleceğe doğru akan romanın zamanları arasındaki geçişler sıkı olunca romandaki heyecan da hiç kesilmeden devam ediyor.

    romanda toplumumuzun yaşamış olduğu her türlü sürece de iğneleyici bir dille değiniyor yazar. zaten bu, yazarın romanlarının artık bir geleneği oldu biliyoruz.
    toplumsal arka plan yazarın eserlerinin temelini oluşturuyor aslında. sadece bu romanda akış biraz daha sade kurgulandığı için belki de çok ön plana çıkmıyor ya da yazar bunu bilinçli tercih ediyor; eğer öyleyse bile bu tercih, yazarın romancılığındaki değişimi gösterir bizlere.

    kitapta hicvin yanı sıra sanat dünyasına gönderilen selamları görmek de hoşumuza gitmiyor değil hani.

    üslup olarak yazarın bilinçli bir şekilde şiirsel dilinden uzaklaştığını fark ediyoruz; daha sade bir dil ve daha gevşek bir yapıyla olay örgüsünü kurduğunu görüyoruz.

    son olarak mekan seçimi olan izmir ise yazarın hayatında önemli bir yer kapladığı için şehrin sokaklarını ve renklerini en ince ayrıntısına kadar gözlemleyebiliyoruz.
    eğer hayatınızın bir dönemi izmir'de geçtiyse romandan alacağınız tat öyle bir seviyeye geliyor ki gözünüzde tütmeye başlıyor şehir.
  • bir ropörtajında delibo’yu yitirilen gençliğe ağıt olarak yazdığını dile getirmişti.ağıt olarak okudum ben de.’’ilahlar rahatlık versin’’de diyordu.ilahlar yazmak için kalemine fırsat versin diyorum.
hesabın var mı? giriş yap