• sene 2003. okulla kuşadası milli parka geziye gittik. okul dediysem sınıf olarak diyelim. bi servis kiraladık, toplandık bizim sınıf gittik milli parka. ilk koy olan içmelere girdik.

    4 kişi bu pedallı yunuslardan kiraladık. başladık açılmaya, bir süre sonra yunusun dümeni bozuldu ben suya girip elimle sağ sol yapıyorum. bayağı bi açıldık artık kıyı görünmüyor. hem kafamı ıslayım hem de dümene bir bakıyım diyerek deniz gözlüğünü takıp kafamı bir suya sokayım dedim. sokar sokmaz gördüğüm 3-4 tane köpek balığı bir kaç metre altımızda geziniyor. o korkuyla artık nasıl yunusa atladım ve bizimkileri uyardım bilmiyorum. nisan-mayıs ayları meğersem köpek balıkları buradaki koylara çiftleşmeye geliyormuş. o vasıtayla öğrenmiş oldum ve 1 sene korkudan açılamadım denizde.
  • denizin korkutmadığı bir insan gerçek korkunun ne olduğunu asla bilemez.

    akdeniz ustunde ufak bir yelkenlideyiz. 3 gunluk yolumuz var ve misir’a donuyoruz. kaptan yillarin acik deniz balikcisi, denizi çok iyi biliyor, benim de atlas okyanusu'ndan hint okyanusu'na üstünde balikcilarla dolaşmadığım deniz yok. denizi az cok biliyorum. ben yolculuğu belgesele dönüştürmeye çalışıyorum kaptan kafasına göre takılıyor. hava basıncının ani değişiminden, ufkun kararmasından bir fırtınanın ortasında kalacağımızı anlıyoruz. sabitlenecekleri sabitleyip, su geçirmezleri giyip, fırtına hazırlıklarını yapıp usul usul yol alarak fırtınaya giriyoruz.

    şimdi bu fırtına dediğimiz şey; su kesimi borda yüksekliği taş çatlasın 1.5mt olan teknenin 12 metreye varan dalgaların ortasında kalması... denizi ve yelkenliyi bilmeyenlerin o çalkantıda aklı çıkar. bir dalgayı geçmek demenin dikine 12 metrelik apartmana yükselip aynı şekilde denizin içine doğru baş aşağı inmeniz demek olduğunu ve bunu sürekli yaşadığınızı düşünün.

    (bu noktada olayi anlayabilmeniz icin biraz deniz seyrine dair bilgi vereyim; bir yelkenli doğru kullanıldığında en sert fırtınaya bile bana mısın demez. 150 metrelik gemi batar 7 metrelik denizci bi yelkenli batmaz. bir yelkenliyi hacı yatmaza döndüren şey suyun altında tekne boyuna göre 3-4 ton ağırlığı olan salmasıdır. denizde en tehlikeli şey dalganın yandan gelmesidir ki, bir yelkenli yandan dalgayı aldığında denize yanlar, sonra yavaş yavaş dikilir. yine de dalgayı yandan almak çok tehlikelidir çünkü tekne doğrulmadan ikinci bir dalga alırsa yelkenli ters döner. fırtına seyrinde motorun çalışıyor olması hayati önem taşır çünkü dalga alış pozisyonunu dümen söz dinlerse sağlayabilirsiniz. dümen de ancak pervanenin ve firtina flogunun çalışmasıyla söz dinler. fırtınada dümenle yol veremediğiniz bir tekne denizdeki ceviz kabuğuna döner ve kısa sürede batarsınız.)

    neyse, biz firtinamiza donelim. akşam başlayan fırtına gece devam ediyor. gece gozgozu gormez bi karanlikta o okyanusun firtina homurtusu var ya onu bir kere duyanin kulagindan o ses bir daha gitmez. simdi bu zifiri karanligin ortasinda okyanus bizi bagira cagira evire cevire dovuyor. kendimizi halatlarla tekneye sabitlediğimiz için denize dşmüyoruz.

    deniz biraz sakinliyor, dalgalar ufaliyor... tam derin bir oh cekecegiz derken bingo! kaptanin telaşlı halinden ve yüz ifadesinden çok kötü bir şey olduğunu anlıyorum. kontrol panelinin orada yaptığı hareketlerden motoru çalıştırmaya çalıştığını görüyorum. motor önce çalışıyor, kasılıyor fakat bir süre sonra duruyor. anlıyoruz ki pervaneye birşey (ya halat ya da başıboş balıkçı ağı) dolaşmış. işte bu tam bir felaket. bu gerçekten boku yediğimizin resmi. çünkü dümensiz kalan tekne abuk sabuk dalgalar almaya başlıyor. fırtına seyri yapmaya yarayan fırtına yelkeninin mekanizmasında sorun var.

    kaptan temkinli adam, teknede dalış ekipmanları var.
    da, bu zifiri karanlıkta dalgaların ortasına atlayıp ceviz kabuğuna dönen teknenin altina dalarak pervaneyi nasıl kurtaracak? %1 ihtimal bile yok çünkü o tekne o dalgada kaptanin kafasına gözüne vura vura paramparça edecek. içinde bulunduğum şey bi film sahnesi değil. ki aklıma da lan keşke film izliyor olsaydım gibi abuk şeyler geliyor. (keske ah keske oyle olsaydi. hassiktireyim ki gercegin tam ortasindayim. salak kafam niye cebime bi go-pro koymadim. simdi cekerdim. karanlikta cekmezki nalet, gren atar. ulan bunlar ne salak dusunceler, gebermeme ramak var. ) kaptanla helaleşiyoruz, o sallantıda becerebildiğimiz kadar sarılıyoruz birbirimize, kaptan kendini tekneye bağladığı ipin boyunu ayarlayıp dalış tüpleriyle atlıyor. ipin bir ucu elimde, kaptan sertçe hareket ettirecek ben de onun çıkmasına yardım edeceğim.

    şimdi, zifiri karanlıkta, akdenizin neresinde olduğumu bile bilmediğim bir yerde, fırtınanın ortasında azraille bir başımayım. kaptan gidik, onun oradan sağ dönme ihtimali yok. belki de öylesi daha iyiydi, bir mucadele anında kafana teknenin demirini sertçe yemek ve mavi ekran. içinde bulunduğum şartla bunu kıyasladığımda daha kötü durumda olduğumu anlıyorum. çünkü en kötüsü felaketin ortasında hiç birşey yapamadan kendi sonunu izlemek.

    insan günde en az 3-4 kere okuduğu fatihayı unutur mu ya? başlıyorum tam bitiricem ya bi dalga vuruyor, ya dehşete düşüren farklı bir ses duyuyorum ya zıkkım ya o ya bu ama ben bir fatihayı sonuna kadar okuyamıyorum. en iyisi laihaleillallah; kısa ve öz... lailaheillallah, lailaheillallah lailaheillallah... daha önce defalarca ölümle burun buruna gelmişim. ama hepsi aksiyon halinde olma imkanı sunmustu. aksiyon halinde olunca insan ne olacagini degil gotunu nasil kurtarabilecegini dusunuyor sadece. bunu yaparken korkmak akliniza gelmiyor. ama simdi felaketin ortasinda felaketi izliyorum ve bundan daha korkunc bir hal yok. kendi sonunu izlemek berbat. lan bu ne beter bir şey ve ne geçmez bitmez bir haldir boyle.

    bu anda hayatın bir film şeridi gibi gözünün önünden mi geçiyor? hic degil, benim hep aklıma yapamayacaklarım geliyor. ve işin kötüsü cesetim bulunamayacak, bir mezar taşım olmayacak. beni sevenler akdenize bakan illerimizde tatil yaparken denize bakacaklar ve bir yerlerden çıkıp gelebileceğim hayaliyle yaşayacaklar. tatillerini zehir edecegim. hint okyanusu filan olsa beklemezlerdi en azindan. akdeniz ulkemize kiyi. aglıyorum, aglıyorum ama ağladığımı bile anlayamıyorum, dalgaların tokatı yüzümden eksik olmuyor.

    yarım saati buldu kaptan denize atlayali.
    bi bilegimde kaptana bagli ip, ki hic kipirti yok. diger koltugumun altinda yeke, (dumen), yatma pozisyonuna gore beni yerimden kaldiriyor, zaptedemiyorum. (ki o da kirilir amk bende bu sans varken.) peki ya ne kadar sure hic kipirti olmazsa kaptanin ipini cekmeliyim? cekerek adami tekneye alabilir miyim? belki tekne batmaz, firtina diner. acarim ana yelkeni yarım, tutturur bi rota giderim.
    teknenin altinda bi ceset, yoksa ipi kesmeli miyim? ceset teknenin altinda mi iyi ustunde mi? kafasi pervaneye carparak yarilmis, beyni denize akmis bir ceset. ceset, ceset, ceset...
    ananısikiyim o sira tam arkamdan üstüme bir şey çullanıyor. aha diyorum aha azrail bu. arkadan yanaşırmış meger. eşhedü müydü?
    eşşe eşşe eşşedü... e lan bu dil niye dönmüyor?
    (mahallenin imami cuma’da dediydi ama. dediydi; mumin gibi yasamayanin dili son nefesinde sehadete donmez)
    eşşe eşşe eşşedü...
    dur dur dur dur o değilmis, gelen azrail degil. kaptan tam arkamdan çıkmış. kafasina bakiyorum yarik marik yok. sapasaglam. yaşıyor lan ibne, ulan helal sana be. elimde tuttuğum kaptana bağlı ip borda küpeşte altından takılmış, kaptan çekmiş çekmiş anlamamışım. o da dalış tesisatını fora edip yük hafifleterek ipe asılıp tekneye çıkmış.

    ne ses duyuluyor ne göz gözü görüyor. ne olduğunu bile soramıyorum. ama herşey yolunda işareti yapıyor. (kendini pervaneye bağlamış. elde bıçakla pervaneye dolaşan halatı kese kese kurtarmış) kumanda paneline gidip motoru çalıştırıyor, yeniden dümen dinleyen tekne hizaya geliyor. artık bundan sonrası çekirdek çitleği. 3 saat daha boğuşuyoruz o denizle...

    sabah ortalık sütliman. vucut öyle bir adrenalin almış ki, ne su, ne yemek, ne uyku hiç istek yok. sadece sigara, canim gözüm sigara... yahu o nasıl bir keyif bunu kimseye anlatamam. orgazmdan daha keyifli ve daha uzun süren bir an varsa işte o an bu an. yeniden doğmak, yeniden bir hayat bahşedilmesi insana, hiçbir şey olmasa bir mezar taşının olabilmesi ne müthiş duygu.

    denizi bilmeyen tabiatın gücünü ve o gücün karşısındaki çaresizliği bilmez. denizin korkutmadığı bir insan gerçek korkunun ne demek olduğunu bilmez. (tabiatla başa çıkabilmenin tek yolu ondan korkmak, ona saygı göstermek ve ona uyum sağlamaktır. asla meydan okumak değil.)

    ama bi daha mi deniz, bi daha mi tovbeler tovbesi bi daha bi daha bi daha mı...
    bir daha?
    deniz?
    bundan 6-7 ay sonra
    umman, hint okyanusu...
    hindistan ve pakistanlı balıkçılarla seferdeyiz. bu adamlar memleketlerinden gelmiş ve yılın 8-9 ayı o tekneden karaya ayak basmadan balık avlayarak para kazanan usta balıkçılar. (tuttukları balıkları mal almaya ve erzak vermeye gelen teknelere aktarıyorlar) ben onların goruntulerini çekiyorum.

    gündüz... okyanus dalgaları her zaman sert. açıkta rüzgarı bulan gemiciler motoru rolantiye alıp yelken açıyorlar...

    yelken seyri... öyle keyifli ki. denizin içinde sessizce süzülmesi o teknenin. sessizce ruzgarin isligi, yelkenlerin pitirtisi ve denizin şıpırtısını dinlemek. benzersiz bir duygu.

    öyle keyifliyim ki, öyle keyifliyim oyle keyifli öyle keyifli öyle öyle öyle... güüüümmm…
    bir patlama oluyor suratımın tam ortasında.
    (öyle bir patlama ki, hala bazen gözümü kapattığımda, motorsiklet sürdüğümde, karşıdan karşıya geçtiğimde, tehlikede olduğumu hissettigimde bir şey olacak ve ben yine o patlamadan duyacağım hissine kapılıyorum)

    lan bu bir nedir? aniden binlerce volt elektrik verilip yine aniden beynin tüm elektriklerinin kesilmesi gibi olan şey nedir?

    ne olduğu ne görebiliyorum ne de anlayabiliyorum. bir tahmin; somali neremizdeydi acaba... somali nerdeydi? somalili korsanların kalesnikof mermisi mi dağıttı suratımı? kodumun ibnelerinin yoksul balıkçılardan çalabileceği ne olabilir ki... suratımdaki o patlamanın olmasından bilincimi kaybederek okyanusa düştügum zaman arasında geçen süre belki sadece 1 saniye. 1 saniyeye ne çok duygu, ne çok düşünce, ne çok pişmanlık, ne çok korku sığdırılabilirmiş allah'ım.

    bumba. adı üzerinde bummmm baaa. bir yelkenlide yelkenin ağırlığını aşağı çeken, tekne yüzeyine paralel, yatay uzun kalın sert uzun odun... yelkenin yönü bumbayla ayarlanıyor. ani bir rüzgar o bumbayı sabitlendiği ipten kurtarırsa bumba tekne üstünde 360 derecelik bir eksenle savruluyor ve yine bingo. işte o bumba tam benim suratımın ortasında patlıyor. sonuç; patlamış dudaklar, dökülmüş dişler vesaireler...

    ciğerlerim sızlıyor, migdem bulanıyor epeyi su yutmuşum. beni o okyanustan kim çıkardı, ne kadar süre suda kayboldum hiç birini bilmiyorum. şunu biliyorum; azrail yine teyet geçmis sırtıma edilen dualar yuzu suyu hurmetine.

    işkence. karada değilsin, ağzın burnun dağılmış. kıyıya haber verilecek, bilmem kac saat sonra bir tekne gelecek, seni alacak kiyiya dondurecek o olacak bu olacak... bu patlak dudaklarla balıkçıların yaptığı o nefis çorbadan da içemem. agzimda kanimin tuzlu tadi.
    benim buralarda ne işim vardı? salaklığıma doymayayım e mi. bi daha, ama bi daha tovbeler tovbesi olsun bi daha...

    bi daha?
    yer japonya...
    (elim yoruldu bu kadarlik yeter.
    onu da anlatmak baska zamana)
  • meme ucumu balık ısırdı bu yaz. ilk defa böyle bir şey yaşadım, aklım çıktı. (bay kişiyim)
  • (bkz: st. elmo's fire)
    (bkz: gemici nuru)
    korkunun ve yalnızlığın ne olduğunu öğrenmek demektir denizcilik.

    denizler sonsuzluğa uzanan mavilikleriyle olabildiğince farklıdır çöllerden ve kuytu ormanlardan. zira bilinmezlik yalnızca dört bir yanda değildir! engin maviliklerin altında da karanlık ve çözülmemiş bir gizem vardır.
    gündüzleri bu pek sorun değildir. aydınlık havada yalnızlığını unutur denizci.
    lakin geceleri...

    bazı geceler samanyolu’nun tüm kuşakları bir harita misali serilir gökyüzüne. bellatrix ve sirius gibi yıldızlar adeta bir rehber olurlar denizci için. lakin bazı geceler, somutlaşmış bir karanlık çöker gökyüzüne. okyanusun ortasında karanlıkta kalmamış hiçkimse karanlığa dair yorum yapmamalıdır. sonsuz bir bilinmezliğin ortasında ne denli yapayalnız kaldığını anlayıverir insan. lakin denizci tüm bunlara kafa yormamalıdır. düşünmek insanı delirtebilir. denizde bu iyi değildir.

    tıpkı karanlığa dair yorum yapmaması gereken insan gibi, karanlık bir gecede, okyanusun ortasında aziz elmo’nun ateşini (bkz: st. elmo's fire) yani gemici ruhunu görmeyen insan da korkuya dair yorum yapmamalıdır. karanlık ve durgun sularda, kör bir bilinmezliğin arasından seyrederken yeşil bir kandil yanıverir gökyüzünde. sevinir denizci. bir yıldızın aydınlığı sanıverir bunu. ne de iyimserdir! lakin asla fazla iyimser olunmamalıdır denizde.
    bu iyi değildir.

    birdenbire havada uçuşan garip ışıklar sarar gemiyi. direklerin arasında süzülür dururlar. lakin hiç aydınlatmazlar etraflarını. karanlığın bir parçasıdırlar adeta. tam da bu esnada denizci gözlerini kapatmalıdır. aksi halde ışıkların dönüştükleri garabet şekilleri görür gibi olur. bu şekiller her şeye ama her şeye benzer. onları gören denizciler aklını yitirebilir. kimisi küpeşteden aşağı atlar. kimisi konuşma yetisini kaybeder. kimisiyle parmaklarını kendi gözlerine sokuştururlar. gemiye kaos hakim olur.
    denizin ortasında bu çok tehlikelidir!

    öte yandan kaptan sükunetini korumalıdır. gemideki en az bir denizcinin aziz elmo’nun ateşini görmemiş olması hayati önem taşımaktadır. aksi halde ufukta, vücudu okyanusun derinlerinden yükselen devasa, yaşlı ve çirkin bir adam görünür. yücelerdeki vahşi suratını süsleyen kara gözlerini gemiye diker. hiç kıpırdamaz. öylece bakar durur. artık lanetlenmiştir denizci. bir daha ne zaman denize baksa o korkunç adamı görür gibi olur.
    denizde bu iyi değildir.

    eğer bir gün denizin ortasında aziz elmo’nun ateşiyle karşılaşırsanız. sükunetinizi koruyun ve tedbirinizi elden bırakmayın. aksi halde ebedi bir karanlık doldurur benliğinizi. unutmayın! en büyük düşmanınız kendi merakınızdır.
    denizi sevin lakin asla güvenmeyin! denizlere hükmedeceğinize dair budalaca bir düşünceye kapılmayın. deniz hep tetiktedir! siz de tetikte olun. unutmayın: büyük gemi-küçük gemi yoktur; denizin karşısında büyük gemi de küçük, küçük gemi de küçük gemidir. sakladığı gizemler ve sırlar sonsuzdur o derinliklerin. sonsuzluğunda seyrederken bunu asla unutmayın.

    unutkanlık iyi değildir. insana ne yapacağı belli olmaz! deniz gibi...
  • 98 yazıydı sanırım. üniversite'den 3 arkadaş olimpos'a gittik.
    bu tip tatillerin en güzel yanı bana göre gidiş yolculuğudur. hele bizim gibi 3 sap giderseniz, gidene kadar dönen muhabbet çoğu zaman tatilin kendisinden daha keyifli olur.
    tahmin edebileceğiniz üzere sohbetler şu minvalde:
    - bence ilk gün çapkınlık yapmayalım.
    - tabi tabi. ilk gün bir çevreyi tanıyalım. sonra başlarız.
    - valla ben türk kızlarıyla hiç uğraşamam, direk ruslara yürüyeceğim.
    - ben ingilizciyim.
    - yok ben yunancıyım.
    duysan, dersin ki "açılın mahşerin 3 çapkını geliyor".
    gidiş yolculuğunun daha keyifli olmasının sebebi de bu zaten. çünkü dönüşte neden olmadı sorusunun cevapları hiç te eğlenceli olmuyor.
    bir haftalık tatilin sanırım üçüncü günü, bendeniz artık beklenen patlamayı yapamamış olmaktan sıkılıp "ben zaten kafa dinlemeye gelmiştim" moduna geçtim.
    istikametimi rus kızlarından rus klasiklerine çevirip "gene ne varsa dostoyevski'de var" şiarıyla tatilimi daha çekilir bir hale çevirmeyi başardım.
    bizim iki abazaya gelince, onlar aynı inat ve kararlılıkla ilk günkü duruşlarını hiç bozmadan tatilin sonunu getirmeyi başardılar.
    beşinci günün sabahı bizim gençler gene dağ, tepe demeden o rus senin bu ingiliz benim standart sortilerine başlayınca bendeniz de sahilde dmitri, ivan ve aleksey kardeşlerle baş başa kaldım. birkaç zaman sonra sıkılmış olmalıyım ki geldik gidiyoruz bir bakalım neler varmış buralarda diye kalkıp plajda bir yürüyüş yapmaya karar verdim.
    bir miktar yürüdükten sonra nedendir bilinmez içime bir kano ile denize açılma sevdası düştü. bu düşünce nereden çıktı, neden böyle bir heyecana girdim gerçekten hala daha anlayamıyorum ama büyük bir şevkle o tek kişilik kanoya binip kendimi akdeniz'in mavi sularına doğru kürek çekerken buldum. ama ne kürek çekmek, ya arkadaş boş beleş geçen günlerin hırsını küreklerden çıkarıyorum resmen. arada gaza geliyorum "vira bismillah" lar "iskele alabanda"lar "aganta burina burinata"lar ... aklıma ne gelirse patlatıyorum.
    sanırım bir 15 dakika sonra bir hışırtıyla kendime geldim. ne oluyor lan demeye kalmadan yaklaşık 1 metre uzağımdan bir yunus sudan yükselip kanonun önünden tekrar suya düştü.
    bu yunus hayvanları hiç öyle flipper falan gibi sempatik değilmiş gençler. siyah, kocaman, korkunç bir hayvan. hayvan 5 metre boyunda. şey, 5 metre olmasa da yunus kadar yunus işte.
    çevirdim kanoyu sahile doğru, anam sahil yok. sahil yok derken görünmüyor. çok uzaklaşmışım. o şerefsiz de atlayıp atlayıp duruyor. dalga geçiyor pezevenk. ulan zaten 15 dakikadır tam güç kürek çekmişim, kollarda derman kalmamış.
    o an aklımdan efendi gibi öl burada hiç boşuna uğraşma fikri geçse de son bir gayretle ve birazda can havliyle bu kadar kolay olmamalı diyerek tekrar yüklendim küreklere.
    15 dakikada geldiğim mesafeyi sanırım 1 saatte falan geri döndüm. yunus efendi de sahile yaklaşana kadar bana eşlik etti. bir bakıyorum hop yan tarafımdan atlıyor, sonra altımdan geçiyor ön taraftan kuyruk çırpıyor falan öyle geldik. sahile 40-50 metre kala hadi eyvallah deyip döndü gitti hayvan.
    çıktım sahile, öyle bir adrenalin olamaz ya. büyük bir badire atlatmışım, bekliyorum ki insanlar gelsin, alkış kıyamet, geçmiş olsun diyenler, tebrik edenler, sarılan rus kızları falan. yok arkadaş. kimsenin umurunda değil. eleman geldi, abi 20 dakika fazla durdun, şu kadar fazla ödemen gerekiyor falan bir şeyler zırvalıyor. ya diyorum birader hasta mısın, ben neler yaşadım, madalya takmanız lazım bir de para istiyorsun. neyse verdim parasını, gittim havlumun üstüne yattım.
    şimdi gelelim işin en cafcaflı kısmına:
    uzandım havlumun üstüne, yaktım sigarayı, 5 dakika geçmedi fırtına koptu. resmen ortalık toz duman oldu. deniz canavara döndü. yani bilmiyorum ama o fırtınada o mesafeden dönemeyebilirdim. yunus hayatımı kurtardı galiba.
    yaşıyor mudur hala bilmiyorum. yaşıyorsa buradan ona selam olsun, öldüyse de allah gani gani rahmet eylesin.
    eski dostum yunus, seviyorum seni.
  • - geçen eylülde marmara'da tüpsüz serbest dalış yapıyordum. kıyafetsiz sadece palet ve gözlükler. yirmi metre civarı dipteyim. rengarenk kabuklular, yosun, çöp, ot, küçük balık sürüleri, kumların üstünde süzülüyoum. bir anda zaten zayıf olan gün ışığı tamamen, gitti, güneş tutulması gibi. o sırada arkamdan, birkaç metre üstümden devasa bir vatoz süzülerek geçti. bu yaratıktan ödüm patlıyor.

    - karadenizdeyim. yavaştan yağmur yağmaya başladı, ama görünüşte rüzgar fırtına yok. dedim siktiret meteorolojinin insafına kalırsak bu iklimde deniz keyfi yapamayız. herkes yağmurdan kaçtı, sahilde bir tek ben varım. biraz açıkta kendimce eğleniyorum, dalıp dalıp çıkıyor, apnea antrenmanı yapıyorum. bir ara açık sulara seri şekilde yıldırımlar çarptığını gördüm aklımı gitti. sudan çıkana kadar üçbuçuk attım. kıyıda eğilerek neredeyse sürünerek geziyorum. amk elektrik bulutu bu affı yok, etrafındaki her şeyden beş santim daha yükseksen gelir sana çakar.
  • akıntıya kapılmak.

    düğünümü yapalı 1 hafta olmuş. eşimle beraber ege den başlayarak kıyı şeridini geziyoruz. çok da iyi bir yüzücü değilim, hatta eskiden fobim vardı. boyumu geçen suda yüzemiyordum falan. neyse rotamızdaki kekik kokulu yollardan geçtikten sonra şu kekova nın meşhur koylarını bir görelim dedik. koperatif bir teknenin turuna dahil olduk. turkuaz rengi, 10 numara bir deniz.

    buraya kadar her şey iyi hoş. tekne, aile işletmesi. 18 ine yeni basmış bir oğlan ve annesi işletiyor tekneyi. ama gayet sıcak ve hoş bir ortam. neyse yemek için bir yerde durdular. koyun ismi akvaryum koyu. genç kaptan hayrettin; "1 saat molamız var istediğiniz kadar yüzebilirsiniz ama dikkat edin bu koyda akıntı olur, çok açılmayın" dedi.

    hay neyse eşim atladı balık gibi yüzüyor falan. ben de o aralar yüzme kasıyorum ama yeni yeni oturtuyorum. neyse çivileme atladım suya. sonra atıyorum kulaçları, hay maşşallah. kendi kendime diyorum, " mermi gibi gidiyorum, egzersizler de amma çok işe yaramışş haa afferin oğlum falan"...

    eşim arkadan bağırıyor, çok açılma diye. "yok" diyorum kendi kendime ne olacak ya o kadar da değil. neyse bir yerde durayım dedim, midem de doluydu zaten öncesinde. nefes alışım artmaya başlamıştı çünkü. ayaklarımı oynata oynata duruyorum suda. eşim de yanıma doğru geliyor. suda dalga sıfır..dümdüz. ipek gibi maşallah. ileride geride ufak ufak adacıklar var onları izliyorum, derin derin nefes alıyorum.

    sonra eşimle uzaktan uzaktan tekneyi izliyoruz. neyse dedik yavaştan dönelim.vay anam o da ne. ilerleyemiyorum. 3 metre yüzüyorum, kesiliyorum tam durup nefes alıyorum, yüzdüğüm aynı yere doğru geliyorum.ve bunu her yaptığımda daha da çok yorulduğumu hissediyorum. tabi çok da iyi bir yüzücü olmamanın verdiği ruh haliyle yavaş yavaş gerilmeye başlıyorum ama çaktırmamaya başlıyorum. eşime diyorum ki, ben gelemeyecem kesildim. "şaka yapıyorsun" diyor. "hayır" diyorum, gayet ciddiyim.

    neyse tam olarak panik değiliz o anda, eşim tekneye daha yakın bu süreçte. ben gidip makarna alayım sana diyor bekle orda. "tamam" diyorum. halen rahatım. ama durduğum yerde tekneden gitgide uzaklaşmaya başladığımı hissediyorum. tekneye doğru bakıyorum, gayet ortam keyifler yerinde. ohh yansın balıklar, tütsün dumanlar. ben de "amaaan ne olacak ki diyorum, giderim bir şekilde" diyorum bilinçaltımda.

    uzunca bir süre sonra eşim elinde makarnayla yanıma geliyor, hadi dönelim diye."amma uzaklaşmışsın beklerken, zor geldim vllahi" diyor. yaptığım bir şey yok halbu ki, akıntıya yavaş yavaş teslim olmaktan başka. tutuyorum makarnayı, çırpıyorum ayakları. lan yine yok, bu sefer hiç ilerleyemiyorum. daha da geri gitmeye başlıyorum ve o sıcak güneşin altında soğuk soğuk terlemeye başladığımı hissediyorum. iyice sürüklenmeye başlıyoruz.

    bu sefer eşimi de bir korku salmaya başlıyor, zira tekne artık iyice uzakta kalıyor. "hay, benim geri dönmem lazım, yoksa ben de burda kalacamm, gidip tekneye yardım çağırayım diyor." durumun ciddiyetini anlayarak. "beni bırakma" diyorum. lan erkek adam benim :) dağ gibi adamım ama göt korkusu işte. belli etmemeye çalışıyorum ama korku vücudumu sarmaya başlıyor. ilerde bir yerde kocaman özel bir teknenin filika botu var iple bağlı. ben ona tutunuyorum. eşim de "burda bekle, bir yere ayrılma, tekneye gidip yardım getireceğim" diyor. "tamam" diyorum sıkıntı yok.

    filika bota tutunmuş durumdayım, bir elimde makarna var. nolabilir ki diyorum. 1 saatte olsa beklerim. bizim tekne uzaktan görünmüyor artık. nokta şeklinde. "lan diyorum hiç mi beni merak eden yok bea, balıklar boğazınıza dursun emi" diyorum içimden. eşim, akıntıya karşı yüzerek çok yavaş şekilde uzaklaşıyor. filika botumla mutlu mesutum, "hay ne aksiyondu" diyorum.

    bilgisizlik böyle bir şey işte.. daha yeni yürümeyi öğreniyorsun ama hemen koşmak istiyor insan. kaptan söylemişti halbu ki, buralarda akıntı olur dikkat edin diye. kendi kendime kaptana kızıyorum. be mal herif diyorum, ilk durulan koy da böyle akıntılı bir koy olmaz ki ama.. bari ısınsaydık falan diyorum içimden. sanki futbol maçına çıkacam...

    böyle filika bota tutunarak saçma sapan şeyler düşünüp yardım gelmesini beklerken, bir sesle dürtülüyorum. filika botun bağlı olduğu o büyük teknedeki bir oğlan yukardan bana bakıyor. "abi, hareket edecez. botu bırakır mısın diyor?" "şaka mı yapıyorsun oğlum, boğulacam ben burda bunu bırakırsam, yardım bekliyorum" diyorum. çocuk, "abi hareket etmemiz lazım, bırak şu botu" diyor. "kaptanını çağır kaptanını" diyorum durumun ciddiyetini belirtmek için. aklımdan geçen senaryo, beyaz sakallı fötr şapkalı bir kaptan yanıma gelecek " ahh be evladım naptın sen diyip, yanındaki o veledi bir güzel haşlayıp, beni sıcak battaniyeler eşliğinde motorlu bir botla tekneme kadar götürecekler, çay kahve ikram edecekler falan..."

    ve kaptan geliyor. tam da düşündüğüm gibi beyaz sakallı, fötr şapkalı bir adam. bana yukardan dik dik bakıyor. ben sıkıca bota tutunmuş bir halde ona bakıyorum. "ne vardı?" diyor. "kaptan, kesildim yüzemiyorum, kollarımda güç kalmadı. sanırım boğulacam, bir 10-15 dakika beklerseniz, teknem buraya gelecek, bekler misiniz?" diyorum kibar bir şekilde. kaptan kafasını çevirip sinirlice "bırak o botu çabuk, müşterilerimiz bekliyor. herkesin bir programı var" diyor. şaşırmış bir şekilde " yüzemem ama naparım ben?" diyorum. kaptan daha da sinirlenerek, "buraya kadar nasıl yüzdüysen, aynen o şekilde geri yüz" diyor ve yanındaki velede "hadi hareket ediyoruz" diyor. arkasına bile bakmadan geri gidiyor hızlıca.

    kafamda canlanan senaryo, botu bırakmak istemeyen ben ve kafama kürekle vurularak "bırak lan, bırak lan diyen bir kaptan". fakir ama gururlu bir genç var burda diyorum kendi kendime. büyük tekne yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor.o an iki ihtimali düşünüyorum ya botu bırakmayıp tekneyle beraber neresi olduğu bilinmezliklere doğru sürükleneceğim ya da botu bırakıp boşluğa doğru kaybolup gideceğim. ilk ihtimale ne kadar sıcak baksam da bu bota tutunup giderken ya kayaya falan çarpsam ne olur diye sormadan edemiyorum kendi kendime. ve parmaklarım 4, 3, 2, 1 derken yavaş yavaş bırakıyor botu. hızla uzaklaşan büyük tekneye boncuk boncuk gözlerimle bakıyorum uzaktan.

    ve o an aklımda çalan sadece bir melodi. unchained melody boşluğa doğru sürükleniyorum. tüm benliğimle. kendimi bırakmış halde. çabalamak yok. "akışına bırak oğlum" kafamda dönüp duran ses bu. "akışına bırak". kendimle konuşuyorum. "bıraktım işte". nereye gittiğimi bilmiyorum, teknem uzaktan görünmüyor artık. her taraf su. ama turkuaz, dalgasız rengarenk bir su. bilim kurgu filmlerinde uzay gemisinden kopup, uzay boşluğunda kaybolan astronotları düşünüyorum. "aslında güzel bir his" diyorum kendi kendime. içimdeki korku tamamen kendini bırakmış, keşfetmeye dönüyor. diyorum ki kendi kendime "ulan bak, fethiyede paraşütten de atlamamıştım, ne korkak adammışım.." "bu döngüden bir çıkarsam..." " yok yok, çıkma ya sürüklen böyle güzel oluyor, kol da çırpma, ayak da çırpma, bırak ya şu güzelliği izle."

    bir süre geçiyor aradan. kendi kendime düşünüyorum. ilerde bir ada parçası var. akıntı biraz çaprazına doğru götürecek gibi beni. acaba kara parçasına bir güç yüzsem, orda beklesem birilerini görebilir miyim diyorum. sonra "çok klişe" diyorum boşver..."gittiği yere kadar gitsin, ya batak ya çıkak."

    eşim geliyor aklıma. tekneye ulaşmıştır heralde, neden peki beni arayan soran halen yok diyorum derken, sağ açığımda bir sis perdesi aralanır gibi.. bir tekne görüyorum. yanıma doğru geliyor. ama farkediyorum ki bizim tekne değil bu. yine koperatif küçük bir tekne. genç bir kaptan görüyorum yine dümeninde. şansıma iyice yanıma doğru yaklaşıyor ben sürüklenirken. aklıma ak sakallı şerefsiz, adi kaptan geliyor. ve genç kaptana bakarak, "boğuluyorum ben, imdat!" diyorum. kafamı da bir kaç kez suya sokuyorum beni ciddiye alsınlar diye. hep yapmak istemişimdir. çocukluğumdan beri suya girip bir kere "imdat" diye bağırmak istemişimdir. ama kazık kadar adam olunca çok da kulağa şirin gelmiyor. yamuk çıkıyor yani ses :)

    neyse genç yağız delikanlı kaptan hemen suya atlıyor balıklama. ama zıpır gibi, zıpkın gibi maşallah. geliyor yanıma. "abi, iyi misin diyor? su yutttun mu falan?" "yok yok, iyiyim. durumu anlatıyorum. "tamam, tut makarnayı, biliyorum ben o tekneyi, orayı, seni götürürüm diyor." "emin misin diyorum, akıntı baya sağlam? falan". oğlan kendine güveniyor, "sen makarnayı tut, ayak çırp yeter o işi bana bırak" diyor. neyse güveniyorum oğlana. tutuyorum makarnanın ucundan, o da diğer tarafından başlıyor canavar gibi çırpmaya. ilerliyoruz baya baya ama yok motorun yavaş yavaş hararet yaptığını hissediyorum. içimden saydırıyorum, " hadi aslansın, kaplansın, yürü koçum falan". ama motor ısındıkça şişiyor şişiyor ve umutlarım yavaş yavaş kayboluyor kadim dostlarım.

    hay yazmaya başladığımda bu kadar uzun süreceğini hiç düşünmemiştim. vallahi yazmaktan yoruldum. burda ufak bir reklam arası veriyorum. ve aradaki olayları geçiyorum. niye diye soran olursa, "yoruldum" yahu. yazmaktan yoruldum işte. filmlerde de öyle değil midir zaten. dönüş yolculuğu anlatılmaz, sadece mutlu sona hızlıca ulaşılır. bu da öyle bir hikaye işte.

    hikayenin sonunda tekneden tekneye atlayarak, kafamı da son anda eğerek güverteye çarpmadan kurtuluyorum ve eşime sarılıyorum. teknede bana mandalina, badem falan ikram ediyorlar. gülüşüyoruz, eğleniyoruz falan. hayatın ne kadar kısa ve güzel olduğunu farkediyorum kendi kendime.

    burdan gencecik yaşına rağmen hiç tereddüt etmeden denize atlayıp kurtulmamda büyük rolü olan mustafa kaptana en içten dileklerimle saygılarımı iletiyorum.

    burdan kartlaşmış yaşına rağmen egosundan ve götlüğünden hiç ödün vermeyen, beni denizin ortasında bir başıma bırakan ismini bilmediğim kaptancığa da en içten dileklerimle ...

    arkadaşlar gelen mesajlar üzerine;

    edit 1: bir arkadaş genç kaptan neden teknesiyle götürmedi sizi diye sormuş? zaten reklam arası verdiğim yazının final bölümünde kavuşma o şekilde gerçekleşiyor. genç mustafa kaptan beni makarnaya tutmuş pozisyonda yüzerek götürebileceğini düşünüyor. gayet iyi bir yüzücü ama maalesef akıntı kuvvetli olduğu için yolun yarısına dahi gelemiyoruz ve sürüklenerek tekrardan onun teknesine geliyoruz. sonrasında tekneyle hareket ederek bizim tekneyi arıyoruz, bu süreçte bizim teknede bizi arıyormuş. ortada bir yerde buluşuyoruz ve ben güverteden güverteye atlayarak kendi tekneme geçiyorum.

    edit 2: en çok eşimin bu süreçte ne yaptığını, neden yardım edemediğini soranlar olmuş :) tabi yazı uzun bir yazı olmasına rağmen tüm detayları istediğim şekilde aktaramadığımı farkettim. hatta kendisi de yazıyı okuyunca, bu yazıya göre ben "ne umursamaz, gaddar bir insanmışım yahu" dedi :) ve yazıya şunları eklememi istedi. kendisi iyi bir yüzücü olmasına rağmen öncelikle ilk denemesinde tekneye kadar gidip bana makarna getirmişti. bunu zaten yazımda belirtmiştim. 50 kiloluk haliyle 80 kiloluk dağ gibi beni var gücüyle çekmeye çalıştı ama maalesef başaramadı. daha sonra beraber sürüklenmeye başlayınca kendisi; benim o şerefsiz yaşlı kaptanın filika botuna tutunduğumdan emin olup, "hiç bir yere ayrılmadan burada beklememi tembih edip", bizim teknemize kadar gidip yardım getirmek için yüzmeye başladı. çünkü daha fazla sürüklenirsek kendisinin de geri dönemeyeceğini biliyordu. ama akıntı o kadar güçlüydü ki arkadaşlar, yani o mesafeyi yüzmek çok uzun sürüyor. yani ben bütün bu boşlukta salınım hikayelerini yaşarken, eşim var gücüyle bizim tekneye kadar gidip yardım getirmeye çalışıyordu. zaman karmaşası yaşanmaması açısından belirtmek istedim. hatta tekneye de ulaşınca baya ortalığı birbirine vermiş "eyvah, kocam elden gidiyor" diye :)
    yani bu süreçte bizim tekne de demirini çekip, beni aramaya koyulmuştu...

    edit 3: sonrasında bir fobi oluştu mu evet oluştu. hatta bir sonraki koyda durduğumuzda, denize girmemek için baya direndim. kaptan falan da "bak burda akıtnı falan yok, burda girmezsen bir daha ömrünün sonuna kadar giremeyebilirsin falan" dedi. eşimin de desteğiyle kendimi zorladım ve durduğumuz diğer koylarda denize girdim. ama kalbim hala küt küt.. bu olay yaşanalı 1.5 sene falan oldu. şimdi balıklama falan atlıyorum. öyle işte, hayat devam ediyor arkadaşlar :) batman filminden bir replikle devam etmek istiyorum:
    -niye düşersin bruce?
    --tekrar ayağa kalkabilmek için.
  • 1995, ayvalık'ta yazlıktayız. annem, babam, ben ve kardeşim tekneyle açıldık. rakı içtiler, yemekler yendi. dişim ağrıyor diye pamukla dişime rakı sürmüşlerdi biraz hatta, rakının tadı hep o günü hatırlatır bana.

    herkes çok eğleniyordu. babam annemi kucaklayıp tekneden denize attı. acayip keyifliydik ailece. sonra bir şey oldu anneme, çok ciddiye almadı ama çıktı sudan biraz sonra eve dönüşe geçtik zaten. çok geçmeden annem fenalaştı, kanaması başladı meğer hamileymiş, kendisinin de haberi yokmuş henüz. denize tut at derken bebeği düşürmüş.

    babam uzun süre kendini suçladı, annem de kötü etkilenmişti belli ki bu olaydan. sık sık kavga etmeye başladılar, başka şeyler de vardı herhalde bilemiyorum. ayrıldılar bir kaç yıl sonra.

    garip ya da ürkütücü bir olay değil belki de ama ben iskeleden bile denize atlayamam, korkarım o olay gelir aklıma. çocuk gibi çivileme dalarım suya en fazla. bu da böyle bir anımdır.
  • (bkz: ergotism) 4 aralık 1872‘de cebelitarık açıklarında başıboş seyrederken bulunan mary celeste isimli yelkenlinin başına gelen muhtemel olaydır. madei gratia adlı ticari gemi tarafından mürettebatın yerinde yeller eserken bulunmuştur. ilginç olan nokta gemide herhangi bir korsan saldırısı, fırtına, hatta bir deniz depremi izine rastlanmamış olmasıdır. öyle ki mürettebatın hazırladığı yemek masalarındaki kadehler bile yarı dolu vaziyettedir. onlarca kişilik mürettebat nerededir? şayet bir korsan saldırısı olsa neden gemideki hiçbir değerli eşya yağmalanmamıştır.
    lakin ekmekler...

    araştırmacıların dikkatini çeken şey dört bir yana saçılan küflenmiş ekmek parçalarıdır. öyle ki gemideki tüm mürettebat ekmeğin içerdiği ergot mantarınca zehirlenmiş olabilir. yan etkileri lsd ile (bkz: liserjik asit dietilamit) aynı olan bu maddenin etkisiyle tüm mütettabatın halisülasyon ve sanrılara kapılmış olması olasıdır. öyle ya da böyle mary celeste ve mürettebatının başına gelenler denizcilik tarihinin en gizemli olaylarından biridir.
  • bir yuk gemisinde, akdenizin ortasindayken aniden ölen gemiciyi, limana kadar et dolabinda getirmek.
    (gerçek)
hesabın var mı? giriş yap