9 entry daha
  • [bu entirimi gerçek bir bilim adamı olan, genç yaşta (1912-1953) kaybettiğimiz, aslında yaşadığım sürece hiçbir zaman unutulmaması için hep çaba sarfedeceğim suat yakup baydur hocaya adıyorum. klasik filoloji alanında taş üstüne taş koyuşunu hep büyük bir minnetle anacağım.]

    yaz tatili geçirmek üzere gittiği şile'de bir deniz kazasında henüz 41 yaşındayken (5.8.1953) kaybettiğimiz saygıdeğer suat yakup baydur'un dil ve kültür adlı eserinin bir yerinde şöyle bir ifade geçer; "esaslı bir yabancı dil bilgisi, insanı o dilin büyüsünden kurtarır, ona o dilin kelimelerini maskesiz, düzgünsüz, oldukları gibi gösterir. gelin de yabancı kelimeleri sahnenin arkasında soyunma odalarında görelim."(1) konuya ne kadar da tatlı bir giriş yapıyor hocamız, kelimeleri soyunma odalarında görmemiz için davet ederken bizi ne kadar da güzel bir benzetme yapıyor aslında. zira yabancı kelimelerin zamanında, nasıl bir yolculuk sonunda dile karışmış olduğunu bilmek bazen öyle şeyler düşündürmüştür ki bana, çok doğru cümlelerle, pek yerinde tasvirlerle buraya aktarabilmem mümkün değil. elimden geldiğince dil ya da logos bahsinde bu hususu göz önünde bulundurarak konuşmaya çalışacağım bu entiride.

    suat hoca yukarıda alıntı yaptığım sözünden sonra ilk olarak enterval kelimesini ele alıyor ve "fransızca ama pek hoş, pek manalı olduğu için biz de kullanmaktan kendimizi alamıyoruz." diyerek, şöyle devam ediyor; "fasıla da pek fena değil, yalnız modası geçti, aralık diye türkçe bir söz var, fakat bu kelime enterval'i tam karşılamıyor, hem onu aylardan birine ad olarak verdik." ve hoca yukarıdaki o hoş benzetmesini sürdürüyor, hani bizi soyunma odasına davet etmişti ya; işte diyor ki hoca; "bakın soyunmaya başladı, önce onun enterval değil, intervalle olduğunu görüyoruz. belindeki bağlantı yerini seçebildiğiniz mi? inter - valle diye ayrılıyor; inter'in latince arası demek olduğunu biliyorsunuz, valle latince kazık demek olan vallum olduğunu kulağınıza fısıldarsam intervalle kelimesinin 'kazık-arası'nı bildirdiğini anlamış olursunuz. nasıl beğendiniz mi?" beğendik hocam, hem de çok beğendik. hoca, türkiye cumhuriyeti'nin ilk dönemlerindeki dilde eski-yeni tartışmasını da göz önünde tutarak şöyle bir ifade kullanıyor, daha doğrusu soruyor: "içimizden biri fasıla karşılığı olarak 'kazık-arası' sözünü ortaya atsa kazığa oturtulmaktan kurtulabilir miydi dersiniz?" (2)

    tabi burada suat hocanın bir çırpıda yaptığı dil çalışması, açıklaması aslında filolojik çalışmaların sadece bilmem kaç ölçekte küçültülmüş bir örneğidir. zira dil çalışmaları, hele ki benim üzerinde doğal olarak daha fazla durduğumca; klasik filoloji çalışmaları, disiplinlerarası bilgi alışverişini ve sistemli olmayı gerektiriyor. zira teoman duralı hocamın felsefe için söylediği sözü anımsayalım, "felsefenin bazı noktaları, konuları çok duyarlıdır, hassastır, beyin cerrahlığı gibi bir şeydir." (http://www.youtube.com/watch?v=47y8xy9_r4c) gerçekten öyledir ancak filoloji hiç ondan geri değildir, hatta bazı noktalarda daha da ciddiliğe ve metodlu düşünmeye ihtiyaç duyar. örneğin; elimizdeki metinler bizim namusumuz gibidir, onları koruyup, kollamak zorundayız. klasik filoloji için konuşmam gerekirse; ölü diye tabir edilen (dil ölmez aslında, dilin ruhu beden değiştirir bence.) klasik dillerde yazılmış eserleri modern dillere aktarırken bir tarihi aydınlatıyoruz, bir kültürü hissetmeye çalışıyoruz. örneğin; cicero, de finibus lll 'te lucullus'un kütüphanesinde kendisi gibi mühim bir romalı , yani 'roma tarihinden on isim sayın' desem mutlaka içinde olacak olan, cato'yu stoacılık üzerine yazılmış kitapların arasında görür, biz bu eseri veya tam örneğimizin üzerinden konuşmak gerekirse, bu karşılaşmayı türkçeye kazandırmak istediğimizde, öyle dikkatli olmalıyız ki; beyin cerrahlığında olduğu gibi, en ufak bir kayma daha önce türkçeye çevrilmemiş, çevrilmediği için de üzerine edebi tartışmalar da bulunulmamış bu eserin çok yanlış anlaşılmasına sebep olur. mustafa kemal atatürk'ün önderliğinde, yeni cumhuriyetin bir getirisi/ihtiyacı olarak gerçekleştirilen eğitim seferberliği aynı hızda devam ettirilseydi, şu an inanılmaz yol aldığımızla övünerek, geleceğe dair umutlu olabilirdik. ancak bu olmadı (bu konuda önerebileceğim doyurucu yazı şuradadır: humanitas/#9397135) ve sadece klasik filoloji alanında değil, diğer alanlarda da eksiklik, aksaklıklarımızla bu ilim savaşını veredururken, batı edebiyatları külliyatını türkçe olarak yeni kuşaklara doyurucu bir şekilde aktaramayacak olmanın hüznünü yaşayacağız, tıpkı bizden öncekilerin hissettiği gibi, veya şu an bir yerlerden bizi izliyorlarsa, hayıflanarak baktıkları gibi. tekrar örneğimiz üzerinden konuşalım; ne dedik kütüphanede karşılaşmış olan cicero ile cato arasındaki diyalogun, çevirinin çevirisi şeklinde ingilizcesinden türkçeye aktarılması başka bir ruhu bize sunacak, orjinal latincesinden türkçeye aktarılmasıyla bambaşka bir öze kavuşulacaktır. h ancak şu da var, her yazılmış eser mutlaka yazılmış olduğu dilde okunmalıdır, buna hiç lafım yok. ancak bu, bu ülkede aldığımız eğitim göz önünde tutulursa delice bir idealden başka bir şey değildir. örneğini verdiğim iki mühim romalı arasındaki diyalogun orjinal latincesindeki heyecanı ingilizcesinde asla bulamayız, o çeviriyi okuyan ingilizler de bulamayacaktır, bazen çeviri harikaları, örneğin; çiğdem dürüşken hoca'nın seneca'dan de providentia, rekin teksoy'un dante'den ilahi komedya , akşit göktürk 'ün (ki kendisi, türkçeyi müthiş kullanışıyla türkiye'de çok önemli bir çeviri uzmanıdır) francis bacon 'dan essays (denemeler) çevirisi gibi istisnalar varsa da, eserin yazılmış olduğu dilde okunması gerekir.

    tekrar filolojiye dönersek, bedia demiriş hoca'ya göre (3); "filolojinin amacı, okunmasında ve anlaşılmasında güçlükler ortaya koyan metinleri açıklamaktır. bunu gerçekleştirebilmesi için filoloji birçok bilim dalından yardım almak zorundadır. filoloji, edebiyat ile dilbiliminin birlikte çalıştıkları, birbirlerini tamamladıkları, birbirlerinden ayrılmadıkları bilim kollarıdır. inceleme konusu olan metinlerin toplanması, okunması; yazmaların betimlenmesi; metnin birden çok kopyası varsa, bunların karşılaştırılması, eleştirilmesi, sınıflandırılması ve yayınlanması; anlamı değişmiş ya da unutulmuş kelimelerin, deyimlerin açıklanması; tarih olaylarına, inanç ve törelere ilişkin ifadelerin açıklanması; söz konusu metnin nerede, ne zaman yazıldığının araştırılması; içerik ve biçim bakımından bağlantılı olduğu ya da kaynak olarak kullandığı başka eserler varsa, onların belirlenmesi; eserin sanat değerinin incelenmesi (yapı, üslup, söz sanatları bakımından özelliklerinin gösterilmesi); edebiyat dışındaki insani bilimlerle ilgisi varsa, bu noktaya dikkat çekilmesi; düşünce tarihi bakımından değerlendirilmesi filolojinin görevleridir. (4)"

    yine bedia hocaya göre; "klasik filoloji klasik halkların yani eski yunan ve latin halklarının kültürünü, bıraktıkları belgeleri ve edebi metinleri inceleyerek ve açıklayarak bu halkları her yönüyle (dil, kurumlar, devlet yönetimi, sosyal yaşam v.b.) tanıtma, bilinmeyen yönlerini gün ışığına çıkarma uğraşıdır. bu uğraşında klasik filolojiye arkeoloji, epigrafi, paleografi, numizmatik, mitoloji, dinler tarihi, papiroloji, kodikoloji, metin eleştirisi, edebiyat tarihi, tarih, hukuk, dilbilim gibi bilim kolları yardımcı olur. klasik filolojinin modern filolojilerden en byük ayrımı, üzerinde çalıştığı bütün edebi metinlerin elle çoğaltılmış metinler olmasıdır. bize eski yunan ve latin yazarlarından kalanlar, özellikle ortaçağ'da batı'daki ve bizans'taki manastırlarda yüzyıllar boyunca elle yazılarak çoğaltılmış olan kopyalarıdır. elle çoğaltılmış metinler üzerinde çalışmak, matbaada çoğaltılmış metinler üzerinde çalışmaktan daha farklı yöntemler gerektirir. matbaada basılmış metin kesindir. oysa elyazmalarıyla günümüze ulaşmış bir metnin yanlışlar içerme olasılığı çok fazla olduğundan, metnin güvenirliliği de azalır. özel durumlar dışarda tutulmak kaydıyla, matbaada çoğaltılmış eserlerde metin bir kesinliğe sahip olduğu gibi, metni okumada ortaya çıkacak zorluklar da ortadan kalkmıştır. buna karşılık bir elyazısı ne kadar okunaklı ve harflerin biçimleri ne kadar belirli bir tipte olursa olsun, metni okuyan yine de zaman zaman okumada kararsızlığa düşebilir. matbaada basılmış bir metinde harfler biçim bakımından kesinliğe sahiptirler, ancak el yazısındaki harfler için aynı şeyi söyleyemeyiz. ayrıca klasik filolojinin üzerinde çalıştığı metinlerin hiçbiri, yazarının kendi eliyle yazdığı orjinal metinler olmadığından, bu metinler üzerinde çalışmak pek çok zorluğu da beraberinde getirir. filologlar bir metin üzerinde çalışırken yukarıda saydıklarımızın dışında, başka güçlüklerle de karşılaşabilirler: bir dilde uzun süreden beri kullanılan bazı kelimeler zamanla anlam değişikliğine uğrayabileceklerinden, yanlış yorumlara yol açabilirler; metin içinde, anlamı unutulmuş bazı gramer yapıları, deyimler olabilir; bazı sözleri anlaşılır kılmak için, filolog tarihsel açıklamalar yapmaya gerek duyabilir. v.b. bir eserin yazıldığı dönemin dili iyi bilinmeden o esere ilişkin metin açıklanamaz. bundan başka metnin içeriği de çoğu kez açıklamalar gerektirir. ifadenin tam aydınlatılması için, yardımcı bilim dallarından çeşitli bilgilerin toplanması gerekir. eleştiride her zaman metinden, metnin yapısından hareket etmek en sağlam yol olsa bile, metnin hangi ortamda, ne gibi etkilerle yazıldığını bilmekte de yarar vardır. bu noktada edebiyat tarihinin önemi göz ardı edilemez." (5)

    klasik çağ dilleri ve kültürleri üzerine yorumlar bütünüyle risk içerir. zira felsefeyle, tarihle ve edebiyatla kol kola yürümek zorundasınız. bu gerçekten zordur, örneğin; cicero burada çok güzel bir örnektir. o hem felsefeci, hem tarihi bir kişilik hem de edebiyatçıdır. ona ait öyle bir metin gelir ki karşımıza; bu üç alanı da bilmek zorundasınız, eğer dipnotlarla da yazıyı beslemek istiyorsanız, vay halinize; benim ekşi sözlük'te bile kimi zaman daldan dala atlayarak bazen ipin ucunu kaçırdığım oluyor, kaynaklar ve bilgiler içinde boğulup gidersiniz. dil ya da logos işte bu yüzden beyin cerrahının titizliğinde incelenmelidir. bir filolog, dille uğraşan kişi bu açıdan savaşçıdır, ama ayağı yere basan bir savaşçıdır. hep söylüyorum dil meselesi bir savaş meselesidir, suat hoca'nın başta alıntıladığım o inanılmaz hoş ifadesi de aslında bir savaşı inceliğini barındırır. zira hocamız, aynı eserinde osmanlıca'yı türkçenin önünde görenlere, daha çok genç olan (hala da öyle) cumhuriyetin dili olan türkçeyi savunuyordu. o türk dilinin sorunlarına, evrensel dünyaya klasik filoloji penceresinden, açısından bakarak yaklaşıyordu. benim için tam anlamıyla saygındır bu yüzden.

    aslında güzel oldu, suat hoca'yla açtım, onunla kapadım entiriyi. bu başlıkta konuşmaya devam etmek istiyorum.

    notlar:

    1- suat yakup baydur, dil ve kültür, sf: 29
    2- s.y. baydur, a.g.e., sf: 30
    3- bedia demiriş, klasik filoloji: tanımı ve sınırları, sf:31, lucerna 1996
    4- süheyla bayrav, filolojinin oluşumu, sf: 1, istanbul 1975
    5- b. demiriş, a.g.e.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap