5 entry daha
  • batida britanya’dan doguda ic asya’ya kadarlik “eski dünya”nin ilginc dönemlerinden biridir. hengamesiydi kargasasiydi falan söyle dursun; on besinci asirda, kültüre dair islerde cok acayip bir ilerleme var ve bu isler, hayatin dinamikleri acisindan yeni normaller yaratiyor. bati, bu yeni normalleri nispeten kolay kabul ediyor, benimsiyor ve hayatin dinamikleriyle uyumlayarak yoluna devam ediyor ama dogu icin durum farkli. bir kere doguda, batida oldugu üzere yeni normallerden ziyade, normaller var. kabul edilmis, ancak benimsemede güclü bir karsi durusu da mevcut normaller bunlar. bu karsi durusun güc kazanmasi sonrasinda devam edilecek yoldaki hayatin dinamikleri normallerde birakilmak yerine “kadim” kabul edilene dönüldügünden dogu icin, “cagin gerisinde kalmak” baslamis oluyor.

    batidaki durumu biraz mürekkep yalamis hemen herkes kiyisindan kösesinden biliyor. ben bu durumu, sonrasinda doguda olup bitenleri anlatirken meramimin esasen ne olduguna isaret etsin diye icice birkac örnek üzerinden anlamaya ve anlamlandirmaya calisacagim.

    on besinci asir italyan rönesansiyla birlikte jacob burckhardt’in da tanimladigi gibi batida “dünyanin ve insanin kesfi” benimseniyor [vakti ve meraki olanlar icin, bkz. burckhardt, italya’da rönesans kültürü, cev.: b. s. baykal; s. 429-528]. kabulü ise yaklasik bir asir kadar öncesine, kendi tabiriyle, la divina commedia’yla fikri sahada “bir kivilcim” olan dante alighieri’ye kadar iniyor. tabii doguya dönük hacli seferlerinin sonuclari ve on dördüncü asrin ortalarinda kara veba’nin artik merkezi avrupa’ya girisiyle katolik kilisesi’nin dini ögretisine karsi gelisen süphe ve sorgulama, dünyanin ve insanin kesfi baglaminda kivilcimi atese ceviriyor. atesi gerek boccaccio’nun decameron’unda gerekse petrarca’nin, diyelim ki triumphi’sinde görmek mümkün; ancak basta italya olmak üzere katolik hiristiyan dünyasini yangin yerine ceviren cok net bir olay var: lorenzo (laurentius) valla’nin constitutum constantini’yi ifsasi...

    constitutum constantini, altinda roma imparatoru flavius constaninus ve konsül gallicanus’un imzasi olan ve dördüncü asirda papa i. sylvester’e gönderilen düzmece bir vasiyet. vasiyette kilise ve papayi dünyevi idarenin tepesine yerlestiren acilistan sonra pesi sira sekiz madde var. ilkini vermek yeterli aslinda: “on the churches of the blessed apostles peter and paul, for the providing of the lights, we have conferred landed estates of possesions, and have enriched them with different objects, and through our sacred imperial mandate we have granted him of our property in the east as well as in the west, and even in the northern and the southern quarter; namely, in judea, greece, asia, thrace, africa, and italy and the various islands; under this condition indeed, that all shall be administered by the hand of our most blessed father the supreme pontiff, sylvester, and his successors” [bkz. the treatise of lorenzo valla on the donation of constantine, trans.: c. b. coleman; s. 10-19]. yedinci maddede ise mesela, dogruca istanbul (province of byzantia)’dan söz ediliyor ve sonunda “it is not right that there an earthly emperor should have jurisdiction” deniliyor. özetle düzmece vasiyet, katolik kilisesi ve papaya romadan miras topraklarda, imparatorlarin da üzerinde tam hakimiyet yetkisi veriyor. vasiyet olasi ki sekizinci asirda katolik rahipler tarafindan üretilmis. kendisi de bir katolik rahip ve ayni zamanda humanist olan laurentius, 1440’ta bu vasiyetin dilbilim, teoloji ve tarih yardimiyla düzmece oldugunu tespit ediyor. temelde ise elbette mantik var. laurentius, latinceye hakim olmasindan ötürü vasiyette kullanilan birtakim kelimelerin ya dördüncü asra ait olmadiklari ya da hatali kullanimlari, papaligin hem dünyevi hem de uhrevi hakimiyet husundaki celisikleri ve sayet belge gercekse imparatorun dünyevi idareyi paylasmak icin ne gibi sebepleri olabilecegi gibi sorularla yerlesik isleyise comak sokan cok sert elestiriler getiriyor. elestirinin sonu icerige dönük özet aslinda: “if only i may sometime see, and indeed i can scarcely wait to see it, especially if it is brought about by my counsel, if only i may see the time when the pope is the vicar of christ alone, and not of caesar also! if only there would no longer be heard the fearful cry, ‘partisans for the church’, ‘partisans against the church!’ ...it is not the church, but the pope, that fights against christians; the church fights against ‘spiritual wickedness in high places’” [bkz. the treatise of lorenzo valla...; s. 183]. elestiri yayimlandiktan sonra laurentius’un beklenildigi üzere basi engizisyonla belaya giriyor; ancak kilise yaklasik bir asir sonra vasiyetin düzmece oldugunu resmen kabul etmek zorunda kaliyor. bir taraftan da es zamanli olarak papa kararnamesi mi yoksa konsil karari mi üstündür tartismasi da basliyor. bütün bu tantananin patlak vermesindeki görünür sebep ise dogu roma imparatoru viii. ioannes palaiologos’un, papa iv. eugenius’tan osmanli ilerleyisine karsi bir hacli seferi talep etmesi ve olasi isteksizlige karsi cebinde katolik papazlarin uydurdugu constitutum constantini’yi sakli tutmasi. neyse, tarihi akisi bir kenara birakalim ve fikri cereyana dönelim.

    belirtmek gerek ki “fikir” yazinla sinirli degil, görsel tasvirde de mevcut halde. gerek yazarlar gerekse ressamlar ortak bir anlayis üzerine kurguluyorlar islerini. dante alighieri’ye kulak verelim mesela: “cimabue kendisinin en büyük olduguna inandirdi / ve simdi giotto’nun sesi cikinca / onun da ününü aldi karanliklar” diyor [bkz. dante, ilahi komedya, cev.: n. yurtman; s. 350]. dante bu iki ressamla niye ilgileniyor ve neden taraflardan birine meylediyor? cevabin hic de öyle karmasikligi yok. giotto, cimabue’ye göre cagin degismeye baslayan fikri yapisini islerinde somutlastirdigi icin dante’nin ilgisini cekiyor ve meylediliyor. cünkü giotto ile birlikte resimde semavi saltanatin simgesellestirildigi “altin zemin” yerini atmosfere, yani dogruca mavi renk kullanimi ve dolayisiyla duyumsanana yakin halde gökyüzü tasviri ugrasina birakiyor. özetle dante, yazinindaki fikre dayanak olarak giotto’yu ve onun tasvir anlayisini layik görüyor; cimabue’yi ise “karanliklar”a itiyor.

    rönesansin dogusu ve getirilerinin yeni normaller olarak kabul görmesi, tam olarak bu örnekteki gibi esasen. dünyevilesme fikri var ve o fikir sarmal halde yazindan resime degin icerigin en mühim unsuru oluyor. on dördüncü asirda dante’de gördügümüz giotto iken, on altinci asrin hemen basinda bu ayni anlayisla michelangelo’da gördügümüz ise dante oluyor. sistine sapeli freskolarindan en meshuru olan “adem’in yaratilisi”nda, tanriyi temsil eden figürü tasiyanlardan, figürün sol kolu altindaki kadin icin havva diyen de var, beatrice diyen de... ancak beatrice diyenler bana göre daha bir haklilar, cünkü ademin yaratilisi esnasinda havva henüz ortalarda degil. kaldi ki zaten ikonografya, adem’in yaratilisi’nda havva’ya yer vermiyor. yani böyle bir dini referans yok; ancak figür beatrice ise bu, mazur görülebilir bir denemeden fazlasi degil. dahasi zaten ayni sapelde havva’nin, adem’in kaburgasindan yaratilisini tasviren baska bir fresko da mevcut. kisaca, dante’de görülen giotto ve michelangelo’da görülen dante, bir fikrin cevresine insa edilen sarmal yapiya isaret ediyor. denilebilir ki on dördüncü asirda kabul edilen anlayis, on altinci asirda yoluna devam ederken; haliyle –burada laurentius’u da dikkate alin– on besinci asirda benimseniyor. bir süreligine batiyi bir kenara birakalim ve yüzümüzü doguya dönelim.

    dogunun bati ucunda meshur ii. mehmed; dogu ucundaysa ulug beg var. kronolojiye sadik kalip ulug beg dönemiyle baslayalim. on besinci asrin ilk yarisinda timuri saltanati’nin basindaki sahruh’un ogludur ulug beg. babasindan sonra iki yil kadar tahtta kaliyor ama gerek mirzaliginda gerekse hükümdarliginda ilginc isler yapiyor. matematik ve astronomiye cok merakli; semerkand’da sahiden de ileri bir medrese ile bir de rasathane kurduruyor. medrese ve rasathanede matematikcileri ve gökbilimcileri himaye etmekle kalmiyor, kendisi de bizatihi calismalara katiliyor. kurdugu kollektifle birlikte “zic-i hakani” adinda bir de gökbilime dair eser birakiyor geriye ki sonrasinda da referans kabul edilen, nitelikli bir calisma bu [bkz. devletsah, tezkire-i devletsah, cev.: n. lugal, c. iii; s. 428-433]. semerkand’taki ortam hakkinda sansliyiz ki bugüne degin ulasan mühim bir kaynak mevcut. rasathane’de calisan bilimcilerden iran menseli giyasüddin kasi’nin babasina yazdigi ve durumuyla birlikte ortamdan da bahsettigi bir mektup var.

    mektuba semerkand’in kasan’a göre kiyaslamasini yaparak basliyor kasi; kasan’da bir-iki ilim erbabi varsa, ki bunlar da söylediklerinde süphelidir ama inanirlari pek cok oldugundan yanlislari dahi dogru gibi savunulur, semerkand’da ilim erbabi cok, yanlislari az ve fanatikleri neredeyse bulunmaz diyor özetle. ulug beg’in bilgisinin derinliginin de böylesi bir ortamin yaratilmasinda payi oldugunu; cünkü egriyi dogruyu ayirt edebildiginden ilim erbabinin yanlista yahut hatada israr edemedigini söylüyor. dini konular, matematik ve gökbilimdeki bilgisine dair örnekler verdikten sonra mesela su sözleri, ulug beg’in bilgi derinligine gösterge esasen: “kisaca, matematik ilimlerinde kendisinin cok derin mahareti var, astronomide cari usullerin isbatini cok güzel yapar ve kaideler istihracini geregi gibi bilir. tezkire (nasirüddin tusi’nin eserine atif) ve tuhfe (kutbüddin sirazi’nin eserine atif) üzerinden o kadar iyi ders verir ki buna hicbir ilave tasavvur olunmaz” [bkz. ulug bey ve semerkand’deki ilim faaliyeti hakkinda giyasüddin-i kasi’nin mektubu, cev.: a. sayili; s. 76-77].
    kasi’nin himayeye nasil alindigina dair yazdiklari da ilginc, bakalim ne diyor? uzun uzadiya anlatiyor kasi, ben yine noktalalarla gecis verip, alintiyi olabildigince kisaltacagim.

    “ben böyle bir yere cikip gelince, herkes büyük bir dikkatle beni incelemeye koyuldu ve bilgimin ne derece oldugunu kesfetmeye calistilar. ulu basbug birkac günde bir derslerde hazir bulunuyorlar ve huzurlarinda matematik ilimleri üzerine ders verilmesini tercih ediyorlar. ...birtakim meselelerde güclüklerle karsilasilmis... .mesela capi bir gez olan bir usturlab yaparak rasatla bilinen bin yirmi iki sabit yildizin hepsini bunun üzerinde tespit etmek istemislerdi. bu yildizlarin meridyen tranzitlerinin metalilerine ihtiyac vardi. bütün hesaplama uzmanlarina birlikte calismalari emderilmisti. yüz elliye yakin sabit yildiz vardi ki onlarin aldigi sekilde zic-i ilhani’de verilen metodla islemleri yapilinca… .küre veya usturlaba tatbik edilince, yildiz, kümedeki yerine isabet etmiyordu. mesela ursa minoris yildizinin yeri hatali cikiyor, kücük ayi kümesindeki mevkinden uzakta bir yere rastliyordu… .ben derhal ve toplanti esnasinda eldeki misallerden birini dogru sonuca bagladim ve hem ulu basbugu hem de hazir bulunan matematikcileri ikna edecek tarzda hatalarinin menseini aciklayarak zic’deki talimatin eldeki meseleye tatbik tarzini izah ettim” [bkz. kasi’nin mektubu; s. 78-79].

    simdi bu özet kisim dahi pek cok yoruma gebe. önce sinav esasi var; kasi sinava tabi tutulmus ki buna liyakate önem denebilir. tartisma anlayisi ve adabi var. ortada cok da mühim bir mesele yok bakarsaniz. rasat tamam, zic tamam ama zic’den deneye yürüyüste bir sorun var ki bilginin teoriden pratige (daha dogrusu simülasyona denebilir buna) aktarimi hatali sonuc veriyor. adamlar pes etmiyor, tartismaya devam ediyorlar. birlikte calisiyorlar ve calismalara istirak eden bir hükümdarlari var. sonra ve bence en mühimi, tartistiklari her sey dünyevi olan üzerine. adamlarin iclerinde bir yerde doga felsefesinin özü yatiyor. bu da bir noktada uhrevi olanin dünyevi olani perdeleyememesi demek; anladigim o ki adamlar yasadiklari evreni dini anlayis ve aktarimin ötesinde, yahut onun icinde ancak farkli bir yaklasimla tanimlamaya calisiyorlar. yoksa, “andolsun ki gökyüzünde burclar kildik ve onu bakip seyredenler icin süsledik” [bkz. hicr; 16] ya da “geceyi, gündüzü, günesi ve ayi emrinize amade kilmistir. yildizlar da onun emriyle boyun egdirilmistir. süphesiz ki akledenler icin bunda ibretler vardir” [bkz. nahl; 12] gibi ayetler nelerine yetmiyordu ki? bugün dahi dini referanstan anladigi kadariyla, “cok kurcalamayin bu meseleleri” diyen idare ve ilmiye mensuplari mevcut oysa.*

    kasi, mektubunda daha pek cok seyden bahsediyor: rasathane insaati ve gözlem aletlerinin yapimi, matematik ve gökbilim üzerine cesitli tartismalar, birlikte calistigi arkadaslari ve ulug beg’in yaklasimlari, batlamyus’tan biruni’ye cesitli kaynaklar ve serhler, ilmi yeterli olup da tevazu gösterenler ve yetersizligiyle böbürlenenler falan derken neler neler… meraklisi okuyabilir; kisa sayilir bir mektup bu. simdi ulug beg ve dönemindeki kültür faaliyetleri üzerine cilt yazilir da meramimi anlattim sanirim; kasi’yle, devletsah’la falan ugrasmak istemeyenler, barthold’un “ulug bey ve zamani” kitabina bakabilirler. gerek yönteme dair birikimi, referanslari ve ilgilendigi konuyu bilim temelli kurgulayisi gerekse genis ve coklu disiplin edinimiyle barthold, gipta ettigim kimselerdendir.

    dogunun bati ucuna gecmeden önce, orta asya ve anadolu arasinda on besinci asirda da süregiden kesisime de deginmek gerek. bu kesisimi de yine somut gerceklik üzerinden üzerinden anlamaya calisacagim. bu gerceklikte iki sahis var; ilki kadizade rumi, ikincisi ise ali kuscu.

    rumi, bursa dogumlu olup semerkand’a göcmüs ve giyasüddin kasi ile birlikte ulug beg’in himayesinde calismis bir bilimci. asikpasazade’de hakkinda kisa bir bilgi var: “zahir oldigim anin ilm-i vilayet-i acem'de kadizade dimekle meshur olmusdi. ...molla fenari’den be-tedris iran’a gitmis ve orada ekmel tahsil ile ulug beg’e makam olmus ve rasadhaneye hidmet itmisdir” [bkz. asikpasazade tarihi; s. 200] diye kisaca anlatiliyor. kadizade lakabi hocasindan gelme bu arada, babasindan degil. kasi, rumi’den matematik ve gökbilimde derin bilgi sahibi olarak söz ediyor. tatli bir rekabet de var aralarinda ama kasi’nin dedigine göre, “buna ragmen” iyi dostlar [bkz. kasi’nin mektubu; s. 90]. zaten kasi rasathanenin basindayken kadizade medresenin basinda. ulug beg’den sonra kollektifin iki idarecisi bunlar. rumi, matematik ve gökbilim konularinda, daha dogru ifadeyle müsbet bilimlerde anadolu’da ilerlemeyecegini anlayinca topluyor tasi taragi semerkand’a göcüyor. cebinde parasi bile yok neredeyse ki mesela sekayiku’n numaniyye’de, “…merhum merkumun bir kiz karindasi bu sir mektumden agah olub musa celebi (rumi’nin adi musa aslinda) diyar-i gurbetde zaruretde istimdad eylesün deyü kiymet-i aliye bogaz cevahir aliyesini karindasinin götürmek istedügi kitablarin icine vuzuh eyledi” [tasköprizade, sekayiku’n numaniyye, cev.: mecdi efendi; s. 38] seklinde anlatilip, yufka yürekli kiz kardesinin* maddi yardimindan bahsedilir. zaten nihayetinde de rumi, semerkand’da ölüyor. simdi, anlasiliyor ki ii. mehmed’e degin cazibe merkezi horasan ve ötesi ki sebebine dair de epeyce bir seylerlerden bahsettim ulug beg faslinda. ötede ulug beg’in ölümü ve beride ii. mehmed’in tahta cikmasiyla durum, asrin ikinci yarisinda tersine dönüyor. bu kez horasan ve ötesinden bu yana dogru göc basliyor. bu tersine göcün kilit ismiyse kesinlikle ali kuscu.

    ali kuscu semerkand’daki ortamin cömezi. sekayiku’n numaniyye’de bu durum, “maziye-i maveraünnehir’den emirullah (ulug beg kastediliyor)’in hem padisah namin, fercamin hüda mütesettiden berdar idi. nesebleri kusci teyennümle muanven oldi. ol fazil diyar-i semerkand’in ulemasindan tilmiz eyleyüb tahsil ilm-ü aliyye ve tekmil-i fennün, mevlana kadizade rumi’den ve emirullah’in hazirunlarindan tilmiz eyledi” seklinde anlatilir [bkz. sekayiku’n numaniyye; s. 180]. babasi, ulug beg’in dogancibasi olmasi sebebiyle dogrudan ulug beg ve sukerasindan ögrenim görüyor ali kuscu. sonra zaten cevresindeki herkes bir bir ölüyor; önce giyasüddin kasi 1429’da, pesine kadizade rumi 1436’da ve nihayet ulug beg 1449’da göcüyorlar. tarihleri bilerek verdim ki ulug beg’in, mirzaligindan itibaren nasil bir himayeye giristigi ve bunun sürekliligi daha iyi anlasilsin istiyorum. neyse, ulug beg’in ölümünün ardindan himayesiz kalan ali kuscu önce akkoyunlu uzunhasan’in yanina, tebriz’e gidiyor. sonra uzunhasan onu, ii. mehmed’e elci olarak gönderiyor. bizimkinin tam da aradigi tip ali kuscu; haliyle kafasina giriyor ve elcilik görevinden sonra biladü’r-rum’a gelmesini istiyor. simdi sakayik’te de var olan bilgiye bir de hoca sadettin’den bakalim: “sultan mehmed han karsici gönderip her konak icin bin akca ödenek verdi. ...molla üsküdar’a indigi sirada sultan mehmed han bir kadirga donatip rum diyarinin bilginlerini onu karsilamaya göndermisti” [hoca sadettin efendi, tacü’t-tevarih, haz.: i. parmaksizoglu, c. v; s. 136]. ali kuscu’nun gördügü teveccüh böyle; bu teveccüh ayni zamanda asrin ikinci yarisinda dogudan batiya göcün de yegane sebebi gibi. her konak icin bin akcayi gecin; karsilama heyetinde o zaman istanbul kadisi olup, sonralari kazaskerlige degin yükselecek hocazade muslihuddin efendi de var. ali kuscu ve hocazade ileride hem dünür iliskisi kuracak hem de birlikte ilmi tartisma düsturuna epeyce sey katacaklar. biraz ileride mesela, hocazade’nin neredeyse hafta boyu süren bir tartismasinin örnegi var. ulug beg’in semerkandi’ndaki kadar ütopik degilse de mehmed’in konstantiniyyesi’nde de benzer bir yapi olusuyor yani yavas yavas. kuscu’nun ii. mehmed’e sundugu iki kitap var. ilki matematik üzerine “risale-i muhammediye”; ikincisi ise gökbilim üzerine “risale-i fethiye”. ali kuscu ayni zamanda ayasofya medresesi’ne müderris olarak atanmis, haricen müfredat üzerine falan da ugrasmis. elbette hem dogunun dogusu hem de dogunun batisindaki ilmi gelismeler bu kadar degil; daha pek cogu var. sözgelimi ii. mehmed’in maiyetine aldigi rum ve italyan bilginler dahi basli basina genis bir arastirma konusu. uzuncarsili’nin osmanli tarihi’nin bir ve ikinci ciltleri, meraklisina pek cok sey sunar.

    burckhardt italyan rönesansini, “dünyanin ve insanin kesfi” olarak tanimliyordu. bu tanimla birlikte dünyanin kesfini “cogunlukla” bilimle ifadede; insanin kesfini de sanatla ifadede ariyor ve örneklerini de bu eksende seciyordu. diyelim ki peyzaji, mühendislik ve botanik bilimi icin bir arastirma sahasi olarak görüyorken; edebiyat ve resimdeki manzara tasvirlerini ise insandaki güzeli arama tutkusu olarak veriyordu. buradaki temel mesele ise eylem ortakliginin olmasi. yani özde doga ve insan var ama eylem, “gözlem”. dünyanin kesfi konusunda burckhardt’in yaklasimini ve örneklemini dogru bulmakla birlikte benim gayem, güzeli arama tutkusunun ötesinde bir “insanin kesfi”. öteki türlüsünü ispat pek de zor degil cünkü.

    sözgelimi dogudaki bilim ugrasi, tipki batida oldugu gibi benzer icerigin islenmesiyle sanata da yansiyor. yani, bilim neyle ilgileniyorsa sanatta da o ilgilinin uzantisi cogun olur zaten. ulug beg’in semerkandi’ndaki ilmi ugraslardan öne cikani gökbilim mesela ve dönemin sanatcilarinda da anladiklari hal ile bunun yansimalari mevcut. 1436 tarihli, herat’ta yapilan sahruh miracnamesi, daha dogrusu nakkaslara bir miracname siparis edilmesi hic de öyle tesadüfi degil. oglu, gökbilimcileriyle gögün derinliklerinde gözlem yapadursun; babasi da anladigi minval üzere bu ayni olguyu nakkaslarina havale ediyor. islam peygamberi’nin, burak’in üzerinde ve sureti belirgin sekilde tasvirini görmek isteyenler, sahruh miracnamesi’ni kurcalayabilir. baska bir örnek mesela, sahruh’un yegeni ve fars bölgesi hakimi iskender sultan’in on besinci asrin ilk ceyregi tarihli yildiznamesi. bu eserin takdim sayfasinda benim cok sevdigim bir tasvir var. basitce anlatmak gerekirse bir horoskop ve dört kösede dört melek figürü... horoskopun icinde de burclari ve astrolojik durumlari simgeleyen baska figürler; zeminde de güzel bir rumi uslubu var haricen. ilmi gelismeler kisminin sonunda da belirttim, elbette bu kadar degil; daha pek cok örnek var ki anadolu’ya hic girmedik bile. belki baska bir giri ile hem dogunun dogusu hem de dogunun batisindaki sanatin durumu üzerine bir seyler yazabilirim ama burada amacim daha cok yeter örnekle “kesifler”e odaklanmak.

    buraya kadar on besinci asir itibariyle dogudaki durumda dünyanin kesfi ugrasi var. ötede ulug beg’in, beride ise ii. mehmed’in pesinde oldugu sey tam olarak bu. dogunun aksayan yani ise anlasilacagi üzere “insan”. bu eksikligi on besinci asir dogu sanatinda bulabilir miyiz? esasen daha dogru olan soru, doguda sanatin meylettigi icerik nedir ve bu icerikte “insanin kesfi”ne dair belirti var midir?

    simdi, beatrice’ten sonra bir süreligine kenara biraktigimiz batiya geri dönelim ve dünyevilesme temelinden sapmamaya calisarak baska bir örnekle insanin kesfine odaklanalim. bu baglamda, sanatta siklikla tercih edilen bir icerik olan davud’la goliath hikayesinde, batinin insani kesfi üzerine ilginc belirtiler söz konusu.

    hikaye tevrat kökenli. davud, samuel araciligiyla rabbin meshettigi, sonrasinda ise yüz cevirdigi israil krali olan saul’un hem damadi ve en yetkili adami hem de basinin belasi. rab, saul’den ameleklileri gerektigi gibi cezalandirmadigi gerekcesiyle yüz ceviriyor ve israil’in yeni krali olarak cocuk coban davud’u seciyor [bkz. tevrat; birinci samuel 15/16]. davud elbette hemen kral olmuyor cünkü saul halihazirda hala güclü; bununla birlikte rab kendisine yüz cevirdigi icin “kötü ruhlar”la ugrasiyor. imdadina davud’un liri yetisiyor. davud, kötü ruhlar saul’u huzursuz etmeye baslayinca lir calarak ruhlari dagitiyor. tanisikliklari böyle oluyor. hikaye oldukca uzun, birinci samuel kitabinin ikinci yarisi boyunca sürüyor. özetle, saul ve davud uzun uzadiya cekisiyorlar, bu cekismenin icerisinde de neredeyse hemen her sey var. hikayedeki kilit eylem ise davud’un, filistli dev goliath’i öldürmesi oluyor. goliath, israillilerin filistlilerle savasinda, kirk gun boyunca düello icin meydan okuyan ama cevap alamayan bir dev. nihayetinde davud’un ordugaha, abilerinden babasina haber götürmek icin gitmesiyle goliath bekledigi cevaba kavusuyor. saul’un de icazet vermesiyle davud, goliath’in karsisina cikiyor ve sapaniyla alnina attigi tek tas devi devirmeye yetiyor. sonra üzerine atilip goliath’in kafasini, yine onun kiliciyla kesiyor ve yerusalim’e götürüyor [bkz. tevrat; birinci samuel 17]. devaminda haliyle ün, san söhret falan...*

    tevrattaki saul-davud mücadelesi icinde goliath’in öldürülmesi, ne hikmetse rönesansta en tutulan iceriklerden biri olmus. donatello’nun henüz on besinci asrin ilk yarisinda biri mermer digeri bronz iki davud heykeli var. mermer olanda frontal durusta yari ciplak davud’un ayaklari arasinda goliath’in basi duruyor. davud hikayedeki üzere genc ve güzel bir delikanli. bronz olan ise daha bir manali. davud bu heykelde tamamen ciplak; gencligi ve güzelligi cok daha fazla vurgulanmis ve bu kez hikaye tamamiyle kurgulanmis. basinda migferi, ayaklari arasindaki goliath’in basi üzerinde kilicini tutmus halde duruyor. bir baska davud heykelini asrin ikinci yarisinda verrocchio yapmis. bu heykel de bronz ve epey genc, frontal durusta yari ciplak bir davud tasvir edilmis. bir elinde kisa kilic var, goliath’in basi digerlerinde de oldugu gibi davud’un ayaklarinin arasinda duruyor. heykeltirasi bilinmeyen toskana davud’u var mesela; hemen hemen ayni kurgu olmakla birlikte farkli olarak davud, heybesindeki tasa uzanmis halde bu tasvirde. son bir örnek olarak bir kac yilla on besinci asri iskalamis olsa da michelangelo’nun basyapiti var. mermer heykelde digerlerinden farkli olarak goliath’tan hicbir iz yok. tamamiyle ciplak, genc ve güzel davud sol omuzuna sapanini asmis bekliyor. eylemin öncesini canlandirmayi tasarlamis michelangelo; bunda da güvendigi sey olasi ki hikayenin yaklasik bir asirdir sürekli anlatilmasi ve artik hemen herkesin zihnine kodlanmasi. anlasilan o ki michelangelo’nun davud’u gösterdiginde akla ilk goliath’in ölümünün geleceginden hicbir endisesi yok. bu arada heykeltiraslarla birlikte heykellerin, yeter derecede ayirt edici özelliklerini de verdigimden resim eklemekle ugrasmadim. meraklisi hemen bulabilir zira.

    davud ve goliath hikayesi kanonik bir konu ve ikonografya acisindan da neredeyse eksiksiz, o tamam ama ayni kaideyle onlarca baska hikaye de var. inanc ekseninde ihanet, adalet, hakli hinc ve siddet falan gibi seyler araniyorsa bu hikayede tamamiyla karsiligi var evet, ama diyelim ki neden samson degil de davud? ya da neden delilah degil de goliath? o hikayede de nerdeyse bu her seyden yeteri kadar var. üstelik baska örnekler de var. burada hikayeye bir daha bakmak gerekiyor.

    fikrimce saul-davud mücadelesi icerisinde goliath’in ölümü, rönesansin fikri yapisi ve yeni normalleriyle tam olarak örtüsüyor. hikaye ve karakterler simgelestirildiginde, rönesansa sebebiyet veren yasanti ve o yasantinin rafa kaldirilip yeni normallerle devam edilmesi, kendisine tarihi öz buluyor. simdi bakalim; saul, katolik kilisesi ve ögretisi olsun. hikayede saul, basta tanridan icazet almis ancak yaptigi yanlis islerle bu icazeti yitirmis durumda. goliath, katolik kilisesine meydan okuyan diger inanclar ve bu inanclar karsisindaki basarisizliklar olsun. diyelim ki hic de yolunda gitmeyen doguya dönük hacli seferleri olarak görelim goliath’i; hatta yine katolik kilisesinin otoritesini sarsan kara veba olarak da düsünelim. hikayede goliath, saul ve ordusuna kirk gün boyunca meydan okumus ancak tek bir karsilik bile alamamisti. davud ise katolik kilisesinin otoritesine karsi tüm tehditleri bertaraf eden olsun. hicbir cikari ve vazifesi olmadigi halde icindeki inanca direkt yönelen; gözlem, bilgi ve dogru planlama ile tehditleri savusturan güclü bir genclik. hikayede davud’a hazir olmadigini ve goliath’la bas edemeyecegini söyleyip duruyorlardi ancak o goliath’a “meydan okudugun israil ordusunun tanrisi, her seye egemen rabbin adiyla senin üzerine geliyorum” [bkz. tevrat; birinci samuel 17:45] diye bagirdi. devi gözlemledi, zayif noktasina tasi atti ve basini onun silahiyla kesti. sonrasinda hikaye, saul-davud mücadelesiyle devam etti ve davud bu mücadeleden uzun ugraslarla galip cikti. bu arada saul’un basi beladan kurtulmadi; yeri geldi kötü ruhlar ve dahi cinlerle anlasmalar yapti. böyle bir okuyusla hikayenin bütününde gördügümüz sey, adim adim rönesansin dogusu ve yeni normallerin benimsenmesinden baskasi degil. haliyle on besinci asrin batili sanatcilari bu hikayeyi kendi fikriyatlarina dayanak olarak kullanmaktan, islerinde siklikla gündeme getirmekten memnun olsalar gerek. heykellerin anatomisi söyle dursun, en nihayetinde davud’un kesfi bir bakima insanin da kesfiydi. hikayenin bir yerinde laurentius’u da hatirladiginizi varsayiyorum. bu arada, bilimsel okumalardan cabucak sikilanlar (cogunlukla bende de oluyor bu), katolik kilisesi ve mensuplarina karsi henüz bir asir evvelinde baslayan tavri, decameron’dan ya da canterbury tales’den takip edebilirler.

    batiyi yine bir kenara birakalim ama öncesindeki soru neydi? soru, dogulu sanatcilarin meylettigi icerik nedir ve bu icerikte “insanin kesfi”ne dair belirti var midir? batida davud’u bulduk, acaba dogununda bir davud’u var mi?

    fikrimce doguda insanin kesfi batiya göre daha erken tarihlerde basliyor. islam dini icerisinde heterodoks akimlar ve düsünümleri, bazi modern arastirmalarda her ne kadar bati hümanizmi ile birlestirilmeye calisiliyorsa da ben bunun pek de saglikli sonuclari oldugunu sanmiyorum. batidaki hümanizmin kavram olarak islam dini icersinde heterodoks akim cereyanina kapilanlarda, en azindan ortacag boyunca ayni temelde sekillenmedigi asikar. yesevi’de, yunus’ta falan insanin kesfi mevcut; ancak bu kesif batidaki gibi din disi anlayisla degil, bilakis dinle birlikte tanimlaniyor. batida “saeculum” kavrami, kilise ve ögretisindeki sertlik ne olursa olsun bir türlü silinmiyor. doguda ise böyle bir dayanak maalesef yok; neredeyse hemen hic olmuyor. hatta doguda, dinle birlikte tanimlanmis olsa da insanin kesfi, pek tutmuyor. bunun da cesitli sebepleri var; bence basta gelen dinin kurumsallastirilmamis olmasi. yani aslinda, merkezi bir kurumsallastirma yok. simdi bu kisim yaziyi biraz daha cigirindan cikarip uzatacak ama...

    halifelik esittir papalik gibi bir denklem yok [halifelik nedir, nasil algilanir ve sekillenir, bkz. maverdi, el-ahkamu’s-sultaniyye, cev.: a. safak; s. 5-25]. halife, papa gibi icazeti gökten almiyor mesela. yalnizca bu durum dahi din-toplum iliskisi babinda degerlendirilirse iki ucta bambaska sonuclara ulasilabilir. haricen tarihi seyirde, papalik ve halifelik müesseseleri arasinda gelisim esaslari zit yönlerde ilerliyor. papalik, neredeyse on besinci asra kadar merkezilesme ve kurumsallasmasini sürdürüyor. doktrin konusunda oldukca kati bir yapi kuruyorlar; bu yapidaki süreklilik icin mesela kardinaller koleji gibi bir alt müessese var. harici görüsler konusunda oldukca sertler; iste burada da engizisyon devreye giriyor. velhasil toplumun dini duyarliligi tek bir sesle idare ediliyor ve bunun sürekliligi saglaniyor. feodal üstünlük daima katolik kilisesi’nden yana; papa, onaydan ziyade atama merci bir yerde. bunu ilk kiranlardan biri iii. edward misal, yüzyil savaslari esnasinda, icerideki huzursuzlugu körükleyen rahiplere önlem olarak papalik’in feodal üstünlügünü reddediyor [aslinda katolik kilisesi ve ingiltere arasindaki anlasmazlik 1311-1312 viyana konsilinde baslamis; ingilizler kendi kiliselerindeki unvanlarin italyan papazlara verilmesini reddetmisti, bkz. dvornik, konsiller tarihi, cev.: m. aydin; s. 47. yüzyil savaslari sürerken papalarin avignon’da ikameti (babylonian captivity) ve tarafli tutumu edward’in ipleri koparmasina neden oldu, bkz. stubbs, the constitutional history of england; vol. iii, s. 324-325] ve bu baslangici takiben katolik kilisesi’yle ingiltere arasindaki gerginlik on altinci asirda zirve yapiyor. viii. henry’nin anglikan kilisesi’ni kurmasiyla da ayrisma kesinlesiyor. bu son örnek, papalik’in hanedanliklar ici sinirlarda dahi örümcek agi gibi yayilimini gösteriyor. doguda ise isler biraz farkli; mesela imamlari halife atamiyor...*

    büveyhi takkümüne kadar hilafet bir bakima katolik kilisesi gibi merkezilesme ve kurumsallasma ugrasinda. kati doktrin, süreklilik ve karsi görüse sertlikle müdahale nispeten mevcut. halife, ayni zamanda islam devleti’nin de basindaki isim ve onay degil, atama merci. mesela dokuzuncu asirda mu’tezili hareketin itikadi olarak bizatihi hilafet makaminca benimsenmesinde, katolik kilisesi yaklasimi var. halife me’mun, bagdad’ta ulemayi topluyor ve kur’an’in mahluk olup olmadigi konusunda bir tartisma baslatiyor. mu’tezilenin görüsüne uygun olarak kendisi de kur’an’in sonradan yaratildigini –dolayisiyla mahluk oldugunu– kabul ediyor; ulemayi da bu görüste ortakliga zorluyor. ulemanin hemen tamami zoraki de olsa görüsü kabul ederken ahmed bin hanbel “catlak ses” cikariyor. engizisyon ve afaroz elbette yok, ancak olayin sonu zindanda bitiyor [bkz. tabari, the history of al-tabari, trans.: c.e. bosworth, vol. xxxii; s. 205-223; ibnü’l esir, el-kamil fi’t-tarih, cev.: a. köse, c. vi; s. 367-372]. sonraki dönemde itikadi tekrar mütezileden ceviren halifeler de var ve onlar da uygulamada kismen me’mun gibiler; onuncu asrin hallac-i mansur olayi misal, travmatik bir etki yaratiyor. baska bir acidansa biraz dante, laurentius etkisi bu. bu arada belirtmek gerekir ki mansur tur sehrinden; fars yani. dedesi de mecusi. bu ve benzeri birtakim merkezilesme ve kurumsallasma ugraslari mevcut ancak papalik’a nazaran halifelik dünyevi idareyi cok erken tarihlerde kaybediyor. on bir-on ikinci asirlarda cok kisa sürede hilafetin, dünyevi idareyi adim adim nasil devrettigine bakalim mesela.

    1055’te tugrul bey, halife kaim biemrillah’in daveti üzerine bagdad’a giriyor. epeyce bir süre görüsmek icin bekletiliyor. nihayet huzura kabul ediliyor; dogunun ve batinin sultani unvani veriliyor kendisine. buradaki kilit durum su: “sultan ayaga kalkip hilatlari giyecegi yere gitti. giydikten sonra da geri dönüp halifenin elini öperek ellerini yüzüne sürdü” [bkz. el-kamil fi’t-tarih, c. ix; s. 480-481]. tugrul bey, halife karsisinda neredeyse aciz durumda ancak otuz yil sonra torunu meliksah’in hic de böyle bir hali yok. 1087’de bagdad’a giren meliksah’la halife muktedi arasindaki münasebet su: sultan halifenin elini öpmek istiyor, halife geri duruyor; yüzügünü öpmek istedigindeyse halife yüzügünü parmagindan cikarip, öyle uzatiyor [bkz. el-kamil fi’t-tarih, c. x, s. 142]. daha da ilerisi var. bir elli yil kadar ileriye saralim mesela... 1136’da halife rasid billah, sultan sencer’e bagli irak selcukileri sultani mesud tarafindan görevinden azlediliyor. gerekce ise kendi el yazisi ile su: “ben asker topladigim, sefere ciktigim ve sultanin adamlarindan biriyle silahli catismaya girdigim takdirde kendimi halifelikten azlediyorum” [bkz. el-kamil fi’t-tarih, c. xi, s. 45-46]. hasili, hilafet müessesesi dünyevi idare üzerindeki gücünü henüz on birinci asirda, selcukiler eliyle, hilafet topraklarinda filizlenen hanedanliklara devrediyor ve on ücüncü asrin ikinci yarisinda hülagu’nun bagdat’a girmesiyle [bu sahiden de dramatik bir olay, bkz. cüveyni, tarih-i cihangusa, cev.: m. öztürk, c. iii; s. 174-175] artik halifeler bu hanedanliklarin oyuncagina dönüsüyor. ta ki i. selim’in dogu seferiyle, artik makamdan baska bir seyi kalmayan bu müessese, sembolik olarak osmanli hanedaninca üstlenilene degin. bu konuda da evvelce sözü edilen barthold’un baska bir incelemesine bakilabilir. meraklisi icin kitabin adi, “halife ve sultan”.

    simdi, batida insanin kesfi din disi ya da karsiti anlayisla sekilleniyorken; dogudaki mevcut yapi icerisinde bu kesfin sekillenmesi, batidaki ayni kaideyle nasil mümkün olabilir? öncelikle dünyevi idare dogrudan hanedanliklarda ve sonra dinin kurumsallasmadigi da göz önüne alinirsa toplum ve dahi insan, dini degil; ancak siyasi hosnutsuzluga sürüklenebilir. öyle ki doguda, ortacag boyu tarikat-hilafet degil, tarikat-devlet arasi sürtüsmeler revacta. haliyle bati hümanizmi ile bizdeki heterodoks akimlar insanin kesfini farkli normaller üzerinden yorumluyorlar. batida dinin kasten yanlis yorumlanmasi ve bu yanlislikla topluma nüfuz edisi, insanin kesfini din disi ya da karsiti anlayisa yönlendirirken –cünkü hosnutsuzlugun temel sebebi, dünyevi olani da yönlendiren din ve din adamlari–; doguda topluma nüfuz eden dini kurum yahut ruhani kisi olmadigindan, eger illa bir hosnutsuzluk olusacaksa mevcut iktidar, yani dünyevi yönetimin sahibi olan hanedanlar karsiti bir tutum oluyor bu. mesela anadolu’da heterodoks akimlarin en fazla meylettigi pir, horasanli ahmed yesevi ne diyor: “ehli dünya halkimizda sehavet yog / padisehlerde vezirlerde adalet yog / dervislerin duasinda icabet yog / türlüg bela halk üstige yigdi dostlar” [ahmed yesevi, divan-i hikmet, ed.: m. tatci; s. 195]. ortacagda, batidaki gibi doguda, dünyevi olana dair din ve din adamlari ile ilgili bir yanlislik, bir sorun görmüyor insanlar. ufak tefek sikayetlerin sebebi de yetersizlik. dinden, aktarilisindan ve yasantinin icerisinde olmasindan hosnutlar. en olmadi kisi, itikadi mezhebini degistiriyor, fikhi mezhebini degistiriyor yahut bir tekkeden ötekine siginiyor ve bir sekilde kendisini ait hissettigi yeri bulabiliyor. cünkü batiya nispeten cesitlilik ve cokseslilik var. köprülü’nün türk edebiyatinda ilk mutasavviflar’inda takip ettigi kronolojiye uyup yesevi’den sonra bir de yunus’tan örnekle, insanin kesfi baglaminda din-toplum faslini genisletelim:

    “...
    evvel kapu seri’at emrü nehyi bildürür
    yuya günahlaruni her bir kur’an hecesi
    ikincisi tarikat kulluga bil baglaya
    yoli togri varani yarligaya hocasi
    ücüncisi ma’rifet can gönül gözün acar
    bak ma’ni sarayina arsa degin yücesi
    dördüncüsü hakikat ere eksük bakmaya
    bayram ola gündizi kadir ola gicesi
    bu seri’at güc olur tarikat yokus olur
    ma’rifet sarplik durur hakikatdür yücesi
    dervisün dört yanina dört ulu kapu gerek
    kancaru bakarisa gündüz ola gicesi
    ana iren dervise iki cihan kesf olur
    anun sifatin öger ol hocalar hocasi
    dört hal icinde dervis gerek siyaset ceke
    menzile irmez kalir yol eri yuvacasi
    ...
    dört kapudur kirk makam yüz altmis menzili var
    ana irene acilur vilayet derecesi
    asik yunus sözlerin muhal diyü söylemez
    ma’ni yüzin gösterür bu sairler kocasi” [bkz. yunus emre divani, düz.: m. tatci; s. 268-269].

    islam cografyasinda arap tahakkümü kirilinca, yerel unsurlar birkac asirdir kisili kaldiklari kapandan kurtuluyor. aslinda bu durum kismen horasan ve ötesi halklarini arkasina alan abbasilerin ihtilaliyle basliyor. abbasi hilafeti’ne vezaret eden iki fars menseli aile bermekiler ve tahiriler, bu durumun ilk adimlari. mesela henüz onuncu asirda dakiki tusi’nin su misralari cok ilginc, “dakiki car haslet ber güzide / begiyti ez heme hobi o zisti / lebi yakut reng o nale-i ceng / mey-i hun reng o din-i zerdüsti” [bkz. a. n. tarlan, iran edebiyati; s. 31]. yine de fars medeniyetinin tam anlamiyla kendini aciga cikarmasi hilafetin elden ayaktan düsmesiyle oluyor. dakiki’den sonra, batida antikitenin yeniden kesfedilmesi gibi doguda da fars medeniyeti, on bir-on ikinci asirlarda firdevsi sehnamesi’yle birlikte günisigina yeniden kavusuyor. pesi sira senai, feridüddin attar, hayyam ve nizami gibi sairlerle on ücüncü asra degin islam yazininda baskin dil olan arapca yerini farscaya birakiyor [bkz. barthold, islam medeniyeti tarihi, cev.: f. köprülü; s. 46-54; brockelmann, history of the arabic peoples; s. 165-167].

    fars kültür degerlerinin kabulü, heterodoks akimlarda islam ve yorumlanisi acisindan bir dayanagi, ara gecisi teskil ediyor. mensei budur demiyorum ki on ücüncü asir islam heterodoksisinin dorugu zaten; ama tipki dildeki gibi oraya gelene degin olusan birikim var. hem bu birikimi hem de birikimdeki insanin kesfini, diyelim ki feridüddin attar’in mantiku’t-tayr’indaki sembolik anlatim oldukca güzel özetler. “kus diliyle, kus söylemi” gibi bir manaya eserde, padisahlarini aramaya cikan kuslarin macerasi anlatilir; kurgu yahut yasanmis pek cok kisa hikayeyle asil macera desteklenip anlam zenginlestirilir. kuslar kendilerine rehber olarak hüdhüd’ü secerler ve simurg’u aramaya koyulurlar. simurg’a ulasana degin istek, ask, marifet, istigna, tevhid, hayret ve yokluk vadilerinden gecerler. kuslarin, neden simurg’un pesine düstüklerine dair hüdhüd’e sorulari ve aldiklari cevaplar tasavvufa alegoridir.

    “...kadri yüce simurg’a ne vakit ulasabilecegiz? olur da birimiz ona erisip ulassa bile bu, görülmemis duyulmamis bir seydir dogrusu / söyle, ac bize! onunla ne münasebetimiz var bizim? körlükle sirra erismeye kalkisilir mi?.. .alemdeki kuslarin suretleri hep onun gölgesidir. bunu iyice bil a hakikatten haberi olmayan! / bunu bil! bildin mi o kapiyla münasebetini düzdün demektir. bildin mi iyice de anla... bildin mi gizle, sakin aciga vurma!” [bkz. attar, mantikü’t-tayr, cev.: y. kececi; s. 99-100]. bir bakima kuslar dervis, hüdhüd de mürsid iste; bu yukaridaki alinti da tasavvufa atilan ilk adim. biz kimiz, o kim diye baslanan yolculugun sonunda binlerce kustan yalniz otuzu simurg’a ulasiyor ve kendilerini onda, onu da kendilerinde kesfediyorlar: “kuslar simurg’a bakinca orada ancak kendilerini gödüler. kendilerine bakinca da orada simurg’u gördüler / bir anda simurg’a da baktilar, kendilerine de. bu sefer her iki bakista da gördükleri eksiksiz artiksiz bir simurg’dan ibaretti [bkz. mantikü’t-tayr; s. 348]. simurg kelimesi zaten farscada “otuz kus” manasina cikiyor; ayrica mensei fars mitolojisidir [mesela rüstem’in babasi zal’i büyüten bu kustur. bkz. firdevsi, sehname, cev.: n. lugal, c. i; s. 198-204]. vahdet-i vücud felsefesi, tam da bu. mansur’un ene’l-hakk’ki pek tutmuyor ama attar’in simurg’u cok begeniliyor. bu ve benzeri sebeplerle, temellendirme farkli oldugu icin doguda insanin kesfi, batida oldugu gibi sekillenmiyor ama bu, dogulularin insani kesfetmedikleri yahut böyle bir ugrasa girismedikleri anlamlarini da tasimiyor. nitekim “insan-i kamil” bir bakima, kesfedilmis insandir.

    on besinci asirda heterodoks akimlar hala canli. gülseni, esrefoglu rumi, haci bayram veli ve pesine gelen iki dervisi ömer dede sikkini’yle aksemseddin gibi mutasavviflar hala cok etkinler. bilhassa bayramiyye tarikati hemen her yere yayilmis durumda. hem devletin icerisinde hem de karsisinda yerlesik halde iki ayri grupla haci bayram’dan sonra da etkisini sürdürüyor. sekayiku’n-numaniyye’de falan da cesitli bilgiler var ama mesela lamii celebi, aksemseddin ile haci bayram’in dervis-mürsid iliskisini, “al-i osman’dan sultan bayezid bin mehmed han’a kazasker olan imam ali efendi kadesullah sire söyle nakl itdiler ki menim babam haci bayram’in müridi idi ve daima aksemseddin ile bulisur idi ve aksemseddin’i tarikata muayyen fehm idüb haci bayrama tergib idür idi” [lamii, terceme-i nefahat; s. 685] diye baslayip uzun uzadiya anlatiyor. aksemseddin’i tanimayan, kim oldugunu bilmeyen yoktur herhalde. semsiyye-i bayramiyye, aksemseddin’in temsil ettigi ilimlilar; melamiyye-i bayramiyye ise ömer dede’nin temsil ettigi radikaller. özetle bayramiyye, halk icin ve halk icinde, devlet icin ve devlet icinde olmak üzere iki ayri öz cikariyor bagrindan. tüm bu olan bitenler, on besinci asir itibariyle doguda mazur görülebilir seyler ki mesela tartisma kültürüne örnek olustursun diye bagintili bir olaydan daha bahsedelim ve böylece, ali kuscu-hocazade faslinda verdigimiz sözü de tutmus olalim.

    haci bayram veli’den okuyan zeyrek nam, molla mehmed diye bir alim var. ii. murad devrinde medreseye müderris olarak aliniyor; ii. mehmed devrinde de semaniye’nin kurulusundan önce acilan medreselerden birine ataniyor. bugün istanbul, fatih’teki zeyrek semtinin isim babasinin da medresenin orada olmasindan sebeple bu molla oldugu söylenir. neyse, molla zeyrek bir gün huzurdayken kendisini cürcani’den falan üstün görür bir seyler mirildaniyor. ii. mehmed de madem öyle hocazade’yi cagiralim dövüsün, görelim bakalim ilmin ne kadardir falan diye bir münazara tertip ediyor. konu dönüp dolasip tevhidde kilitleniyor. nihayetinde biri heterodoks kökenli, öteki dogruca sunni. tartisma bir hafta sürüyor ve sonunda hakem, hocazade’den yana tavir koyuyor. zeyrek’teki medrese de molla zeyrek’ten alinip fermanla hocazade’ye veriliyor. garibim zeyrek bursa’ya gidip, sonrasinda ii. mehmed ne kadar pisman olup israr ettiyse de geri dönmüyor [bkz. tacü’t-tevarih; s. 108-110]. hoca sadettin ayrica, zeyrek’in “günlük yevmiyesinden yirmi akcayi kendine ayirdigini, otuzunu ise bayramiyye tekkesine gönderdigi”ni de yazar. aksemseddin’le birlikte bu örnek de mesela on besinci asirda bayramiyye kökenli kimselere teveccühe isaret eder. özetle, on altinci asra kadar bu batini hareketler, babai isyani, hurufi isyani falan gibi cok büyük tehdit olusturmadikca izole edilmiyor. aksine seyfiye ve ilmiyeyle aralari oldukca iyi. yeniceri ocagi dahi bir bakima, bayramiyye’den daha batini sayilabilir, bektasi yuvasidir.

    böylece dogu ve doguluyu az biraz tanimladiktan sonra simdi artik, israrla sorup da bir türlü cevabina gelemedigim o soruyu son kez sorayim: batida davud’u bulduk, acaba dogunun da bir davud’u var mi? var hafiz.*

    on besinci asra degin doguda yazarlarin ve sanatcilarin ragbet ettigi icerikte “bilge ve adil” arayisi var ve bu arayis kendisine, öykünülecek karakter olarak iskender’i seciyor. cünkü dogulularin, yukarida da anlamaya ve anlatmaya calistigim üzere “dert”leri, batililarinkinin tipki: dünyevi idare. ancak dünyevi idarenin sahipleri doguda, batidakinden farkli. bu farklilikla iskender, oldukca anlasilir bir tercih. ayrica zülkarneyn’le birlikte iskender’in islami bir tarafi da olusturulmuyor degil; bir de zaten bu icerik islam cografyasina fars kültüründen yayiliyor. halki ve yöneticileri etkiledigi kadar –mesela ii. mehmed’in iskender hakkinda buldugu her eseri okudugu ve bir yerde ona öykündügü sir degil; kritovulos’un tarih-i sultan mehmed han-i sani’sinin girisinde de bu durum’dan söz ediliyordu ama bu siralar eserin yakinlarinda degilim. esere yaklastigimda* aklima gelirse bir ara düzenler, tam künyeyi veririm– edipleri ve nakkaslari da etkiliyor. durum sadece dogunun batisinda böyle degil, dogusunda da böyle. mesela sahruh’un emriyle eserini yazmaya baslayan tacü’s-selmani daha eserin hemen basinda, sahruh’u anlatirken “iskender gibi dünyayi zapteden”; sah melik bahadur’dan bahsederken “adil, halki kollayan, eflatun düsünceli, iskender’in ögrencisi” gibi tanimlamalar yapiyor [bkz. tacü’s-selmani, tarihname, cev.: i. aka; s. 9-10].

    ilk olarak firdevsi, sehname’de iskender’e bir bölüm ayiriyor. sonra nizami’nin iskendername mesnevisi, dehlevi’nin ayine-i iskenderi’si, cami’nin hiredname-i iskenderi’si falan derken bize de ulasiyor. ahmedi’nin 1390’dan 1416’ya kadar cesitli eklemelerle genislettigi ve ilk olarak i. bayezid’a sundugu meshur iskendername türkce ve bizden taraftakilerin ilkidir. iran’dan bu tarafa dogru bir yayilim oldugu gibi öte tarafa dogru da bir yayilim söz konusu ve ali sir nevai’nin de hamsesinde sedd-i iskenderi diye bir mesnevi mevcut. ahmedi iskendernamesi’nin on besinci asirda anadolu’da yapildigi sanilan iki tasvirli yazmasi var. haricen memluklular, akkoyunlular ve safevilerle birlikte, on altinci asri da isin icine katarsak tasvirli yazma sayisi onu buluyor. dogulular, batililarin asirlarca dayandiktan, katlandiktan sonra din ile dini alt etme babinda aradiklari karaktere nazire; uzun süreli istikrarsizligin, sürekli degisimlerin yasandigi cografyalarinda bilge, adil, güclü, inancli bir hükümdar ariyorlar ve buluyorlar da. hemen her basa gecene de bu arada “bu o” gibi bir yaklasimlari var. bu biraz da batinda kesfettiklerinin zahirdeki yüzü gibi aslinda. bu arada, iskender’den baska davud oglu süleyman’a da yaklasik bir ragbet var. o da dogulularca, iskender gibi dünyevi idaredeki mükemmelligiyle biliniyor. malum tasavvuf ehli de oldukca düskün süleyman’a. bunun da sebebi olasi ki onun, beseri tamamen anlayabilecek yetilerle donatilmasi. süleymannamelere de bu dönemde baslaniyor ama iskendernameler kadar yogun degil; on altinci asirdaysa ilgi daha fazla denebilir.

    fikrimce on besinci asirda batida ve doguda hem dünyanin hem de insanin kesfi mevcut. mutlak esitlik ya da dogunun üstünlügü oldugu düsüncesinde degilim, akil var izan var ama bir tarafin, digerinin gerisinde kalmisligi öyle bariz bir durum da degil. bizde genelde ii. mehmed devri’nden söz edilip bellini, ferrrara, jacopo, d’ancona falan anlatilir; disaridan bir tasinim oldugu, bunun da haliyle kisa sürdügü ve tekrar her seyin doguya özgülestigi falan söylenir. durum pek öyle degil. on besinci asrin sonuna kadar dogu sahiden de tekemmül ediyor. süreci taa abbasi halifesi mansur’dan, pesine harunürresid ve me’mun’dan alabiliriz. iste bunun da zirvesi on besinci asir oluyor. sonrasinda her sey, basta zihniyet degisiyor ve pek de doguya özgü olmayan bir anlayis peyda oluyor.

    önce heterodoks akimlar siddetle tahkikata ugruyor, dagitiliyor. böylece cesitlilik ve cokseslilik sona ererken idare merkezilestikce, dini algilayis da tektiplestiriliyor. bu yazinin merkezi olmasi sebebiyle, biraz da mübalaga ederek söylüyorum: insanin kesfi baltalaniyor. sonra sira dünyanin kesfinin pesinde olanlara geliyor. nitekim dogulular aslini unutana kadar asirlar geciyor ve artik bitap halde “ben kimim, o kim” diye sordugunda kendisini batida, batiyi da kendisinde gördügünü saniyor. bir bakima illüzyon; katedecek o kadar yol var ki hala...

    burada seyhülislamlik müessesesinin on altinci asirla birlikte tüm ilmiye sinifina hükmeder hale dönüsmesi/dönüstürülmesi bence sebepleri ve sonuclariyla mühim bir kirilim. keske tarihi anlatiyla yetinmek yerine biraz bu isleri sosyal, siyasi, dini dönüsümler gibi merkezler yaratarak inceleyenler olsa.

    durumun neye dönüstügüne dair on alti ve on yedinci asirlardan birer örnekle bitirelim. istanbul rasathanesi olayi...

    kahire dogumlu, takiyyüddin diye bir bilimci var. astronomiye vurgun bir zat kendisi. zeyl-i sekayik’te atai, “derc-ü kemal ve ilm-i aliyede vasil rütbe-i ali olmakla… .medrese ve halk-i ifade ve’l-fezaya sadrmeclis olmus idi... . bagde darü’l-mülk revm-ü kaddem vekale-yi istigdaden arz nazir ilm-ü revm idüb… .müneccimbasi olan mustafa celebi(ye) ki fenninde benazir-i devran idi, intikal etmekle reisü’l-müneccim olmus idi. bagde muallim sultani saadüddin sani cenablarina ilm ile arz eyledik de ahlak vü hak riayet-i ihkak itmisler idi. bagde ilm-i riyaziyye ve felekiyetde mahir ve müneccim ve hendesede efail-i acibeye kadir… .müneccimbasilikda karar ve kevkeb, baht, seyyare ve sermenzil oldun arz didar itmis idi” diyor onun icin [bkz. atai, zeyl-i sekayik-i atai; s. 286]. takiyyüddin, on altinci asrin ikinci yarisinda istanbul’a gelmis, medreseye tayin edilmis, kendisine galata kulesi tahsis edilmis bir bilimci. uzatmadan, sonuca bakalim. sicill-i osmani’den: “zamanin seyhülislami bu rasadin ugursuz olacagini arzedip zilhiccede (ocak-subat 1580) kapdan pasa, hatt-i hümayun ile gidip günes isigini kesip cukurunu cercöp ile doldurdu. 933’te (1585) bu fazil vefat etti [bkz. sicill-i osmani, haz. n. akbayar, c. v; s. 1621]. dönemin seyhülislami dedigi de kadizade ahmed semseddin nam bir tuhaf adem. aradan gecen iki bucuk asirda bir kadizade’den öteki kadizade’ye (akrabaliklari yok, egretileme yapiyoruz)* dünyanin ve insanin kesfi algisi bu oluyor iste.

    daha komigine on yedinci asirda rastliyoruz. bu ikisini bilmeyen yoktur. ilki hezarfen ahmed celebi… evliya onunla ilgili “ucus denemeleri”nden söz ettikten sonra, bilindigi üzere galata kulesi’nden yükselip dogancilar’a kondugunu ekliyor; kilit cümlesi ise su: “murad han bir kese altin ihsan edip hezarfen ahmed celebi’yi cezayir’e sürdü. orada öldü. murad han “her ne istese elinden gelir” diye ahmed celebi’den korktugundan sürmüstü” [bkz. evliya celebi, seyahatname, haz.: s. a. kahraman, y. dagli, c. i.ii; s. 669]. bana mi öyle geliyor bilmiyorum ama cok komik degil mi ya?* diger örnekte ise “modern zamanlar”da hezarfen kadar ragbet görmediyse de lagari hasan celebi var…

    aslinda lagari’nin günümüz gözüyle ilgi cekici ve daha meshur olmasi gerekir. cünkü onun gösterisi hezarfen’e oranla daha sasaali ve elbette esprili. evliya’nin anlattigina göre hasan celebi icin tam tanim, aslinda troll oldugu. murad han’in kizinin dogumu onuruna verilen bir senlik var; bizimki orada sahne aliyor. evliya’ya göre, “yedi kollu bir fiseng icat edip sarayburnu’nda, padisah huzurunda derya üzere fisenge biniyor” ve elli okka barutla fiseng ucuruluyor. simdi, malum soruyu tahmin edebiliyorum, bu kadari cogumuz icin yetersiz bir güldürü*; ancak hasan celebi fisenge binerken padisahi “hüdaya ismarliyor” ve “isa peygamber ile konusmaya gittigi” sakasini yapiyor. dönüste de murad han’a “isa peygamber’in selam eyledigi”ni bildiriyor ve sakasina devam ediyor. sonrasinda yine bir kese altinla, bu kez sürgün mahiyetiyle degil ancak sipahi zümresine katilarak kirim hanligi’na gönderiliyor [bkz. seyahatname; ayni yer].

    bu son hikayeleri evliya’dan tutsan elinde kaliyor; dogrulugu ne ola ki diye sorguluyorsun. murad han’dan tutsan elinde kaliyor; minyatürü dahi “belgeleme amaci”na hizmet icin dönüstüren osmanli sukerasi, bu olaylari haricen hic mi belgelemez? kaldi ki her iki olayda da nakdi himaye söz konusu. öte yandan diyelim ki bu anlatilar dogru ve harici belgeler ya günümüze ulasamadi yahut henüz bulunamadi. böyle padisah mi olur? hic mi deden mehmed’ten, uzak, cok uzak akraban ulug beg’den falan bahsetmediler sana? niye saga sola gönderiyorsun adamlari yahu?* hezarfen ve lagari’den tutsan bambaska hikayeler cikacak; onlar da elde kaliyor. evliya’nin bile elinde kalmis versiyonlari biraz yukarida iste.

    hasili, normallerimizi "kadim" dedikleri dipsiz kuyuya cektiler. dünyayi da insani da kesfettik ama unutturdular, unuttuk.
hesabın var mı? giriş yap