10 entry daha
  • oturduğum yerden baktığımda yüzlercesi yol kenarına sıralanmış, çok uzak bir kıtanın yerli bitkisi sanki ana vatanındaymışçasına halinden memnun bir dinginlikle yapraklarını okşayıcı rüzgâra bırakmış, hışırdıyordu. uzaklardan bakıldığında asırlık salkım söğüt ağacına benzeyen bu ağaçlar, dönemin valisi tarafından insanları sıtmadan kıran bataklığı kurutmak için dikilmişti. kendimi rüzgârın okaliptüs ağaçlarının dallarıyla yaptığı huzurlu namelere bırakırken gözümün önünde dedem, burayı bana tekrar anlatıyordu. dedem anadolu’yu anlatmayı severdi, ben de onu dinlemeyi severdim. otuz beş yıl boyunca atıyla jandarma astsubayı olarak dolaşırken anadolu’nun yedi bölgesinde, onlarca yerleşiminde, yüzlerce farklı doğal güzellik; binlerce farklı insan tanımıştı. dedemin gözünde anadolu, dünya’nın özeti gibiydi: üç tarafı denizlerle çevrili bu toprak parçasının üzerinde yer kürenin farklı yer şekillerini ve canlı türlerini görmek şaşırtıcı değildi. geniş platoları, verimli ovaları, travertenleri, peri bacaları, sık ormanları, bodur ağaçları, yer yer çölleşmiş killi; kireçli; kurak toprakları, boz ve haşmetli dağlarının içinde taşlaşmış lavların sivri; keskin ağızlarıyla gökyüzüne bakan tendüreği, sodalı; tuzlu gölleri, ilk medeniyetlere can veren nehirleri, gökten aşağı yağan şelaleleri, tarih öncesi hayvanlara yuva olmuş mağaraları ve daha nicesiyle çok farklı canlı türlerine ev sahipliği yapıyordu. tarih boyunca yurtlarından ayrılıp gelen farklı kültürlerden binlerce insan anadolu’da anavatanlarından bir parça buluyordu. anadolu, yüzlerce kültürün birleşmesiyle oluşmuş büyük bir anavatandı. bu insanlar son yüzyılda tek bir millet olup işgalci orduları anadolu’dan kovmuştu.
    dedemin hayalini ağaçların yapraklarına asıp kalktım. bisikletimi, dedemin tabiriyle demir atımı, batıya doğru yıkılmış güneşi yanıma alarak sürmeye başladım. öğle vakti kaynayan asfalt içindeki ziftle tekrar ve tekrar yıkanmış mıcırlar üstünde yoluma devam ettim. güneş benim yoldaşımdı. geçtiğim her yeri farklı bir aydınlığa boyuyordu. anadolu, güneşin bin bir tonuyla yıkandığı topraklardı. akşam olmadan konaklayacağım yere varmalıydım. odamın balkonundan sarı ışıklarla aydınlatılmış, ağzı dinamitle yarılmış kaya mezarlarına bakarken anadolu tarihinin, insanlığın en büyük parçası olduğunu düşünüyordum: göbeklitepe’de insanlara ait ilk tapınaklar, çatalhöyük’de ise insanların kurduğu ilk büyük yerleşim vardı. geçtiğim yol üzerinde ise yüzlercesi vardı, belki bir o kadarı toprak altındaydı ve insanın içini acıtacak kadarı ise yıkılıp yeni yapıların altında kalmıştı. balkondan odaya geçerken lahdi yıllar önce yağmalanmış kaya mezarına tekrar baktım. kilometrelerle hırpalanmış bacaklarım hipnotize adımlarla gövdemi yatağa götürürken duygularım mahcubiyet ve üzüntünün çarşafına çoktan sarılmıştı. sabah erkenden kalkıp yola koyuldum. pansiyonun birkaç kilometre ilerisinden başlayıp uzaktan avuçlarımın içine alabildiğim dağlara doğru kesintisiz uzanan sahile kendi karakterini resmetmişti deniz. dedem de öyle anlatmıştı: akdeniz; uzun kıyılarını kaplayan ince kumları ve sığ, tuzlu ve masmavi sularıyla etrafını çevreleyen toros dağları’nı aşıp gelenler için sıcak bir cennettir. kış aylarında tepeleri karlı dağlara bakan insanları ılık bir battaniye gibi sarmalayan bir denizdir. çam ormanları, nehirlerin denizle buluştuğu ovalarda kargılar, denize eğilen bereketli toprak tepelerde devasa yeşil yapraklarıyla muz ağaçları sıralanmıştır. akdeniz’in kıyıları kavruk tenli yerli halkı için kışlıktır, yazları ise binlerce yıllık gelenekleri ile çam, servi ve ladin ile kaplı serin yaylalardır. en azından dedemin zamanına kadar öyleydi. şimdi ise yaz aylarında milyonlarca insanın akın ettiği kocaman sıcak bir havuzdur akdeniz’in kıyıları. ege’nin her biri bir efeye benzeyen dağlarının denize dik baktığı, verimli ovaların denize kavuştuğu akordeona benzer kıyıları vardır. her yerinden bereket kaynayan bu topraklardaki insanların gülüşüne bakan gözlerde çiçekler açar. karadeniz’in hırçın dalgaları, kıyıya vurduğu yerleri cadı kazanı gibi kaynatır. kıyıları ormanlarla bezenmiş, yüksek ve geniş parmaklıklıları andırır. hırçın bir tutuklu gibidir. marmara, iki boğaz arası deniz, karadeniz’in hırçınlığını azaltıp fazlasına bir yol bırakır, ege’ye geçmeden onu dinlendirir, sakinleştirir. istanbul’un içinden geçen karadeniz’in suları, şehrin güzelliğinden afallayarak kızgınlığını unutur. marmara’nın etrafı ormanlarla, güne bakanlarla, zeytin ağaçlarıyla işlenmiştir.
    dedem için marmara’nın ege’yle birleştiği gelibolu kıyılarının önemi çok büyüktü. balıkesir civarında görevini yaparken defalarca yarımadayı ziyaret etmiş. gelibolu’da yüz sene kadar önce sömürgecilere karşı anadolu kıyılarının her bir karışına yetecek kadar kan döken anadolu halkları, destansı direniş göstermiş; onları millet bilincine götürecek, altın saçlı büyük lider gelibolu’ da tarih sahnesine anadolu’nun kaderini değiştirmek için çıkmıştı. dedemin köyünden, babası da dâhil, onlarca genç erkek gelibolu’dan geri dönememişti. dedem, “anadolu, yetimler ordusunun garip kalmış başlarından yükseldi.’’ derdi.
    dedem dört kardeşin en küçüğü idi. en büyüğü beş yaş büyük olan iki abisi ve bir ablası vardı. çam kokulu, deniz kokulu, çiçek kokulu hava taneciklerinin topraktan yükselen hayatla filizlendiği bir nisan sabahı; arkadaşlarıyla düşman hattına saldırıya geçip üç metre ötesine düşen bir havan topundan kopan bir şarapnel parçası, babasının yüreğini deldiğinde dedem daha bir yaşındaydı. çocukluğu akrabalarının, komşularının yardımıyla ağabeylerinin kıyı illerine gurbete çıkma yaşı gelene kadar yokluk içinde ama açıkta kalmadan geçmiş. ağabeyleri yılın altı ayı batı illerinde orman açmaya gittiklerinde artık geceleri tok yatmaya başlamışlar. dedem, “anadolu insanı yüzyıllarca yoklukla savaştı ama yardımlaşarak hayatta kaldı, dardaki komşusunu gözetti, akşamları misafir etti, misafirini tok yatırdı, kendi aç yattı.” derdi. anadolu insanı yüzyıllarca süren amansız yoklukta cenazelerinde bile üçü, yedisi, kırkı, elli ikisi deyip yemekler yaparak hep beraber yiyerek hem ölmüşlerini hem de geride kalanların hayatını kutsardı. dedem yokluğun adresini de vermişti: yüzyıllarca yokluğun anadolu’dan en iyi görüldüğü yer denizden uzak ve göğe yakın, suyu soğuk ve havası sert düzlüklerdi. dedemin köyü göğe yakın bir bozkırın çevrelediği, yer yer ardıç ve katran ağaçlarıyla kaplı bir platodaydı. dedem ardıç ağaçlarını ve ardıç kuşlarını çok severdi. çocukluğumda onlarla ilgili hikâyeler anlatırdı.
    bisiklet turumun on beşinci gününün sabahında demir atımın gidonunu, beni denizden uzaklaştıracak yokuşlu yollara çevirdim. yolculuk boyunca aklım dedemin hayalinde yüzüyordu. tur planımı değiştirmiştim, dedemin doğduğu topraklara gidecektim. dedemin doğduğu köyü ilk defa görecektim. ikindiüstü bir ladin ağacının altında soluklandım. kaynayan yolları geride bırakmıştım, yol üstünde yerleşimler azalmıştı, son iki saattir sadece yoldan sapan köylerin ayrımlarını görmüştüm. yüz metre aşağıda eski yolda bir çeşme fark ettim, yoldan yan yana yüklü iki eşek ancak geçebilirdi. mıcırlarını çoktan kaybetmiş, ziftinden geriye boşluklu ince sert bir tabaka kalmıştı. tur boyunca bu eski dar yollarla ara sıra karşılaşıyordum. köy minibüslerinin kullanıma henüz çıkmadığı zamanlarda kamu araçları haricinde özel araçların tek tük kullanıldığı bu yollarda insanlar şehir merkezlerine yürüyerek ya da eşek, katır ve at sırtında giderlermiş. dedemin anılarında, nice hasta insan şehirdeki hastaneye ulaşamadan ölmüş. karda kıyamette, yollara düşen annelerin sırtlarına bağlı yavrularının öldüğünü fark etmesiyle ciğerlerinden yakılan ağıtlar bu yollara saplanmış. belki de eski yolların delik deşik hali acı hatıraların bıraktığı izlerdi.
    bisikletimi ağacın altında bırakarak yolun yanındaki, yalağı tamamen yosun tutmuş çeşmeye indim. avucumla kana kana su içip başımı çeşmenin altına soktuktan sonra kollarımı, takati kesilen bacaklarımı yıkadım. su ağrıyan kaslarımın acısını unutturdu. tekrar ladin ağacının yanına çıktım. bisikletimin bagaj çantasından bir tane konserve ve yarım ekmek çıkardım, sabahtan beri bir şey yememiştim. insan aç olunca tatsız tuzsuz, soğuk konserveler bile dilinde hayatları boyunca unutamayacakları güzel tatlar bırakıyor. dedem, “ yoklukta yemek daha tatlıydı. çocukluğumda, kurbandan sonra içine birkaç parça et konan bulgur pilavıyla kuru fasulye ve sarımsaklı cacık ayda yılda bir yedeğimiz en zengin öğünümüzdü ama onların verdiği tat ve mutluluğu hiçbir seçkin restoranda bulamazsın.” derdi. ne demek istediğini çıktığım bu yolculuğa kadar anlamamıştım.
    dedemin köyüne bir günlük yolum kalmıştı. dört gündür anadolu’nun iç kısımlarına yolculuk yapıyordum. kıyıda yerleşimler çoktu, pansiyon ya da çadır kampı kolayca bulunacak yerlerdi. dört gündür, bir tane çadır kampı görmemiştim. öğle ya da ikindi vakti geçtiğim küçük ilçelerde pansiyonlar vardı ama durmuyordum. akşam güneşinin dağlar arkasına düşerken döktüğü kızıllığa yüzümü sürmeden ayağımı pedaldan çekemiyordum. ilk gün su almak için durduğum benzinlikte çalışan genç ile kısa bir hoşbeşten sonra, “ağabey karanlık çöktü, allah korusun kamyonlar falan görmez seni. yakınlarda kalabilecek bir yer bulamazsın, burada kal istersen.’’ dedi. endişesinde haklıydı. çadırımı istasyonun bir köşesine kurdum. ertesi gün ikindiüstü, gün uçup giderken, küçük bir beldede dinlenmek için durdum. köylülerden biri, “yiğenim, nereden gelip nereye gidiyon böyle?” diye sordu. şaşkınlığı yüzünden okunuyordu, buradan tur bisikletçilerinin pek geçmediği belliydi. kısa bir memleket, biraz da iş güç muhabbetinden sonra, “kaç gündür yollardaymışsın, gel misafirimiz ol, bizim hanım çok güzel yemek yapar, ev yemeklerini özlemişsindir.” dedi. süleyman amcanın bu küçük beldede nalbur dükkânı vardı. bir oğlu askerde, bir oğlu ankara’da memur idi. kızını da geçen sene almanya’daki akrabalarına gelin vermişti. eşi, fatma teyze, kaşla göz arasında yemek dolu siniyi önümüze koydu. beni misafir ettikleri için mutluydular, ben de en son çocukluğumda oturduğum yer sofrasına dedemi ve ebemi andıran bu insanlarla oturmaktan huzurluydum. üçüncü günün akşam karanlığında bir köyün sapağında lastiğim patladı. canım sıkılmıştı, en yakın ilçeye de üç saatlik yolum vardı. ben lastikle uğraşırken yanıma bir araba yanıştı. içinden benden birkaç yaş büyük, genç bir adam indi. kılık kıyafetinden ve yürüyüşünden bu bölgenin yerlisi olmadığı anlaşılıyordu. yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. teşekkür ettim; lastiğin patladığını ve lastiği tamir edebileceğimi söyledim. karanlığa kalmışsın, dedi. alıştım, günlerdir yoldayım; diyerek gülümsedim. turu sordu, kısa bir özet geçtim. arabaya gitti, farlarından tam göremesem de arada bir karaltı daha vardı. bir şeyler konuşup geldi, sapaktaki levhayı göstererek “eşim ve ben bu köyde öğretmenlik yapıyoruz, içimiz seni bu karanlıkta burada bırakmaya el vermez, bu akşam misafirimiz ol. bize de gezip gördüğün yerleri anlatırsın, tatile çıkarken bir fikrimiz olur .” dedi. genç çiftin öğretmenlik mesleğinde ilk seneleriydi. görev yaptıkları köy, çoğu anadolu köyü gibi, onlarca yıldır bağlı oldukları şehir merkezine, kıyıdaki büyük şehirlere, avrupa’nın gelişmiş ülkelerine göç veriyordu. kalanlar, en büyük istekleri doğduğu topraklara gömülmek olan yaşlılar ve göç etme planları yapan gençlerdi. baharın geç, kışın erken geldiği; hâlâ gelişmiş zirai tarımın yapılmadığı bu topraklarda köyde kalanların bağ, bahçe sayısı artsa da ekim azalmıştı. genç öğretmen çift içlerindeki güzel duygulara sardıkları bilgiyi köyün çocuklarına öğretirken bir gün gurbetin kader olmaktan çıkacağı, insanların gönlü kırık bıraktığı topraklara dönüp bereketi uzak diyarlara yeten ekimler yapacağı günün şafağını hazırlıyorlardı. öğretmenler cumhuriyet’in ilk yıllarından beri bu toprakların güneşi ve suyuydu; toplumu bilgiyle besleyip yeşermesini sağlayandı. dedem ilkokulda okurken okuldaki bir öğretmen çift onun kaderini değiştirmiş, köyde ortaokul olmadığı için onu alıp ilçeye götürmüş. onların yanında ortaokulu bitiren dedem, astsubay okuluna bu sayede girebilmiş. kendimi bildim bileli dedemin kendi ölmüşleriyle beraber öğretmen çifti de rahmetle anmadığı tek gün geçmezdi. genç çiftle vedalaştıktan sonra tekrar yola koyuldum. bu akşam da birilerinin misafiri olmak artık beni şaşırtmazdı.
    -eskiden anadolu’da kimse yolda kalmazdı, demişti dedem.
    -ya şimdi dede?
    -şimdi farklı, her şey değişiyor.
    -neden dede?
    -çünkü gelenekler yaşlandı. binlerce yıl gelenekler kıtlığa, salgın hastalıklara, doğanın acımasız yüzüne karşı hep savaştı ve kazandı ama modern çağın vebası yalnızlık hissi onları teker teker öldürüyor.
    çocuk halimle anlamamıştım, dedemi şimdi anlıyordum ve yolculuğumda hâlâ bazı geleneklerin yaşadığını görmek beni mutlu etmişti. kafamda bu düşüncelerle dedemin köyüne varmıştım. topraklara ekilmiş gibi duran kocaman taşların arasından birbirine sarılarak göğe doğru fırlamış kollara benzeyen, gövdesi ve dallarıyla üzerindeki yeşil yapraklarını ve karayemişlerini muzaffer bir edayla tutan ardıç ağaçlarına hayran olarak köyün “hoş geldiniz.” tabelasının yanından geçtim. köy meydanında yaşlı dut ağacının yanındaki kahvenin üzüm kaplı çardağının altında oturan köylülerin bakışları ile karşılaştım. selam verdim, hepsi birden selamımı aldı. kendimi tanıtmalıydım zira bu meraklı bakışların ardından gelecek yakınlığı, yüzümde arayacakları aşinalığı görmeyi çok istiyordum. lakabımızla kendimi tanıttığımda artık ben de o köyden olmuştum. uzaktan akrabalarım yan sandalyelerden yanıma geldi ve saatlerce süren bir muhabbet başladı. bir hafta kadar kaldım köyde. dedemin annesinin ve bir abisinin yan yana olan mezarını ziyaret ettim, dedem annesinin yanına gömülememişti çünkü ebem, babaannem, ölüp büyükşehir mezarlığındaki aile kabristanına gömülünce dedem de son nefesini verip ebemin yanına gömüldü ama köye gömülemeyecek olmanın üzüntüsünü duyduğunu ölümü yakınlaştığında hepimiz hissetmiştik. köyde her gün bir akrabamda kaldım. kaldığım kişinin yakınlık derecesini anlatmaya kalksam beceremem. belki çoğu insan için dedemin amcasının torunun oğlunun evinde misafir olmak kuzenin evinde olmak kadar sıcaktı, desem tuhaf olacak ama hissettiğim buydu. bir düğün, bir cenaze gördüm kaldığım süre içinde. ikisi de birlik beraberlik içinde, yardımlaşarak yapıldı. anadolu’nun köylerinde insanlar kokmadan gömülür çünkü kapısını hep bir çalan vardır. cenaze kabre götürülürken onlarca kişi yanında yürür, düğünlerinde sandalyeleri boş kalmaz, yasta da düğünde de evlerinin önünden onlarca ayakkabı eksik olmaz. ardıç ağacı varlığının ardıç kuşuna bağlı olması gibi bu topraklarda her şey birbirine bağlı yaşıyordu. birbirlerine görünmez köklerle bağlı bu insanlar arasında yalnızlığa yer yoktu. binlerce yıl yaşayabilen; anadolu’daki en kadim, en insani gelenekleri hatırlatan ardıç ağacının birkaç tohumunu yanıma aldım. onları dedemin mezarına ekecektim.

    eylül 2019
18 entry daha
hesabın var mı? giriş yap