zilif
-
oruç aruoba'nın intiharı düşündüğü gece, kızı filiz'in adını tersten yazarak başladığı mektubun kitaplaştırılmış hali. terapistim bana "o tarafın hep eksik kalacak, hiçbir şey doldurmayacak o boşluğu" dediğinde ne demek istediğini de daha iyi anladım, kabullendim. şu satırları sevebilen bir babadan başka kim yazabilirdi ki zaten;
"sevgili kızım,
zorlukla yazıyorum. elim rahatsız, titriyor.
onun için, yazım çarpık-çurpuk oluyor. (bu
küçük defteri de kendim yaptım; sayfalan keserken o da biraz eğri-büğrü oldu.) kusura bakma.
yazdıklarımı şimdi okurken, beni iyice anlayabilecek konumda olacaksın — yıllar geçecek; büyüyeceksin. o zaman, bana küçükken beslediğin
duygular, belki bir-iki anıya sıkışıp kalmış olacak;
belki de, kocaman bir boşluğun incecik çeperleri
durumuna gelecek; ama bu cılız anılardan onların anlamını çıkarabilecek yaşa gelmiş olacaksın;
yıllar boyunca da, düşüne düşüne, çıkaracaksın.
bunu umuyor değil, biliyorum; çünkü sende,
daha o yaşında bile, o anlamı kavrayacak gücü
görmüştüm — yani, şimdi, görüyorum...
anımsıyorsundur: senin için, “benim kızım
insan olacak” demiştim. sen, benim bu sözümü
o anda beynine kazımış, ama yüzüme de hayretle
bakmıştın — o hayretini anımsıyorsun, değil mi?
evet, gururla, biraz da övünçle söylemiştim o
sözü (babalar çocuklarından kendilerine pay çıkartırlar ya işte...); ama, yüzümde bir hüzün, bir
üzüntü de görmüştün. şaşırmıştın; pek bir anlam
verememiştin buna.
bugün anlamışsındır — anladığını biliyorum :
o gurur ile o hüzün nasıl oluyor da birarada bulunabiliyorlar; biliyorsun.
insan olan insan pek az — bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: insan insan oldu mu,
acı çeker. bunları anlaman, senin insan olacağını gören baban’ım gururlu üzüntüsü ile üzüntülü
gururunu anlamlı kılmıştır sana.
ama, bak, sana, şimdi, buradan, yıllar öncesinden, şimdi, sana, orada, yıllar sonrasında,
şunu söylüyorum — bunu söylemek için yazıyorum: ne mutlu sana ki, insan olmanın acısını
çekebiliyorsun, bunca yıl da, çektin — ve ben,
yıllar öncesindeki baban, şimdi, orada, yıllar sonrasında bulunsaydım, yüzümde göreceğin, artık,
üzüntü değil, yalnızca gurur olurdu.
bu sözü niye söylediğimi de gayet iyi hatırlıyorsun, biliyorum — şunu da biliyorum ki, senin
küçük kalbinde o gün meydana gelen çalkantıları, ben, o gün de, şimdi de, tamamiyle bilecek
durumda değilim...
sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. yaz başıydı; ben bahçede
oturmuş rakı içiyordum; sen de — galiba mutluluktan— koşuşturup duruyordun. sana, yan
şakayla, “haydi bakalım — bana erik getir” demiştim. koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacı
olduğunu biliyordun. epey sonra (hatta, biraz
daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin : elinde bir külah: manavdan, harçlığının son
kuruşuna kadar vererek aldığın erikler...
ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti... — ne yapabilirdin ki...
yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın — işte seni insan yapan da bu.
artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: öyle ‘insanlar vardır
ki, babalan onlardan erik istese, gidip, şöyle bir
bakıp, “ağaçta erik yok” diyebilirler. böylesi ‘insan’ları tanıdın, biliyorsun.
ama sen — senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek birşey vardı: baban’a erik bulmak... hani masallarda vardı ya — bütün erikler
“kaf dağı’nın ardında” olsaydı, o zaman sen de
bir “zümrüd-ü anka kuşu” bulup, sırtına biner,
yola koyulurdun...
buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını
yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü
sana verene, “sevgi” adının takıldığını işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o “erik
yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. ama
biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler
pek azdır — sahiden arayanlar daha da az... —
bulabilenler...
aslında yalın birşeydi bu senin için: öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbirşey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın
birşey:-
baban senden erik istemişti — o kadar...
-------sana şimdi o kadar çok şey söylemek istiyorum ki, hiçbirini doğru-dürüst söyleyemiyorum...
kusuruma bakma — yazım da gittikçe bozuluyor...
(keşke bugün buraya gelmeyecek olsaydın —
ama biliyorum ki geleceksin, ve beni o durumda
göreceksin. bu yazdıklarımı da bunun için yazıyorum: yıllar sonra, sen büyük bir insan olduğunda eline geçecek bu küçük defter — o zaman
baban’la ilgili birer canlı ama anlamı uçuk anı
olarak kalmış bazı olayları — gerçi daha ‘iyi’ anlayacak değilsin; onlar, zaten, gelişen anlayışınla yerliyerine oturtmuş olacaksın; ama — onlar
benim gözümden, benim o yıllar önce gördüğüm
biçimde görebileceksin. bir de, umuyorum ki,
aynı bakış biçimi olduklarını göreceksin bunların. — tabiî ben şimdi yazdıklarımı sonuna kadar götürebilirsem; elimin titremesi izin verirse
buna...)
biraz önce dışarı çıktım, yürüdüm, denize
baktım. pek o kadar hüzün vermedi bana, artık
çıkıp gideceğim bu dünya.
(çok garibime gidiyor, sana büyük bir insana
söylenecek sözlerle yazmak; ama kendimi zorluyorum, seni o yaşında görmeğe, sana öyle yazmağa...)
bu dünya pek fazla şey vermedi bana — hoş,
ben de ona pek birşey vermedim ya...
ama başlangıçta öyle değildi. gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata;
annen’i sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. sonra, biliyorsun, işimi de annen’i de kaybettim — herşeyimi... — peki nasıl oldu da bu
hâle düştüm...
sana anlatmağa çalışacağım — umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden
pek emin değilim — , çünkü, belki ben de tam
olarak anlamamışımdır ve anlatamıyorumdur...
‘coşku’, ‘tutku’ dedim; bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: tanınmak.
insanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması,
yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları.
— bak, sevmesi, saymaları demiyorum; amacım
da, birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, haketmediği
bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek, değildi. beni ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. gençtim, dopdoluydum; büyük
işlere girişmek, gücümü sınamak, başarıya ulaşmak istiyordum. bunları yaparken de, nasıl bir
kişi olduğum ortaya çıksın, gözüksün istiyordum
— işte, etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i
görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı, istediğim.
ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler,
beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular.
— bak, sakın sen de yanlış anlama: sızlanıyor
değilim, hiçbirşeyden yakınmıyorum. davacı değilim dünyadan. bunları yalnız senin için; şimdi,
sana, yazıyorum — başka kimseye söyleyecek sözüm yok.
işte, hep buydu olan: annen beni gerçekten
sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ — onun
yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. beni, hep, ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı. beni hiçbirzaman sahiden ben olarak göremedi ki — o zaman kimdi
annen’in ‘sevdiği’?... bende ben olmayan birini
— hatta birşeyleri— ‘sevdi’; sonra, beklediklerini bulamadıkça, duygulan — o sevgi’si— nefrete
dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene,
ben değildim nefret ettiği kişi... beni tanıyarak,
bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret
etseydi, inan, sevinirdim buna.
öyle olmadı.
toplum da öyle: benden hep önceden konmuş
kalıpların içine girmemi istediler. benden, ben
olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi,
sorun olmazdı — benim istediğim de zaten buydu. ama, benim o görevin kendisi durumuna girmemi istediler. benim bambaşka bir kişi olmamı
bile değil; sanki kişiliksiz birşey olmamı — sanki
cansız, düşüncesiz birşey, bir alet, bir makina...
dünya benden ben olmamı istemedi.
beni ben olarak tanımadı.
ben de sırtımı döndüm işte, bu dünyaya —
gerisini biliyorsun; şimdi, artık, öğrenmiş olacaksın.
sırtımı dönüp nereye gittiğimi de biliyorsun :
toplumun, benim gibi, kıyılarına sürdüğü insanların arasına... bir kez seni bile o insanların arasına sokma cesaretini göstermiştim. anımsıyorsundur şimdi: hani o çok boyalı ‘teyze’ler; o sıra sıra
masalarla dolu, gündüz vakti karanlık salon; sana
garip gelen, tanımadığın kokular...
bir de, heyecan içinde, korkudan tiril tiril o
genç ‘teyze’yi hatırlıyorsundur. ve onun için söyleneni: “dostu gelecek de...”. “dost”u gelecek
diye korkudan titreyen bu insana hayretle, anlayamadan bakmıştın. “dost” sözcüğünün böyle
bir anlamda kullanılmasını yadırgamıştm: insan
“dost”u gelecek diye korkar mıydı hiç?...
— bugün, sözcüğün bu yananlarını da biliyorsundur artık; bir de şunu : bu sözcüğün sözümona ‘düz’ kullanıldığı yerlerde nasıl bir sahtelik
taşıdığını. insanların, “çok yakın dostumdur”
dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini —
ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile
kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun.
— bu da bir başka erik hikayesi...
oysa o genç kadının korkusu sahte değildi;
sahiciydi. belki, o zaman, denebilir ki, o korktuğu kişiyle ilgili sahici bir duygu duyduğuna göre,
onun ile sahici bir ilişkisi de vardı.
sen, “dost” sözcüğünü kullanan kaç insanda
sahici bir duygu gördün, şimdiye kadar? (umuyorum benim gördüğümden daha fazlasını görmüşsündür...)
işte, o insanların arasına gittim ben de, toplumdan çıkıp. sahici tanınmayı orada buldum
mu — bilmem : kendimi aldatma eğilimim güçlü
olunca, bu soruya “belki, bazen” diyebiliyorum
— ; ama, inan bana, sahici insanlar tanıdım orada,
sahici ilişkilerim oldu. bunlar, toplum indinde
‘geçerli’ ilişkiler değildi, biliyorum — ama, hiçbir
‘geçerli’ ilişkinin olamadığı kadar — hatta olamayacağı kadar— gerçek, sahici idiler. ben de toplumun geçerli saydığı ölçüler içindeyken hiçbir
zaman olmadığım kadar sahici oldum, orada, o
insanlar arasında.
— garip işte: beni tanımaya en çok o
‘tanımayan’lar yaklaştı...
gene de; evet, doğru : bir anlamda kaçtım,
kaçıyorum şimdi de — bu da belki güçsüz olduğumu, yetersiz ve korkak olduğumu gösterir.
başarısız oldum. bugün, yakınlarımın gözünde
de, toplum indinde de, yersiz bir ‘düşkün’üm.
biliyorum.
ama düşün: nedir ki ‘başarı’ — ne olabilirdi ki benim başarım, ben o koşullara boyuneğip,
toplum içinde bana gösterilen yeri alsaydım? bir
ikiyüzlülük, bir sahtelik, bir aldatmaca olurdu bu
‘başarı’ — ‘ben’im, ben olmadan, hatta benliğimi
bir kenara atarak, kişiliğimi çiğneyerek elde ettiğim birşey. karşılığında kim olduğumu verdiğim
bir ‘kimlik’...
bunu kabul etmedim. — şunu bilmeni istiyorum: pişman değilim; hiç de pişman olmadım.
ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim
— olamadım: kendimden hiç nefret etmedim;
ama bir türlü beğenemedim de kendimi. çok
acı çektim, ama başkalarına da çok acı çektirdim
— bu da insanın gururlanabileceği birşey değil
pek... kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim — hele yargılamayı
hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da...
— dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum
— uyuşamadık. hepsi bu.
— bazen, bütün bunlara geri dönüp baktığımda, birşey düşünürüm : acaba bazı şeyleri başka
türlü yapamaz, yaşamımı farklı bir biçimde yaşayamaz mıydım — daha az acı çekip, daha az
çektiremez miydim...
bilmiyorum.
belki.
belki de değil.
— ama şunu biliyorum: yaşam tek seferliktir.
bir kişi de, kim ise odur. ben de ancak öyle, yaşadığım gibi yaşadım; başka türlü yapamazdım.
— başka türlü yapabilmeyi ister miydim... sanıyorum, hayır — peki o zaman, bütün bunları
yeniden yaşamak durumunda kalsaydım, bunu
ister miydim... sanıyorum, evet.
çünkü, işte, başka, olduğumdan farklı bir kişi
olmak istemezdim — bütün yoksunluklarımla,
kusurlarımla, bozukluklarımla, ben benim... yaşamım da böyle olacaktı; zaten de, öyle oldu...
imdi artık tek bir amacım var; bu da, gerçekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren
birşey değil: -
senin beni tanıman.
biliyorum, aklında kalacak o bir-iki anı, yıllar geçtikçe; sen, annen’i, toplumu, insanları tanıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde
anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, baban’m sahici
kişiliğini gösterecek. — aslında benim bunları
şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum.
bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın
ortası’na geldiğinde ulaştırılacak. sen de, burada
yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri
bulacaksın. bu mektup hiç de yeni birşeyler anlatmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğrulamayacak.
— zaten boşuna bütün bu yazdıklarım...
yalnız...-------
evet, işte, yalnız, şu: beni tanıyacaksın...
başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım
boyu...
— garip değil m i: şimdi, yaşamım boyu isteyip de elde edemediğim birşeye, şimdi, öldükten
yıllar sonra, kavuşmak...
artık hazırlanmalıyım.
sen geleceksin biraz sonra buraya, bir tuhaflık, bir karışıklık göreceksin — olup-bitenden de
pek birşey anlamayacaksın. ancak yıllar sonra
aydınlanacak bu son anının anlamı; öteki, o daha
eski anılarla birlikte.
o zaman, şimdi, sen herşeyi* anladıktan sonra
eline geçecek bu satırlar: neyi anladığını anlayacaksın.
tanıyacaksın.
seni şimdiden öpüyorum,
sevgili kızım
benim-------
baban.
[------ ]"
bir babanın kızına bırakabileceği en güzel miras olmalı, kendi elleriyle yaptığı defteri kendi sevgisiyle doldurup 32 sayfalık mektupla kızına veda etmeye çalışması. boşuna değildi bu yazdıkları aruoba beyin, keşke bunu ona da söyleyebilseydim.
edit:
*şairin yazdığı biçime sadık kalarak yazdım tüm kelimeleri, yazım yanlışı olarak gördüğünüz yerler şairin inisiyatifidir.
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap