18 entry daha
  • andrew james cairns'in "these exiles that we are, ısolated on a distant dying star." sözlerini parlatan; insanoğlunun üzerinde ki kan kokusundan kurtulmak için parfümü icat etmesi, sınırlarını ve sınırlı ufkunu genişletmek için yaptığı savaşları, arayışla çatışan dogmanın belirlediği kuşakların zihninde canlanan mitolojilerin biçimlediği bir gelecek düşünü, tek tanrı, tek yaşam, tek şans olgusunun ağırlığını ve buradan küçük bir adımla ulaştığımız bugünü, keşif kelimesinin neredeyse sözlüklerden silineceği bir açıklık olarak betimleyen: internet, hava trafiği, akşam 8 haberleri gibi detayları içselleştirerek ruhu parçalayan, müthiş hüzünlü bir grindhouse draması. aynı zamanda sinema tarihinde ki en korkunç, en karanlık filmlerden biri. dünyada keşfedilmemiş toprak kalmaması ve insanın sonunda elindekiyle yalnız kalması... yani filmin tüm o anti-hostel plastiği veya gore sinemanın estetize edilmiş haliyle ilgilenmeyen mekaniğini bir yana koyduğumuzda bundan daha korkunç bir şey doğurmuyor iğnesi – inadına plağı çizen yapısı bir yana; ölüm karşısında her daim yenik olduğundan artık emin bir insanlığın çırpınışları, merakı ve iğrenç hırsı kadar takip edilemez, içine girilemez siyah tavşan kuyusu bu eser ve dışında kalması için çabaladığı her şey- sonsuza dek yaşamak istiyorsun ve evrenin sana hediyesi domuz gribi. özgür olmak istiyorsun ama dört duvara, ordulara, demirliklere, okullara, alarm sistemlerine ve hükümetlere mahkûmsun. elindekiyle yetinmek istiyorsun, o anda dünyanın öbür ucundan silahlı insanlar gelip tüm sahip olduklarını elinden almak için savaşıyor. ellerini ve dinini bağlıyor, inançların yüzünde aşağılanıyorsun aynı zaman birimi içinde senden çok ta uzak olmayan bir kara parçasında insanlar inançsızlığı yüzünden idam edilmekte. her sabah saatin çığlığını duyup, karanlık mahallenden banliyö trenine koştuğun o kısa aralıkta; en azından tüm bunların ne anlama geldiğini bilmek istiyorsun…
    şimdi atilla dorsay'ın bu filme "hayatımda gördüğüm en dehşet verici, en iğrenç" filmi tarzında yaklaşmasını anlayabiliyorum.[yani bir sinema sever yüreğine sahip herkesin böyle bir hakkı olmalı. öte yandan sanat adı altında hayvanları öldürüp sergileyen insanların yaşadığı bir gezegende; bir sinema filmine mesleki anlamda bu kadar sığ yaklaşmak ne kadar doğru; o da ayrı bir tartışma. ben sanatın insanlara cesaret veren, onları daha bütün ve daha iyi yaşamaya ikna eden bir olgu olduğuna inananlardanım. yine de karşıtlıkların, bu tür bir ilhamı besleyecek yapıyı oluşturduğunu inkar edecek kadar da kör değilim. üstelik “korku” bir tür olarak ne zaman bu kadar geleneğe yakınlaştı, ne zaman uysallaşıp yelkenlerini suya indirdi? (bkz: lovecraft)’tan bu yana korku; sınırları genişleten, meydan okuyan, provakate eden bir tür olmuştur. 70’ler hollywood’unun sağcı bakış açısında bile, mesela ahlakçılığı su götürmez bir (bkz: john carpenter)bile türü psikolojik olarak genişletecek yollar aramış, o dönem ki meslek taşları ile günümüzde içerik olarak boş olan yapımların içini, tarihsel dokunuş, altyapı bağlamında şu dönem için bile doldurmaya yetecek düzeyde dini, metafiziksel, politik alt metin üretmiştir. wes craven’in elm sokağı külliyatı bu noktada; babalarının günahlarını taşımak zorunda kalan bir kuşağın kabusu olarak okunduğunda zamansız ve en azından hıristiyan dünyası için her daim “shuffle” etkisi yaratacak bir film olarak kalacaktır. mesela (bkz: martin)’in, banyo aynaları itibariyle ergenlikle baş eden, edemeyen yapısal histerisi, hala dinler ve kültürler ötesidir. korku her zaman korkutma fikrine sadık kalmaya bilir. bazen onu istismar eder, en doğal hakkımız elimizden alınmış, kirletilmiş gibi hissederiz. ama bu yönden sınırlı bir dünyanın hisleri de o zaman soğuk ve içi boş kalacaktır, bunu göz ardı edemeyiz] ve her yaştan/cinsiyetten/kültürel alt yapıdan insanın girebileceği bir internet platformunda bu filmi tavsiye etmek gibi bir sorumsuzlukla baş etmek zorunda kalmak canımı sıkıyor fakat martyrs; spoiler bölümünde paylaşacağım ve olayların bizim açımızdan başladığı 1970 yılının yönetmen pascal laugier'in doğum tarihiyle aynı olması dışında hiçbir özelliği bulunmaması gibi kevin smith vari detaylara rağmen metodolojik bağlamda kusursuz bir film. sırf "açılış-sonuç-gelişme-sonuç" yaklaşımlı filmlere fark atan işleyişi, geri planda kalan müthiş kamera kullanımı veya filmden kısa bir süre sonra intihar eden benoit lestang’ın belki de j-horror geleneğini baştan aşağı değiştirecek müthiş görsel efekt/makyaj çalışmasına şahit olabilmek adına tüm sinema öğrencileri bence bu filmi izlemeli. içerik ise bakış açınıza göre konuyu sömüren bir sinema tarihi uygarlığı veya sadece adım, adım yönetmenin kafasındakilere uydurulan düşünce sisleri, muğlak bir perhiz veya sadece iki hafta süren bir yaz mevsimi şeklinde betimlenebilinir. her ne olursa olsun bu filmin gücünü (deneyimin gücünü) kısıtlamıyor. son olarak; atilla dorsay'la ortayı bulmak adına "(bkz: let the right one in)" romanını yazarı john ajvide lindqvist'in korku sineması üzerine verdiği bir röportaj’da söylediklerine dokunup çekiliyorum: " geçenlerde martyrs adında harika bir filmi izledim, sakın gidip izlemeyin."

    --- spoiler ---

    filmin 1985’te geçmesi; tüm bunların geçmişte kaldığının bilinmesinin getirdiği rahatlık-görünmez katarsis olarak beliriyor. (veya bir sinemacı takıntısı olan süper 8 kullanma vesilesi) bu bir çok açıdan filmi aklayan bir detay. ama –objektif zaman açısından filme yaklaştığımızda önümüze ilginç detaylar çıkıyor. mesela kültün başında kadın, lucie’nin kaçtığı 1970 yılıyla ilgili olarak “o zamanlar tam olarak organize değildik. henüz acemiydik.” tadında bir açılım yapmakta. şimdi düşünsel alt yapısıyla birlikte, yetmişten geriye bir elli senelik geçmişi olduğunu düşünürsek bu tarikatın, pratik bağlamda aile yapısıyla ilgili açılımları yapma konusunda çok gelişkin olmadığını görebiliriz. bu noktada çocukların durumu muğlakta kalıyor. lucie’nin “ailenizin ne yaptığını biliyor musunuz?” sorusuna karşılık çocuğun yüzünde ki boş ifade de bu açılımın tesadüflüğü bakımından seyirciye yardımcı olmamakta. kültün periyodik olarak yer değiştirdiğini düşünsek bile, hala kız arkadaşıyla aynı okula gidebilmek için aile sinle çatışan bir çocuğun tüm bu olan, bitenlerden habersiz görünmesi pekte elle tutulur değil. tersini düşünmek ise filmi gereksiz düzeyde dehşet veren bir düzleme çekmekte. “işte sarkozy gibi bir faşisti cumhurbaşkanı yapan toplumsal gelişim.” tadında bir söylemle uzaktan, yakından ilgisi olmadığını öngörürsek pascal’ın, en mantıklı açıklama bu yaklaşımın bir haneke homajı olduğu yönünde. bu yönetmen iddiası filmin metodolojisine zarar veren en önemli detay olarak görülüyor. öte yandan korku sinemasını çok iyi bildiği su götürmez bir yönetmenin göndermeler konusunda ki tutuculuğu bu bağlamda rahatsız edici. yine de filmde inkar edilemez bir hitchcock ritmi var. öte yandan marie annesiyle konuştuktan sonra telefonu açık bırakması ve o andan sonra tarikatın işkence evine gelmesiyle ilgili ‘öykü dünyası süresi” 5 bilemedin 6 saattir. bunun gibi bir çok ince detay –iki kadın arasında cinsel bağ, infaz detayının uzaması-filmi, bir (bkz: timecrimes) kadar olmasa da yer, yer determinist ve ağır bir şekilde kaderci kılmakta. sanki marie bir şekilde “seçilmiş olan" ve olan biten her şey sadece onu o eve getirebilmek için. agnostik olduğunu söyleyen bir yönetmen için ilginç sayılabilecek bir kurgu bu. bunun dışında doğu dinlerin de ki “ölü gibi yatmanın, ölü gibi hissetmenin, ölü gibi algılamaya sebebiyet veren” uygulamalarından, kapitalist düzenin her şeyi satın alabilecek gücü olduğunu yüze vuran şekilsizliği ile filmi ilişkilendirip, kurduğu dünyayı genişletebiliriz. fakat bu noktada yukarıda bir yerde söz ettiğim ve o cümlelerin yalnızlığı içinde eğitimsiz bir zengin çocuğu gibi duran "hava trafiği" imgesine dönmek istiyorum. tahminimce bundan 45-50 yıl sonra istanbul'dan new york'a bir saatte giden yolcu uçakları imal edilecek ve o andan itibaren dünyanın sınırsal şekilsizliği, tekno fobik ve küresel korkulardan dolayı içe dönen insanlık için sarsıcı ve yer,yer çok karmaşık tutumlara sebebiyet verecektir. bu bağlamda martyrs yeni bir korku türünden çok, insanın primitif korkularından açılan zamansız bir film olarak okunabilir. henüz sanat bizleri, bundan 50 yıl sonra hudson nehrinin kıyısında bira içen bir türk'le çinli'nin bilinçaltında inşa edilmiş kültür ve tarih kodlarını öngörebilecek kadar zorlamamıştır. bu yüzden zaman iğrenme ve mevcut biçemi dışarıda tutma zamanı değildir. zaman dünyayı anlama, küçük keşiflerden mutlu olma ve insan olmanın güzelliğiyle sarhoş olma zamanıdır. sinema tüm bu şekilsel kaygılara ve önyargılara rağmen bizlere ışık tutabilecek kadar aydınlanmışsa, zaman bunu kutlama zamanıdır. bugün martyrs gibi eksileri donduran anlamda soğuk ama nedensellik bakımından sorgusu tutuk bir film yapılabiliniyorsa, evrenin kalbi olan diyalektiğin bir sonucu olarak yarın; tüm bu gelecek korkularını boşa çıkartacak, insanlara, bugüne kadar hissetmedikleri bir güç aşılayacak sımsıcak bir film de can bulabilir. ve evet, içinde bulunduğumuz kesmekeşe rağmen, o bir şekilde can bulacaktır.
109 entry daha
hesabın var mı? giriş yap