155 entry daha
  • the last samurai, kanımca stockholm sendromu'nu al pacino'nun yüzakı dog day afternoon'dan* çok çok daha iyi işlemektedir. hatta benim gözümde bu sendromun en can alıcı biçimde işlenmiş örneği bu filmdir. dog day afternoon'da insanlar "kötü" olanın yanında saf tutmuyorlardı aslında, ciddi ve samimi manada. onlar, biraz "kötü"nün içindeki "iyi"yi görmüş olmanın, biraz da popülaritenin can alıcı şehvetinin esirleri haline gelmişti, geçen saatler boyunca. ama onlardan hangisine, "bu kötü'nün yerine sen kendini feda edeceksin" diyecek olsanız, bir tanesinin buna yanaşmayacağı gün gibi aşikardı. onların sonny wortzik'e besledikleri sempati, bizim dexter morgan'a beslediğimiz sempatiden çok da farklı değildir. bu, geçen zaman içinde "kötü"yü bir nevi içselleştirmek demektir esasen...

    oysa, the last samurai bu çizgiden çok ama çok farklı bir eksene oturur. orada, bizatihi "kötü" yoktur. roller karmakarışıktır. aslında mağdur olan ve "kötüler" tarafından kaçırılmış, esir edilmiş konumdaki nathan algren, bu kötülerden daha az kötü bir geçmişe sahip değildir. üstelik film, tam da bu noktada durur ve en sağlam mesajını da burada verir: bu adamlar düpedüz iyidirler!

    bu, çağdaş manada lost'taki the others fenomeninin bir izdüşümü gibi. orada da, "bizimkiler" dediğimiz ve "iyi" olduklarına hükmettiğimiz kazazedelerin, aslında beynimizde "kötü" olarak şartlandırılmış the others'dan daha iyi olmadıklarını kabullenmemiz oldukça zor gelmişti sezonlar boyunca.

    nathan algren, aslında karanlık bir geçmişe sahip günahkar bir asker. bundan dolayı da bünyesinde içten bir pişmanlık duygusu hakim. zaten film boyunca verdiği sayid jarrah havası da gözden kaçmıyor bu noktada. esir olana kadarki "küçük dağların yaratıcısı" megalomanisi, işte tam da bu ezik yanını bastırmak için kullandığı psikolojik bir savunma refleksi. bu âna kadar (esaret ânı) film, sadece bir giriş havası veriyor.

    ve the last samurai, günahkar subay emeklimizin esaretiyle başlar aslında. önce çevreye uyum, ardından bulunduğu hali kabullenme, sonra ilginç bir hayranlık duyma hali ve giderek hızlanan bir ivmeyle de oradaki yaşantıyı içselleştirme süreci başlar. bu, stockholm sendromunun benim gözümdeki en mükemmel örneğidir: kendini kaçırıp esir etmiş bu insanlara ölesiye bağlanıp, onlar için gözünü kırpmadan ölüme yürüyecek bir sevgi ve sadakatin öyküsüdür çünkü the last samurai.

    bunu, başka hiç bir filmde veya öyküde görmedim, hatırlamıyorum. özellikle filmin final sahnesi -ki çokları, bu son sahneyi "aptalca bir intihar" olarak görür, ben aynı fikirde değilim- nathan algren'in stockholm sendromu'nu bile alt edecek kadar mükemmel bir içselleştirmeyi başarmış olduğunu ispat eder bize. bu, bir insanın aslında nasıl da sadakat ile eğitilebileceğini öğretmesi bakımından da ilginç bir tecrübe olmalı...
207 entry daha
hesabın var mı? giriş yap