22 entry daha
  • "etme lamia, yapma lamia, saklama güzelliğini lamia" bu sözler güzelliği kederi, kederi de kaderi olmuş bir kadının yazgısını ortaya koyuyor. bir güzellik öyle nice yiğitlerin düşmesine, öyle kalelerin harap olmasına sebep oluyor ki... hatta tüm insanların kaderini bir güzellik o kadar çok değiştirebiliyor ki bazen çok önemli olayların arkasında çok daha komplike sebepler ararken aslında bütün her şeyin saf bir güzellik kaygısından olduğu unutuluyor. kendisinin kaderi oğlu olan tanios'un da yazgısını ortaya koyuyor bu şekilde ve tüm bir dünya savaşının sonucunun görünmeyen eliymiş gibi amin maalouf gösteriyor sayfalarında saf güzelliğin nelere kadir olduğunu.

    dağlılar tarihçesinde kfaryabdalı keşiş ilyas'ın dediklerine de kulak vermek gerek bir yandan:" yaratılıştan bu yana geçip giden binlerce yıl olmasaydı yaşadığımız dakikaların hiçbiri olmazdı; atalarımızın art arda gelen kuşakları, onların buluşmaları, vaatleri, kutsanmış birliktelikleri, hatta baştan çıkmaları olmasaydı kalbimizin tek bi atışı bile olmazdı." hayatın binlerce yıllık döngüsü içinde yapılmış ve hala da yapılmakta olan her şeyde sonunu asla göremeyeceğimiz ama başını da çoğu zaman hatırlamayacağımız olaylar silsilesinin ortasında olan bizler hangi kaderin oyuncağı olacağız bilemiyoruz. belki olanlar da bir hikmet var mı yok mu tam olarak bunu da bilemesek de varolduğumuzu düşünerek bulmamız çok da zor olmuyor ya da uzun ihsan efendinin dediği gibi "düşünüyorum öyleyse tüm dünya benimle birlikte var." tüm oluşlar ve yok oluşların toplamı olan gene biz...

    "ayakkabıcının iğnesi köseleye nasıl girip çıkarsa, yazgı da bizim içimizden öyle defalarca geçer. korkunç geçişleri varlığımızı belirginleştiren ve şekillendiren yazgı..." diyor keşiş ilyas gene. demek ki yazgı bizi elinde sonunda o yola sokmak için, o yolun yolcusu edebilmek için gene elinden geleni ardına koymayacaktır. bu korkunç geçişlerse hayatımızda yaşadığımız o bir anlık ama asla unutamadığımız geçmişin yıllar sonra belki de kök salacak bir çınarara bir dönüşmesine sebep oluyor. ulu bir çınarı ise yıkmak ne kadar zorsa yazgımızı da bozmak o kadar zor.

    aslında kitap sanki yazgıyı adım adım ortaya koyar nitelikte. ve gene sanki aslında tüm hikaye keşiş ilyasın sözlerinin altında eriyor gibi. ama eriyen bu hikaye bir sos gibi yemeğe tadını veriyor. fakat ağzıma aldığımız bir diğer lokma bize şunları derken bu nasıl bir lezzet diye düşünmeden edemiyor insan:"karanlık dönemlerden geçmenin yolunun sahte aydınlıkların peşinden koşmak olduğu söylenmez mi? tıpkı dağda, ilkbaharda, insan bir akarsuyun ortasında kaldığında, kıyıya ancak bir kaygan taştan diğerine basa basa geçmesi gibi." en sonunda öyle çaresiz kaldığımız anlarda gözüken tek ışığa doğru yol alırken kurtulacağımızı düşünürken aslında kendi ayaklarımızla yazgının o son noktasına doğru emin adımlarla yürüyoruzdur.

    başka bir bilgin “nadir” bulunur bir maden gibi parlıyor romanda. kah sözleriyle kah uçarılıklarıyla bu sefer ki biraz çocuk bir bilge ve onun “katırcının bilgeliği” adlı eserinde nakşedilen sözleri:”bilge adamın sözü, aydınlıkta akan su gibidir. ama insanoğlu her çağda, en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğlemiştir .” işte bu sözlerden sonra karanlık duyguların içirdiği karanlık sularla yazgının hazırlığı biter ve artık geriye yaydan çıkmış bir ok gibi hedefini bulması kalır. çünkü bir kral alimin elindeki kutsal suyu bıraktığı anda onun için karanlık mağaralardakinden başka bir kaynak yoktur.

    artık karanlıkların ardında yolunu kaybeden tanios umutlarının yitirmişken bu sefer nadir ona şöyle seslenecektir: “eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa, hayatının sona ermediğini düşün. sona eren şey yalnızca hayatlarının birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır. o zaman bir gemiye bin, seni bekleyen bir kent vardır.” bu söz kitabın ortalarında geçse de aslında herşeyin sonunu anlatır. ne zaman umutlarımız sönse ve şehirler kağıttan gemiler gibi batsa da bir anda, her zaman başka “kadınlar, ülkeler ve denizler” vardır cahit kulebi’nin dediği gibi.

    aşkı gören tanios’a nadir şu dizeleri bahşeder:
    “dudaklarınız birbirine dokundu ve ayrıldı,
    sanki kendi mutluluğunuzu tüketmiş de,başkalarınınkini ezmekten korkuyormuşsunuz gibi,
    masum muydunuz? masumluk neyi önler?
    yaradan bile keyfimiz için kuzuları boğazlamamızı söylüyor,
    ama asla kurtları değil...”

    büyük devletlerin arasında “filler ve çimenler” misali insanlar acı çekerken kapitalizmin en iğrenç yönünü ortaya koyar keşiş ilyas: “yöneticilerin en kötüsü seni sopalayan değil, seni kendi kendini sopalamaya zorlayanıdır.” şeytan’ın belki de insanlara karşı en büyük günahı değildi adem ile havva’nın cennetten kovulması, belki de kabil’in habil’i öldürmesi için eline verdiği sopa kötülük hakkında daha fazla şey anlatır. o sopa o günden bugüne hala aramızda ve o sopadan sonra kardeşliğimizi, insanlığımızı unuttuk. belki de en kötüsü ondan sonra aramıza farklı diller koymaya başlayıp birbirimizi ötekileştirdik.

    bir babanın ağzından çıkan şu kelimeler baba olmayı anlatır: “oğullarımız, ümitlerimiz, çilemiz!” bir babanın en büyük çilesi hala bitmeyen ümidi, en büyük ümidi ise hala yaşayan çok sevdiği oğludur fakat sonunda eğer bu çocuk öldürülmüşse en sivrisinden sineğin en büyük canavalara bile korkmadan söyleyebileceği ama aynı zamanda bilgelik akan bir söz vardır:” en yüksek dağlar en derin vadilere bakar.”

    sürülen şeyh ve yerine dalkavukça geçen bir adi her ne kadar halkı için servetini dağıtsa da adaletsizliğin getirdiği kalkınmaya halk şu sözleri haykırır: “ zenginin tanrı katına ermesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden çok daha zordur.”

    herşeyin sonunda yazgısı tamamlanan üzerine düşeni yapan tanios’a katırcı bilge şöyle ses eder:” bugün artık senin kaderin tamamlandı, yaşamın nihayet başlıyor.”
40 entry daha
hesabın var mı? giriş yap