176 entry daha
  • çehov'un resimlisi.

    peşinen söyleyeyim, övgülerim filme değil, oyunculuklara olacak. o da melisa sözen'in değil de haluk bilginer'le demet akbağ'ın oyunculuğuna olacak. özellikle de artık neredeyse komediyle özdeşleşmiş bir oyuncu olan demet akbağ'ın beni çok şaşırttığını söylemem gerek. abla karakterini harika canlandırmış. necla'nın o iç sıkıntısını, o sorgulayıcılığını, o iğneleyici ve biraz da alıngan tavırlarını yansıtışına hayran olmamak elde değil. haluk bilginer'se son derece rahat ve her zamanki gibi kudretli. tam bir lokomotif oyuncu, filmi başından sonuna dek sürükleyip götürmüş. o rolde o olmasaydı kim olabilirdi bilemiyorum, bu açılardan harika bir oyuncu seçimi olmuş. melisa sözen'in, özellikle nihal karakterinin eşiyle yüzleştiği o gece konuşmasında -ki o karakterin en önemli sahnesi buydu- başarılı olduğunu söylemek mümkün olsa da, diğer oyuncularla kıyaslandığında sönük kaldığını ise rahatlıkla söyleyebilirim. neresi spoiler içerir, neresi içermez ayırmak zor, o yüzden -eğer okuyacaksanız- entry'nin devamına filmi izledikten sonra inmenizi tavsiye edebilirim.

    filmde zaman ve mekân önemsiz, kişiler ve diyaloglar ön plana çıkıyor. örneğin, kapadokya'nın adı bile geçmiyor ya da hangi yılda olduğumuzu, kasaba dışındaki dünyada neler döndüğünü bilmiyoruz. ucundan kıyısından bir pepee görüyoruz, biraz da 04 şubat 2013'ü gösteren bir duvar takvimi, hepsi bu. bu açılardan tamamen soyutlanmış bir yaşam alanında birbiriyle didişmekten başka hobi bulamayan insanları izliyoruz. uzayıp giden ama derinlikli diyaloglar sıkıcı olmanın aksine son derece ilgi çekici ve akıcı ilerliyor, filmin en önemli yanı kesinlikle bu.

    üç tane ana karakter var. yaşı geçkin ve varlıklı bir aktör eskisi, onun dul ve "zor" kız kardeşi ve yine onun genç ve güzel eşi. bir mekâna hapsolmuş ve çıkamıyor gibiler. hatta çıkacak gibi oldukları zaman bile akılları geride kalıyor, o kadar uyuşmuşlar ki yavaş yavaş ölüyor gibiler.

    aktör eskisi olan aydın, mal mülk sahibi olmasına karşın, bunların nasıl yönetileceğinden, nerede nasıl davranılması gerektiğinden ve hayatın gerçekliğinden epey uzakta, tamamen sanatla, kitaplarla, gazete yazıları ve okur mektuplarıyla uğraşmak istemektedir. aydın karakterini genellikle kibirli, hayatın tüm yönlerine vâkıf olamadığı halde vâkıfmış gibi davranan, geçmişte yaşayan ve geleceğe dâir umut vermeyen, kendisinden başka herkesi aşağılamaya meyilli, klasik bir türk enteli özentisi gibi gördüm. eleştiriye açık gibi görünse de aslında bundan hoşlanmayan, kendine kurduğu dünyanın dışında yaşayan kişilerden kopuk, hevesli fakat boş uğraşlarla zaman kaybeden ama bunun bile farkında olamayan -üzülerek- epey zavallı bir adamdı. kendisinden hoşlanmadım ve bu hoşlanmayış nefret etmek ve acımayla karışıktı.

    eşi olan nihal ise, içten pazarlıklı, hayattan ne istediğini bilemeyen, amaçsız ve donanımsız bir kadındı. o kasabada, kendisinden hayli yaşlı bir kocayla yaşamaya başlayıp bunun sonuçlarını önceden öngöremeyecek kadar şuursuz bir toyluk içinde acı çekmeye kendini mahkum etmiş gibiydi. ne kadar istesem de ona hiç acıyamadım. necla ise favori karakterim oldu. "kötülüğe karşı koymamak" konulu fikirlerine kısmen katılmamakla birlikte söylediği her sözün altını dolduran, çok aklı başında ve mantıklı bir kadındı. kendisini sözleriyle kıran aydın'a bile bozulacak kadar sevdim onu ki aydın'ın din ve maneviyata ilişkin yazılarını nefis bir şekilde hallaç pamuğu gibi yerden yere savurması muazzamdı. onun ülkesine ve insanına olan yabancılığına aldırış etmeden üst perdeden kestiği rolleri yüzüne çarpışına hayran kaldım, ayağa kalkıp alkışlayasım geldi, çünkü aklımda ne varsa bir bir saydı. "senin her zaman çok daha iyi bir yerlere geleceğini düşünmüştük ama olmadı" cümlesiyle üç kız kardeş oyununda -profesör olması beklenirken sıradan bir memurlukta kalan- andrey'e çıkışıyordu sanki. (üç kız kardeş/@kirlikedi)

    filmi içiçe geçmiş üç ayrı film gibi değerlendirdim kafamda. ilki aydın-necla çekişmesi, diğeri aydın-nihal yüzleşmesi ve geri kalan kısımlar (hamdi'li, hidayet'li, suavi'li sahneler). geri kalan kısımlar bana göre "epey geri" kaldı, son derece kopuk ve dağınıktı. dolayısıyla içiçe geçmiş gibi değerlendirdiğim filmlerden en çok hoşlandığım kısım aydın-necla çekişmesi oldu. fakat film boyunca karşımıza çıkan detayları da epey sevdiğimi söyleyebilirim. mesela terlik detayı, ömer şerif detayı, geveze öğretmen detayı. mesela aydın'ın bu öğretmenden hoşlanmayışının sebepleri çok mantıklıydı, onu önemsemeyişini hatta ona defalarca levent yerine bülent diye seslenişini de yine başarılı bir detay olarak gördüm. öğretmen rolündeki nadir sarıbacak'ı daha önce "uzak ihtimal"de izlemiştim. hayran kalınacak kadar olmasa da kotarılmış bir oyunculuk sergilemiş.

    filmin en sevdiğim sahnelerinden biri ise -belki de en sevdiğim sahnesi- hamdi hoca otele gelip de aydın'ın odasına girdiğinde, hamdi'nin ayak kokusundan rahatsız olan aydın'ın halihazırda oturduğu yerden hiç üşenmeyip ayağa kalkarak pencereye yöneldiği ve "burası havasız kalmış" deyip aslında misafirinin ayak kokusundan duyduğu rahatsızlığı sesli ve kibirli bir şekilde dile getirdiği sahneydi. aydın'ın ekşimiş yüzü ve hamdi'nin ayaklarını üstüste koyarak içine girdiği ezik ve mahcup tavırlarıyla, o ayak kokusunu iliklerimize kadar duyduğumuz, o ayak kokusunun burnumuzun direklerini kırdığı ve sızlattığı bir sahne oldu o.

    en hoşlanmadığım ve anlamsız bulduğum sahnelerse fakirlik içindeki hamdi ve ailesiyle nihal'in sahneleriydi sanırım. hele o babaanne karakteri hiç olmamış gibiydi. filmin bütününe bakıldığında "ay bunu da buraya koyalım da iki gülsünler" denmiş gibiydi. son dakikalarda oyuna sürülen forvet oyuncusundan beklenen şey o teyzeden beklenmişti sanki, bu da biraz sakil durmuştu açıkçası. nejat işler'li sahnelerden de fazla hoşlaştığımı söyleyemeyeceğim. hatta nihal'in o ev ziyaretini filmden komple çıkarsalarmış diye bile düşündüm.

    velhasıl yine çokça karamsarız. "aslında bi sevişseler hiçbir şeyleri kalmayacak üç kişinin hikâyesi" diyerek filmi epey magazinselleştiresim var ama yapmayacağım, derli toplu bir son olsun istemekteyim. orada bir yerlerde herkesin gitmek istediği bir istanbul var ama kimsede oraya gitme cesareti yok, uyumak üzereler, aslında donuyorlar ve ölüyorlar, sadece farkında değiller. öylesine tatlı bir uyku sarıyor ki onları -buna bir kış uykusu deyin ister- ona teslim olmayı, gerçeklerle yüzleşmekten daha keyifli buluyorlar.

    sinema ödüllerini son derece subjektif ve epeyce siyasi bulduğumdan fazla önemsemem, fakat film boyunca yakamı bırakmayan bir his varsa o da palme d'or kazanmış bir filmi altyazısız izlemenin ne kadar mükemmel bir şey olduğunu bize yaşattığı için nuri bilge ceylan'a teşekkür etme isteğidir.
1573 entry daha
hesabın var mı? giriş yap