676 entry daha
  • guns germs and steel'de, iki yeni zelanda kabilesi olan "maori"lerin ve "moriori"lerin hikayesi anlatılır. kabaca özet geçeyim. milattan sonra 1000 civarı bir tarihte, bir grup polinezya topluluğu yeni zelanda'ya yerleşir. bundan bir süre sonra, bu topluluğun içinden bir kısım kopar ve 500 mil ötedeki chatham adasına yerleşir. bu adaya yerleşen topluluk, isimleri "moriori"dir, yüzlerce yıl yalıtılmış bir halde yaşar. yeni zelanda'da kalan topluluk ise maorilerdir. aradan yaklaşık 800 yıl geçer ve bir gün maorilerin gemileri chatham adasını istila eder. morioriler, aslında örgütlü bir direniş gösterebilseler, gemide bulunan birkaç yüz kişiden ibaret maorileri yenebilecek güçtedirler. ama böyle yapmazlar (daha doğrusu yapamazlar), onun yerine oturup toplantı yaparlar nasıl davranacaklarını belirlemek için, sonunda da maorilere gidip kaynakları paylaşarak barış içinde yaşamayı teklif etmeye karar verirler.

    ancak iyi örgütlenmiş, güçlü silahlara sahip, yüzyıllar boyunca sürekli etrafındaki topluluklarla savaşan maoriler, moriorileri soykırımdan geçirir, ellerine geçen herkesi öldürürler.

    jared diamond, aynı, ortak atadan gelen iki topluluğun niçin böyle farklı kültürler geliştirdiğini, maorilerin niçin böyle, moriorilerin niçin öyle davrandığını, maorilerin moriorileri nasıl yok edebildiğini, çevresel koşulların belirlenimi üzerinden anlatır. onu da kabaca özetleyeyim. moriorilerin yerleştiği ada çiftçiliğe pek uygun değildi, kaçınılmaz olarak avcı-toplayıcılığa döndüler. dolayısıyla, ihtiyaç fazlası üretim yapmadılar, bu yüzden de, avcılık yapmayıp zanaatle, sanatla uğraşacak insanları, düzenli bir orduyu ve bürokrasiyi besleyebilecek üretimleri yoktu, avladıkları hayvanların çok da zor hayvanlar olmaması nedeniyle silah teknolojisi geliştirmelerine de lüzum yoktu, yerleştikleri yer küçüktü, nüfusları fazla büyümedi ve hatta büyümemesi için çeşitli önlemler aldılar, mesela bazı çocukları kısırlaştırmayı gelenek haline getirdiler. gidecek başka yerleri olmadığı için birbirleriyle iyi geçinmek zorundaydılar, bütün bunların neticesinde, karmaşık bir örgütlenmeye sahip olmayan, az nüfuslu, savaştan anlamayan, teknolojisi iptidai, barışçı bir topluluğa dönüştüler.

    maoriler ise, tarım yapabiliyorlardı, nüfusları hızla büyüdü, ürün fazlası sayesinde, gıda üretimiyle uğraşmayıp başka işlerle ilgilenebilecek ve uzmanlaşabilecek insanlar çıktı ortaya, komşu topluluklarla sürekli savaşa savaşa ayakta kalabilen bir topluluk oldular, gitgide daha karmaşık bir örgütlenme ve daha ileri bir teknolojiye sahip oldular. neticesinde de, aynı atadan gelen bu iki topluluk, birkaç yüz yıl içinde bu derece farklı bir gelişim gösterdi ve bunun sonucu da morioriler açısından hazin oldu.

    bu iki topluluğun geldiği noktadan mevzuya girelim. bir maori tarihçisinin, "maoriler asker millettir" şeklinde bir tespit yapması, bunu da, sanki maorilerin sahip olduğu mistik bir "öz"müş gibi, değişmeyen ve sanki değişmesi de mümkün olmayan bir karaktermiş gibi ileri sürmesi, maori milliyetçilerinin de bunu bir övünç kaynağı olarak benimsemesi ve savaşçılıklarıyla, karşılaştıkları toplulukları korkutmalarıyla övünmeleri, tek kelimeyle, ahmakçadır. aynı şekilde, bir moriori milliyetçisininin de, "biz barışçıl bir topluluğuz" şeklinde gurur duyması da saçmadır. büyük resme bakıldığı zaman, bu iki topluluğun geliştirdikleri kültürler ve sergiledikleri davranışlarda, övülecek veya yerilecek bir şey bulmak anlamlı değildir. savaşçı veya barışçı olmayı, olumlu veya olumsuz tutumlar olarak nitelendirebiliriz, ki bunlar da tartışılabilir gayet, farklı koşullarda rasyonellikleri üzerinden kıyaslanabilir veya farklı ahlaki açılardan yargılanabilir vs. ama maorilere ya da moriorilere, böyle sabitlenmiş, mistik bir öz atfedemeyiz.

    kısacası, çeşitli toplulukların belirli koşullar altında oluşan niteliklerinden yola çıkarak o toplulukları övmek veya yermek anlamsızdır; ancak ahlaki olarak değerlendirilmeye tabi tutulabilecek niteliklerin kendisini yüceltmek veya hakir görmek mümkün ve anlamlıdır. "morioriler çok barışçı, afferim onlara" demekten ziyade, barışçı olmayı ve sahip olunan kaynakları paylaşarak kardeşçe yaşamayı, rasyonel ve ahlaki bir tutum olarak benimseyip övebiliriz, maddi dünyanın bu yönde evrilmesi için, bütün insan topluluklarının böyle bir tutumda uzlaşabilmelerini mümkün kılacak bir dünyanın inşa edilebilmesi için mücadele edebiliriz. moriorileri yüceltmek yerine, barışçı olmayı yüceltebiliriz; çünkü morioriler de belirli koşullara yeteri kadar süre maruz kalırlarsa savaşçı olabilirler, veya moriori dışındaki insan topluluklarında da aynı barışçılığı gözlemleyebiliriz.

    velhasıl, tercih etmeden içine doğduğunuz bir topluluğun sahip olduğu kültürü, nitelikleri yüceltmek ve bunları mistik bir özmüş gibi benimsemektense; iyi gördüğünüz niteliklerin kendisini yüceltmek, kötü gördüğünüz niteliklerin de niçin ortaya çıktığını anlamak ve insan topluluklarının iyi nitelikler sergilemelerini mümkün kılacak toplumsal düzenlerin inşa edilmesi için çabalamak: insan yaşamını ahlaki açıdan anlamlı kılabilecek şey budur. tabii bundan da önce, iyi gördüklerinizi niçin iyi, kötü gördüklerinizi niçin kötü gördüğünüz üzerine de derin bir tefekkürle başlamak elzemdir; çünkü hepimiz içine doğduğumuz ailenin, çevrenin, toplumun ve dünyanın ürünüyüz, onlarla sürekli etkileşim içinde şekilleniyor ve şekillendiriyoruz.

    geçelim, şu entrymden kürt milliyetçiliği çıkarmaya çalışan davşanlar olmuş, ona gelelim. (bkz: #53582155) bu davşanlar kötü niyetli filan değil hayır, gayet iyi niyetli, samimi davşanlar, içinde yüzdükleri ideoloji deresinden dolayı çeşitli melekelerinin sakatlanması söz konusu sadece. ve ben kendimi her seviyeye hitap etmekle mükellef hissediyorum.

    entryde anlattığım şey, ülkenin batısındaki gençlerin genel olarak askerlikten mümkün olduğu kadar kaçma yönünde bir eğilim sergilerken, doğusundaki gençlerin kendi rızasıyla savaşa katılmalarını anlamaya yönelik bir çaba sergilememiz gerektiği. "biz asker milletiz" gibi bir tespit yapmanın ve hatta bunu da sanki bir gurur kaynağıymış gibi benimsemenin saçmalığını vurguluyorum, ve diyorum ki, normal olan, olması gereken, istenmesi gereken, yaşam dürtüsünün ağır basmasıdır. bu dünya üzerinde adil ve özgür bir yaşam hayaliyle varlığımızı ve ahlakımızı anlamlandırıyorsak eğer, yüceltilmesi gereken, idealize edilmesi gereken, seve seve ölüme koşmak değil, yaşamı istemek, yaşama değer vermektir.

    peki, düpedüz milliyetçi, devletçi reflekslere sahip ve bunu gözden kaçırmaya çalışırken sürekli ele veren bir davşansanız eğer, buradan ne anlam çıkarırsınız? "kürt milletinin evlatları vatan toprağının savunması için gözünü kırpmadan kendi hayatını hiçe sayıyor, asker millet geçinen türk milletinin evlatları ise vatan savunmasından kaytarmak için fırsat kolluyor diyosun yani he mi? seni gidi seni, yer miyiz biz? bir de milliyetçiliğe karşıyım diyosun, tüh allah belanı versin."

    entrynin hiçbir yerinde vatan savunmasından filan bahsettiğim yok, sadece pkk, ypg'ye değil, ışid'e katılım oranının da ülkenin doğusunda yüksek olduğunu söylüyorum ve biz sormalıyız diyorum: kürt gençleri niçin bu kadar rahat ölüme koşabiliyorlar, niçin yaşamaktansa ölümü daha rasyonel bulabiliyorlar? nasıl koşullarda doğmuş büyümüşler ki böyle bir eğilim göze çarpıyor? bunları anlamalı ve insanların ölümü değil yaşamı tercih edebilmesi, bu ülkede, bu dünyada anlamlı bir gelecek hayal edebilmesi için ne yapmalıyız, koşulları nasıl değiştirmeliyiz, neye yönelik mücadele vermeliyiz, neyi değiştirmek için çabalamalıyız, bunları sorgulamalıyız. hele ki on yıllardır anlamsız bir savaşla birbirimizi öldürüyorsak eğer, bizim yüceltmemiz gereken şey barıştır. elinde silah olanlar savaş dilini konuşabilir, ama biz barışı konuşmalıyız, barışı istemeliyiz.

    yani ideal göreceğimiz bir dünyada, olması gereken, bile isteye savaşa gitmek değil, bilakis ölümden kaçmaktır, yaşama tutunmaktır diyorum. nitekim ülkenin batısında doğup büyüyüp, belirli imkanlara sahip olan, belirli koşullarda büyüyen, belirli bir hayat standardına alışan ve onu korumaya yönelik tutum alan, kaybedeceği bir şeyler olan bizler, askerlikten kaçıyoruz, bedelli yapıyoruz, gitmemek için, mümkün mertebe geciktirmek için türlü çeşit yollara başvuruyoruz. peki zorunlu olmadığı halde, kendi isteğiyle bir savaşa katılan insanlar niçin bunu istiyor, bunu anlamalıyız. schopenhauer'ın dediği gibi, "insan istediğini yapabilir, ama istediğini isteyemez." ("gelmiş geçmiş en felsefi söz" gibisinden bir başlık vardı sözlükte, oraya yazın bunu) hiçbirimiz, sandığımız kadar özgür bir iradeye sahip değiliz.

    toparlayalım. türkler asker millet filan değil, kürtleri de halihazırdaki baskın eğilimlerinden dolayı savaşçı filan diye tanımlayamayız. koşullar değişirse, gayet barışçı olabilir insanlar. veya olur da topyekun bir savaşa girersek, işgale uğrarsak mesela, şimdi askerden kaçan bizler bambaşka insanlara dönüşebiliriz, 20 yıl sonra gayet savaşçı bir topluluk haline gelebiliriz. değişmeyen, sabit bir özümüz, karakterimiz filan yok, aslında üzerine yeteri kadar düşünürsek, topyekun ortak çıkarlara sahip bir "biz" bile yok ortada, aynı anadili konuşuyor olmamız her konuda her açıdan aynı ortak çıkarlara sahip olduğumuz anlamına gelmiyor, bir işgal kuvveti anadilimizi yasaklarsa eğer ortak bir paydada buluşup birlikte mücadele edebiliriz, ama işgalden kurtulduktan sonra üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu bir toplumsal düzende yaşamaya devam edersek, çıkarlarımız ortak filan olmaz, biz öyle zannederiz sadece. üretim araçlarına ve devlete sahip olanlar, kendi çıkarlarını ortak çıkarmış gibi belletirler bize. eduardo galeano'nun dediği gibi, sistemin adını "vatan" koyarlar, size yalan dolan bir tarih anlatırlar, vatan diye diye size ait olmayan çıkarları savunursunuz, buna karşı duranları da vatan haini bellersiniz.

    yüzlerce sayfada anlatılabilecek bir şeyi, barrington moore olabilecek en güzel, en saf şekilde özetlemiş; bu dünyaya ve insana dair, bir şeyleri anlamaya ve değiştirmeye dair bir derdi olan herkesin mottosu olması gereken ilkeyi belirlemiş:

    "tarihsel süreçlerin kurbanlarına sempatiyle, kazananların savlarına ise kuşkucu bir tutumla yaklaşmak, toplumla ilgili araştırma yapan herkese, egemen mitoloji tarafından teslim alınmasını önleyen önemli bir kalkan oluşturur. nesnel olmaya çalışan bir bilginin kağıt kalem kadar bu duygulara da sahip olması gerekir"

    gelelim davşanlara. davşanlığı bırakın, kendinizi liberal, realist filan zannederken, ya da "trollüyorum kafama göre, sataşıyorum" gibi bir izlenim bırakmaya çalışırken, içinizi zift gibi kaplamış milliyetçiliğinizi, devletçiliğinizi oluk oluk akıtıyorsunuz hep, ondan sonra adınızı koyduğum zaman "bizi genelliyorsun, niyet okuyorsun, haksız ithamlara başvuruyorsun" diye ağlıyorsunuz. yazdıklarımda ısrarla bir açık, tutarsızlık arama nedeniniz, sandığınız gibi bir trolleme arayışından kaynaklanmıyor, keşke öyle olsa. kötü niyetli filan değilsiniz, gayet ideolojik bir körlükten dolayı yazdıklarımı yanlış anlamaya meyyalsiniz, egemen mitolojiden ne kadar zehirlendiğinizi teşhir ediyorsunuz sürekli. dönüp dolaşıp, başlığımda birbirinin aynı yüzlerce entry ile aynı hizaya gelip, "milliyetçiliği eleştiriyosun güya ama kürt milliyetçiliği yapıyosun" diyen yüzlerce bebe ile aynı safta buluşuyorsunuz, bu bir tesadüf olamaz, bunun üzerine düşünün diyecem de, neyle yapacaksınız onu, orası biraz meçhul tabi. her entryde aynı kelimeleri evirip çevirip, komik olduğunu düşündüğünüz ve fakat insanda sadece facepalm hissi yaratan saçma sapan esprileri döndürüp döndürüp aynı ifadelerle bot gibi ortalığa saçmaktan daha iyisini yapabilecek olsaydınız, yapardınız zaten şimdiye kadar. nasip kısmet. idrak midrak :(
656 entry daha
hesabın var mı? giriş yap