60 entry daha
  • filmin başlarında beğenmediğim, anlamaya başladıktan sonra nefesimi daraltan, film bittikten sonra la boheme eşliğinde sigaramı içerken üzerine düşündüğüm, çok düşündüğüm sarsıcı film.

    bu filmi ya çok beğenirsin, hayatının filmlerinden biri olur. ya da hiç beğenmezsin, hayatında izlediğin en sıkıcı filmlerden biri olur. arası yok! fena değil, eh işte gibi bir yorum yapan filmi izlerken çok uzaklara gitmiştir. ya siyahsın, ya beyaz grilere yer yok! filmi beğenenler ve beğenmeyenleri düşünürsek bu bağlamda insanları ikiye ayırabiliriz.* şöyle ki; eğer filmden bir şey anlamadıysan ve sıkıcı bir filmden ileri gidemediyse normalsin kardeşim. duygularını olduğu gibi yaşayan, sevincin dolu dolu, üzüntünü akıtan çoğunluktansın. filmi beğenen, kendimi buldum diyenler, yazık size-bize. çünkü deliyiz, anormaliz, sorunluyuz. dışarıdan size bakanlar, ne kadar sakin bir insansın, ne sabırlısın der. belki arkamızdan soğuk nevale, buzdolabı, duygusuz vs de diyebilirler. dünyaya yabancılaşmanın ne demek olduğunu bilmediklerinden…

    bundan sonrası spoiler içericek ara ara.

    --- spoiler ---

    filmde dışarıdan bakıldığında, işinde gücünde gayet standart duygusuz bir adam görüyoruz. bir trafik kazası sonucu eşini kaybediyor. hastanede durumu öğreniyor ve hiçbir şey hissetmiyor hiç. ayna karşısında kendini ağlamaya zorluyor ama beceremiyor, olması gereken davranışı sergileyemiyor. hastanedeki bozuk otomat firmasına şikayet mektubu yazarken birden içindekini yazıya dökebildiğini farkediyor. kimseyle konuşamadığı, kendinin bile bilmediği, kendine bile itiraf etmediği tüm duygularını yazmaya başlıyor. davis’in kendini tanımaya, farkında olmadan içinde biriktirdiği şeylerin dökümü, yıkımı başlatan şey bu, karısının ölümü değil bence. julia ile evlenmesinin sebebine “çünkü kolaydı” diyor. hayatta seçimlerini yaparken istediği, arzuladığı, hedef koyduğu şeyler üzerinden yapmıyor çünkü böyle duyguları hiç olmadı, sadece ideal ve kolay olanı yapmış hep. karısının ölümünden sonra, içini dökmekle başladığı süreç daha büyük patlamalarla devam ediyor. acıyı yaşama biçimi herkesin farklıdır ya işte davis acıyı hissetmeye başlıyor. daha önceleri hiçbir şey hisetmediği ama aslında içten içe ne kadar önemli olduğunu kavradığı geçmişteki o anlara gidiyor. julian’nın gülümseşmesi, okyanusu çok sevmesi... kayınpederi ne demişti “bir şeyi düzeltmek istiyorsan parçalara ayırmalısın ve önemli olan parçanın hangisi olduğunu bulmalısın.” bunun üzerine yoğunlaşıyor davis, önceden umursamadığı bozuk buzdolabı, bozuk tuvalet kapısı avize derken herşeyi parçalamaya başlıyor. her şeyi parçalayıp yok etmeden yeniden varolamayacağını biliyor. bu sırada hayatına giren karen ve oğlu ile duygusal bir bağ kuruyor belki de olması gerektiği için değil gerçekten ilk kez hissederek onların yanında oluyor.
    --- spoiler ---

    su gibi berrak, yalansız dürüst, tüm klişelerden uzak bir film. anka kuşu misali bir insan nasıl küllerinden doğar onu izliyoruz. gençliğinin ortalarında bir adamın yarattığı yapay kişiliği yıkıp yeniden varoluşuna şahit oluyoruz. kaybolmuşlar, aidiyetsizler, hissetmeyenler, neden diye soranlar, normal insan maskesinin altında hiçlik yatanlar… yarın senin yıkımın nasıl olacak? ama biliyorsun o yıkım bir gün olacak…

    --- spoiler ---

    ps: bir de hayatımda gördüğüm en güzel atlıkarıncayı barındıran filmdir. o kadar nefes kesilmesi, boğulmalar sonrası okyanus serinliğinde muazzam bir atlıkarınca sahnesi ferahlatıp gülümsetti.
    --- spoiler ---
165 entry daha
hesabın var mı? giriş yap