45 entry daha
  • bir yaşar kemal öyküsüdür.

    hemite dağıyla anavarza arası geniş, düz bir ovadır. savrun çayı ceyhan nehrine tam anavarzanın dibinde karışır. çayın ceyhana karıştığı yerden ta vayvaylı köyüne kadar bir sazlık uzanır. akçasaz. hemite dağı, anavarza, vayvaylı arasına günün her vaktinde bir boz duman çöker. daha doğrusu, incecik bir sis değil de bir dumanmış gibi tüter.

    ceyhan, kesikkelinin orada ikinci bir gölcük yapar. ceyhan suyuyla bu gölcük arasında bir ada kalır. dümdüz, cilalı mermer gibi düz, kapkara bir toprak parçasıdır bu. kışın bu gölcüğün yüzü yabanördekleriyle dopdolu olur. suyun yüzü ördeğe keser.

    yollarda toz, diz boyudur. toz kırmızı demir gibi yanar. akçasazın kıyılarında taptaze, pırıl pırıl bir yeşil, serin sazlar vardır. bu sazlara berdi derler, gök berdi… berdinin kahverengi başağı suya doğru sarkar… berdiden berdiye örümcek ağları gerilmiştir. örümcek ağları yapış yapıştır. ağların kalınlığı bir iplik kalınlığı kadardır. sarıcaarılar sazlara kocaman, yeşile çalan, gümüşi peteklerini asmışlardır. peteğin üstünde döner dururlar. her biri bir karınca gibi…

    akçasazın kıyısına ev kurulamaz. kurulursa da burada insan yaşamaz. sivrisineğin türlüsü… zehirlisi, zehirsizi… arı oğul verir gibi. tüm gecede, her bir yanda arı oğul verir gibi… zehirli sıtma birkaç gün içinde götürür adamı… akçasaza yakın köyler de vardır. ellisinden yukarı adam göremezsin.

    kalın, simsiyah kolları her zaman açıktı. kış yaz öyle. kış yaz çiftesini alır akçasaza, ceyhan suyunun gölüne ava giderdi. avdan bir hafta, iki hafta gelmediği de olurdu. en çok, kaybı üç hafta sürmüştü. bir hafta, iki hafta sonra yüzü solgun, üstü başı tepeden tırnağa çamura batmış olarak gelirdi. karısı onu kapının önünde çırılçıplak soyduktan sonra içeri alırdı. daha çamaşırlarını bile giymeden çırılçıplak, köşeye serilmekte olan yatağın başında dimdik durur, yatak serilince kendisini ölü gibi atar, hemencecik uyurdu. kıpırdamadan bir gece iki gün böylece uyurdu. ikinci günün akşamında uyanır, gözlerini uzun uzun ovuşturur, sonra kalkar yemek yer, ondan sonra da tüfeğini temizlerdi.

    avdan gelmişti. derin uykudaydı. daha uyanmasına beş saat vardı. kadın, yatağın başına döndü, kocasını iki elinden tutup oturttu. bağıra bağıra: “muslu, muslu uyan! çocuk ölüyor, uyan!” dedi.

    sonra hınçla elleri bıraktı. muslu, ölü gibi yatağa düştü. kadın çocuğun başına gelip oturdu. yumulup toprakta zangır zangır titremekte olan çocuğu yaşlı gözlerle seyretmeye başladı. sonra ağlaması arttı. sesi gittikçe bir çığlık halini aldı. çocuğu topraktan kucağına alıp dışarı çıkardı. dışarısı çatır çatır yanıyordu. ortalığa kurşun gibi ağır, soluk aldırmayan bir güneş çökmüştü. güneş altında bir o yana bir bu yana gitti. sonra oradan oraya koşmaya başladı. tarlaya gitmemiş bir iki kadın onu böyle deli gibi dönerken gördüler. kolundan tutup içeri çektiler. biraz öğütledikten sonra bırakıp gittiler. gitmeye gitmezlerdi ya köycülük hali bu, çok işleri vardı.

    kadın gene eskisi gibi ateşler içinde titreyen çocuğunu kucağına almış, öyle kalakaldı. sonra çocuğu yere koydu. çocuğun sıcaklığı onu yakmıştı. bir de dili damağı kurumuştu ki! hışımla yerinden kalktı, geldi musluyu ellerinden tutup var gücüyle çekti. ağzını muslunun kulağına koyup olanca sesiyle bağırdı:

    “musluuu! muslu! musluu! çocuk ölüyor, muslu! uyan, muslu!”

    bir zaman öylece bağırdı. sonra sesi yavaşladı. sonra da kısıldı. sonra kesik kesik başladı söylenmeye. çocuğu minderin üstüne yatırmıştı. saralılar nasıl titrer, ağızlarından nasıl salya akar, çocuk da böyleydi.

    kadın: “bak muslu,” diyordu, “beni alırken, seni kuşsütüyle beslerim dediydin. aylarca, yıllarca yolumu beklediydin. babam beni sana vermiyordu. muslu, ben babamı, evimi barkımı, kardeşlerimi kodum, sana geldim. on beş yıl oldu anamın babamın yüzünü görmedim. anam babam sensin, dedim. on beş yılın adı var, muslu on beş yıldır sen av peşinde gezdin, çifti ben sürdüm, harmanı ben dövdüm, pazara götürüp ben sattım. sen, on beş yıldır elini ılıktan soğuğa vurmadın. her kahrı ben çektim. bak, muslu, şu ağarmış saçlarıma bak, ben böyle mi olacaktım bu yaşta? bir güne bir gün de seni koyup gitmek aklıma gelmedi. kış gecelerinde sen ördek peşindeyken, bir batağa saplanır kalır deyi gözüme uyku girmedi. sabahlara dek göz kırpmadan seni düşündüm, senin için ağladım… ya muslu, süleymanım öldü. ölüsünde bile bulunmadın. dervişim öldü, mezarını bile kazmadın. tüfeğini aldın, çocuğun ölüsü daha yatakta soğumadan, ava gittin. gene bağrıma taş bastım. muslunun canı sıkılmasın deyi bir gün olup bunları yüzüne vurmadım. muslu, çocuk ölüyor. uyan, muslu! uyan da bana söyle. ne yapayım, muslu?”

    muslu yavaşçacık yatağa geri düştü. kadın çocuğunun başına varıp gene eskisi gibi yumuldu. sonra bir an geldi, çocuğun ağzı biraz daha köpüklendi, bundan sonra da birdenbire gerindi, sonra çözülüverdi. süleymanın da ölümü aynen böyle olmuştu. kadın kendini boylu boyunca çocuğunun üstüne attı. artık sesi çıkmıyor, gözlerinden yaş da akmıyordu. köyde çocuğu kaldıracak, daha doğrusu anaya yardım edecek kimse yoktu. akşam oldu. akşam olunca tam zamanında muslu uyandı. gözlerini uzun uzun ovuşturdu.

    kadın: “muslu,” dedi. “çocuk öldü, muslu!”

    ama bunu korka korka söyledi. muslu bu lafı duymamış gibi kalktı, tüfeğini aldı, sildi, arkasına bakmadan yönünü akçasaza çevirip yola düştü. kadın hiçbir şey söylemedi. olacağı biliyordu, bekliyordu zaten. komşulardan ali onbaşı, yani sarı ali, tarladan dönmüştü. ona gitti.

    “ağam, ali ağam, bizim çocuk öldü,” dedi, “ne yapsak ola?”

    ali yorgundu. kalktı öteki köylülere haber verdi. kadınlar ölüyü yıkamışlardı. gecenin karanlığında çocuğu küçücük, karanlık bir mezara koydular.

    köylüler: “aman,” diyorlardı, “koy git babayın evine, bu musludan sana hayır yok. koy git.”

    bunu her gün söylüyorlardı ya, onun aldırdığı bile yoktu. bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu. ama bu son söylenenler yüreğine demir gibi oturuverdi.

    sabaha kadar uyumadı, ölçtü biçti. sabah olunca öteberisini bohçasına koyup on beş yıldır uğrayamadığı baba evinin yolunu tuttu.

    ceyhan suyunun adası, akçasazın bataklığı… muslu dert içinde döndü dolaştı. eve geldi ki, ev bomboş. bunu hiç beklemiyordu. kurşunla vurulmuşa döndü. kapının eşiğine yığılıp kaldı. üstü başı çamur içindeydi. komşular kaldırıp bir yatağa yatırdılar.

    akçasazın kenarına hiç mi hiç ev kurulamaz, insan bir ayda sıtmadan öteki dünyayı boylar. şimdiye dek hiç kimse de ev kurmamıştır.

    şimdi akçasazın gün doğuya düşen kıyısında küçük bir huğ vardır. huğun yanı yönü ördek, kaz, toy, bıldırcın, daha bilmem ne cins kuşların tüyleriyle doludur. tüyler çalılara takılmıştır.

    hemite dağıyla anavarza arası geniş bir düzlüktür. bu düzlükte on beş yirmi kadar köy vardır. işte bu arada tüfeği sırtında, çamura batmış, saçı sakalına karışmış bir adam köylülere yıllardır, vurduğu av hayvanlarını satar. bu, musludur.
22 entry daha
hesabın var mı? giriş yap