28 entry daha
  • kitapta don delillo sanayi sonrası toplumun ezici ve uyuşturucu etkisini gözler önüne sermiş, işbu toplumda süpermarketlerin tapınaklaştırılıp dinini kaybetmiş, kendini bilmemiş kişilerin rehabilite oluşundan, hitler de dahil olmak üzere her türlü yiyeceğin, içeceğin, otisabi'nin bile bi market değerinin oluşundan ve bunların hepsinin burunlar ucundaki samanın altından yürütülen sudan ibaret olduğunun altını çizmiştir.

    mevzubahis "beyaz gürültü" hep kulağımızın dibinde olan ama gürültüsüne alışmışlığımızdan mıdır boşvermişliğimizden midir nedir, artık duymamaya başladığımız gürültüdür. siz deyin saat tik-tak'ı, ben diyeyim işlemcimin fanı. "konforun belleksiz ve sonrasız bugününde" - kitapta külliyen junk-mail diye ifade edilmiş - televizyonun karşısında her şeyden haberdar ve bihaber toplumun hayatlarının sanayi toplumu ve getirdikleri tarafından parmak aralarından hissettirmeden bağıra bağıra akıtılıp güzelce paketlendikten sonra süpermarket raflarında yeşilli, turunculu geri sunulmaktadır her ürün.

    hayatın içinde, hayattan bu kadar kopuk olmayı da sanal gerçekliğe bağlıyor bu kitap. gerçekliği bize tattırması beklenen bu yalancılık aslında amacına ihanet edip maruz kaldığımız her dakika bizi asıl gerçeklikten uzaklaştırıyor diyor delillo.

    bilincimizi dürtmeye de bilgi çağında yaşayan şu toplumun kültür seviyesinin taş devri ortalamasından düşük olduğunu öne sürerek devam ediyor. her eve, hatta her cebe girmiş radyonun nasıl çalıştığını bile açıklayamayan insanların çoğunlukta olduğunu, bunu sorgulamamızı aklın ucundan geçirtmeyen tek bir tuşun bize umursamazlığı zerk ettiğine dikkat çekiyor.

    buyrun kendisinden dinleyelim: "...ya taş devrinde böyle miydi? ateşi taşlarla yakıyorlardı. biz ise sadece bir tuşla. o tuşun nasıl işlediğini bana anlatabilir misin? sen belki, ama dışarıda ne kastettiğimi bile anlamayacak çok insan var. ama o çağda herkes çakmaktaşını nasıl kullanacağını biliyordu. sen şimdi bir çakmaktaşı görsen tanıyabilir misin?"

    hal böyleyken, her pozunu eli cebinde veren bu yazar-ı azamın elini cebinden usulca çıkarıp, öpüp tekrar hissetirmeden yerine koymak düşüyor bize.

    kitapla isim benzerliği dışında hiçbir ilgisi olmayan filmin ise bize aktardığı tek şey fragman denen şeyin yedi buçuğuncu sanat olarak kabul edilmesi gerekliliğidir. ve hatta istendiği zaman da, söz konusu örnekte olduğu gibi son derece kötü emellere alet edilebileceği anlatılıyor.

    bunun dışında paranormal bir zaman kaybından başka hiçbir şey değildir film.

    şöyle ki: kısa süre önce eşini elim bir kazada yitirmiş jonathan rivers(michael keaton) gün gelir karısının seslerini dolby sistem aracılığıyla kaydetmeye başlar. eşi anna rivers'ın(chandra west) muhtelif zamanlarda bir arka bahçe, bir harabe, ne bileyim bir hipodrom gibi görüntüler de yollamaya başlaması ve merhumun aşkla "go john, go! hurry! please, john, go!" demesiyle jonathan all-american hero'luğa soyunup belirtilen adreslerde yardıma muhtaç kimse ara/bul'una girip kendi kendine gelin güvey olmaktadır. halbuki anna diğer tarafta at yarışı oynamaktadır.
147 entry daha
hesabın var mı? giriş yap