4 entry daha
  • kara kule serisinin yedinci kitabının sonunda tamamı "ek" olarak bulunan şiir...
    otuzdört kıta'dan oluşur... kitabı okuduktan sonra tekrar bütün şiire bakınca şiirin serinin tamamına nasıl ve ne derece bir etkisi olduğunu daha iyi anlayabiliriz diye tahmin ediyorum.

    türkçe meali de işte şöyle:

    "childe roland kara kule'ye geldi"

    i.
    her sözünün yalan olduğuydu ilk düşüncem,
    o kır saçlı ve gözü, yalanının gözlerim üzerindeki
    etkisini beğenmeyerek habisçe bakan sakatın
    ve o neşeyi gizlemekte nadiren başarılı dudakları
    her yeni kurbanla gerilip bükülürdü.

    ii.
    başka ne için hazırlanmış olmalı, asasıyla?
    yalanlarıyla pusuya yatmak, ona burada rastlayan
    ve yolu soran tüm yolcuları tuzağa düşürmekten başka?
    o kafatası gülüşünün neye yol açacağını, mezar kitabemin
    üzerinde ne yazacağını tahmin ettim bu tozlu yolda.

    iii.
    onun nasihatiyle, herkesin kara kule'yi sakladığına
    hemfikir olduğu o uğursuz toprağa
    dönersem sırtımı. ama boyun eğerek
    gsterdiği yöne döndüm, ne gurur ne de
    sonda canlanan umut önceden haber verebilirdi
    bazı sonlarla gelen mutluluğu.

    iv.
    yıllar süren arayışımın, bütün dünyayı
    dolaşmamın sonunda ortaya çıkardığı umudum
    başarının getireceği o ele avuca soğmaz neşeyle
    baş edecek kadar güçlü olmayan bir hayalete döndü
    kavramakta başarısız olan kalbimin
    coşkulu sıçrayışını engellemeye çalıştım.

    v.
    ölüm döşeğindeki çok hasta bir adam
    ölmüş gibi görünür ve gözyaşlarının başlayıp
    bitişini hisseder ve her bir dostuna veda eder
    birinin diğerine git dediğini duyar, dışarıda
    özgürce nefes alsın diye, ("her şey bittiğine göre," der,
    "hem inen darbeyi yas tutmak telafi edemez.")

    vi.
    biri diğer mezarların yanında buna yetecek kadar
    yer olduğunu tartışır ve cesedi bayraklar, şallar ve
    şiirlerle, özenle taşıyacakları gün gelip çatar
    ve adam yine de her şeyi duyar ama kalıp da
    istemez böylesi bir sevhiyi utandırmak.

    vii.
    bu yüzden, bu yolculukta çok acı çektim
    başarısızlık kehanetlerinin söylenip yazıldığını
    "çete" arasında pek çok kez duydum
    kara kule'nin arayışının adımlarına yön verdiği
    şövalyelerden -onlar gibi başaramamak
    en doğrusu gibiydi- biri olmaya uygun muydum?

    viii.
    böylece umutsuzluk kadar sessizce sırt çevirdim.
    yoldan ayrılan patikayı gösteren nefret dolu sakata
    pek kasvetli geçmişti bütün gün ve loşlaştı
    sonu yaklaşırken. yine de düzlüğün başı boş olanı
    yakalamadığını görmek için
    sert, kızıl bir bakış fırlattı.

    ix.
    hedef için! kendimi düzlükte bulduğum
    bir iki adımdan sonra duraksayıp
    baktım arkama güvenli yol üzerinden
    son bir kez ve gördüm yok olmuştu; her yer gri düzlük:
    ufuk çizgisine dek uzanan bir boşluk
    yola devam edebilirim, kalmadı yapacak şey.

    x.
    gittim böylece. galiba daha önce
    böylesine açlık çekmiş, alçak bir doğa görmemiştim.
    çiçekler bile bitmiyordu, bırak bir sedir korusunu!
    ama karamuk, sütleğen kendi kanunlarınca
    üreyebilirler şaşırmasın kimse
    bir tohum, olabilir bir define sandığı.

    xi.
    hayır! yoksulluk, tembellik ve hoşnutsuzluk
    tuhaf bir biçimde oluşturmuştu toprağı. "gör
    veya kapa gözlerini," dedi tabiat huysuzca
    "hünerle ilgisi yok, elimden gelmiyor bir şey:
    son hüküm'ün ateşi sağaltmalı bu yeri
    yakmalı topraklarını ve özgür bırakmalı mahkûmlarımı."

    xii.
    saçaklanmış bir diken sapı
    arkadaşlarından daha yukarı uzunarısa, kafası koparılır.
    yoksa sert otlar ksıkanırlar. labadanın
    sert ve kara yapraklarını, bütün yeşerme
    umutlarını kıracak kadar ezen
    onları delip yırtan nedir? bir hayvan
    yine hayvanca bir niyetle yürümek ister
    ve onları ezerek öldürür.

    xiii.
    çimlere gelince, cüzzamlı deri üzerindeki saç gibi
    yavaşça uzarlardı; kanla yoğurulmuş görünen
    çamırda biten incecik, kuru yapraklar.
    bir sıska kör at, her kemiği sayılan
    oraya gelmiş, aptalca duruyordu
    yaşlanınca atılmış şeytanın ahırından!

    xiv.
    canlı mı? bir deri bir kemik hali
    kızıl, etsiz, incecik boynu ve pas rengi
    yelesinin altındaki perdeli gözleriyle ölü gibiydi;
    böylesi iğrençlik böyle bir elemle nadiren
    bulunurdu bir arada; hiç bir hayvandan nefret etmemiştim bunca
    büyük bir kötülük yapmış olmalıydı katlanmak için bu acıya.

    xv.
    kapadım gözlerimi ve onları kalbime taşıdım.
    bir adamın dövüşmeden önce şarap içmesi gibi
    eski, mutlu günlerden bir esinti istedim.
    doğru yapabilmek için burada üzerime düşeni.
    önce bu, ardından dövüş, askerin sanatı:
    eski günlerden bir tat, herşeyi doğru kılar.

    xvi.
    o değil! cuthbert'ün altın sarısı
    kıvırcık bukleler altında kızaran yüzünü hayal ettim.
    sevgili dost, beni yerimde tutmak için kolunu
    hep yaptığı gibi benimkine doladığını
    neredeyse hissettim. yazık, bir gecelik utanç!
    yeni ateşi kalbimi terk edip buz gibi bıraktı.

    xvii.
    giles, onurun ruhu, duruyor orada
    on yıl önce şövalye olduğu günü gibi dürüst,
    hangi cesur adam onun cesaret ettiğine cesaret edebilir
    iyi -ama sahne yükselir- pöh! hangi celladın elleri
    iğneler göğsüne bir parşömen? kendi yoldaşları
    okur onu. zavallı hain, üzerine tükürülüp lanetlenen!

    xviii.
    öyle bir geçmişe yeğdir bugün:
    o yüzden döndüm tekrar kararan yoluma!
    hiç ses yok, bir boşluk hâkim göz alabildiğine.
    gece gönderecek mi bir baykuş veya yarasa?
    diye sordum: o korkunç düzlükte bir şey
    düşüncelerimi tutuklayıp akışlarını değiştirmeye çalışınca.

    xix.
    küçük bir nehir kesti yolumu aniden
    bir yılan gibi beklenmedik anda çıkarak karşıma.
    kasvete uygun tembel dalgaları yok;
    köpürerek akıp geçen bir banyo adeta
    iblisin parlayan toynağı için, kara girdabının
    gazabının köpürerek tükürülmesiyle doğan.

    xx.
    ne kadar önemsiz, bir o kadar da kinci! çalı gibi, kavruk
    akçaağaçlar yol boyunca önünde diz çökmüş;
    kurumuş söğütler dilsiz bir umutsuzluk
    ve ölüme meyilli bir kalabalıkla eğilmiş baş aşağı:
    hepsini mahveden işte bu nehir
    akan her ne ise bir nebze bile yılmıyor.

    xxi.
    karşıya geçerken sularından... iyi azizler, nasıl da korktum
    ayağımı ölü bir adamın yanağına basmaktan
    veya sığlıkları bulmak için sapladığım mızrağımın
    saçına veya sakalına dolanmasından!
    bir su sıçanıydı belki mızrağımı sapladığım
    ama uh! sesi farksızdı bir bebek çığlığından.

    xxii.
    karşı yakaya geçtiğimde nasıl da memnundum
    daha güzel topraklar umuduyla. beyhudeymiş ümit!
    kimdi mücadele edenler, hangi savaşın içindeydiler
    kimin vahşi çiğneyişi soğuk toprağı
    çamura çevirmişti? zehirli bir tanktaki kurbağalar
    veya kızgın, demir bir kafesteki vahşi kediler...

    xxiii.
    savaş ovada olup bitmişti mutlaka, ne tıkmıştı onları
    buraya, seçilecek onca düzlük varken?
    bu korkunç kafese giden ayak izi yoktu,
    çıkan da görünmüyordu. şüphesiz beyinler
    çılgın içkilerde bulanmıştı, türklerin eğlence için
    kışkırttığı kadırga köleleri gibi, hristyanlara karşı yahudiler.

    xxiv.
    ve dahası -iki yüz metre ötede- işte, orada!
    hangi kötü gaye için o makine, o tekerlek
    ya da fren, tekerlek değil, insanların bedenini
    ipek gibi yarmaya uygun o tırpan?
    tüm havasıyla, farkında olmayan toprak üzerinde
    veya paslı dişlerini keskinleştirmek için getirilmiş olan.

    xxv.
    sonra ağaçlar belirdi toprak üzerinde, önce bir orman
    sonra bir bataklık görünüşe göre ve şimdi de sadece
    umutsuz, işi bitmiş bir toprak parçası; (bir budala böyle bulur neşeyi,
    bir şey uydurup sonra bozar ruh hali değişip
    terk edene kadar!) batak, balçık, moloz, kum
    ve kapkara, çıplak yokluk yolunda.

    xxvi.
    şimdi yaralar iltihaplanıyor, gri ve sert,
    toprağın verimsizliğinin yosuna veya çıbana benzer
    maddelere döndüğü yerlerde;
    sonra felçli meşe geldi, kenarlarından ayrılan eğri büğrü,
    ölüme doğru açılan bir ağza benzeyen içindeki yarık
    geri çekilirken öldü.

    xxvii.
    ve sondan olabildiğince uzakta!
    uzakta akşamdan başka hiçbir şey yok, adımımı
    daha ileri atabileceğim hiçbir şey yok! bu düşünceyle
    cehennem zebanisinin göğsündeki dostu, koca bir kara kuş
    geçti süzülürcesine, şapkama değen ejder kanatlarını
    açarak, belki oydu aradığım yol gösterici.

    xxviii.
    yukarı bakınca her nasılsa fark ettim
    alacakaranlığa rağmen düzlüğün sonunda
    dağlara ulaştığını, çalınıp görüş alanına girmiş
    çirkin tepeler ve yığınları şereflendirecek böylesi bir isimle.
    bu yüzden beni nasıl da şaşırttılar... çöz bunu!
    onları aşmak kolay görünmüyordu.

    xxix.
    yine de kötü, haince numarayı
    hayal meyal hatırlar gibiyim, tanrı bilir ne zaman
    belki kötü bir rüyada başıma gelen. burada son buldu,
    sonra kendi yolunda ilerledi. tam bir kez daha
    pes etmek üzereyken bir tuzağın kapanması gibi
    bir ses oldu, içindesin mağaranın.

    xxx.
    yakarcasına geldi hepsini birden,
    burasıydı işte! sağdaki o tepeler bir kavgada
    boynuz boynuza birbirine kenetlenmiş boğalar gibi;
    ve solda çıplak, yükselen bir dağ... ahmak,
    bunak, uyukluyor şu anda,
    bu manzara için yolculukla geçirilmiş bir ömürden sonra!

    xxxi.
    ortada kule'nin kendisinden başka ne olabilir?
    bir budalanın yüreği gibi kör, yuvarlak, alçak,
    kahverengi taşlardan inşa edilen, tüm dünyada
    bir benzeri daha olmayan kule. fırtınanın alaycı cini
    ancak tahtalar kırılmaya başladığında
    denizciye işaret eder çarptığı, görünmez kayayı.

    xxxii.
    görmemek mi? belki gecedir sebep? gün,
    geri gel bunun için! terk etmeden önce
    ölmekte olan günbatımı bir yarıktan parladı:
    tepeler, avlarını daha iyi görebilmek için
    çenelerini ellerine dayayıp yatan ava çıkmış devler gibiydi,
    "şimdi bıçağı sapla ve sonunu getir yaratığın!"

    xxxiii.
    duymamak mı? oysa gürültü her yerdeydi! bir çanın sesi gibi
    giderek artarak yükseliyordu. kayıp serüvencilerin, yoldaşlarımın
    isimleri kulaklarımda. ne kadar güçlü ve ne kadar cesur
    ne kadar şanslı ama her biri eskide kaldı
    kayboldu, kayboldu! bir dakika elem dolu yılların kara habercisi oldu.

    xxxiv.
    orada durdular, tepe eteklerinde sıralanıp
    sonumu görmek için buluşup bir başka resim için
    yaşayan bir çerçeve! alev perdesinin arasında
    hepsini gördüm hepsini tanıdım. ama yine de
    korkusuzca götürdüm boruyu dudaklarıma
    ve üfledim. "childe roland kara kule'ye geldi."

    (*kitaptan ilk kez okurken buraya yazdım ve sadece bencil sebeplerle; istediğim zaman buradan da açıp okuyabileyim aklıma geldiğinde diye. bir de gördüm ki şiiri okuyup yazdıkça devrilmiş cümlelerim olmuş şiir gibi tersi düzünde [höe?!])

    (*şiirin çevirisi son kitabı da türkçe'ye çeviren canan kim'indir.)
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap